- 702 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
Ellerimi Yıkamadım Baba, Sana Dokunabilir miyim?
Mümkün olduğunca sustum. Bu huyumu babamdan almadım. Babam susmazdı, hep konuşurdu. Nereye gidersek gidelim, hep söyleyecek bir çift sözü vardı. Babamı içimdeki derin olan şeylerin dertlerine maruz bırakılmış bir sperm tanrısı olarak görmüyordum ama yüceydi. Varlığına uygun olma halini hep koruyordu. Bu onun selametiydi. Her gün öleceği günü bekledim. Bir gün ölecek diye, her gün ölüm haberlerinden onun adını duymayı ve garip bir heyecanla geleceğini bildiğim haberin selametiyle yaşamaya çalıştım. Ayrı selametlerin çocuklarıydık. Deri rengimiz dahi farklıydı. Bir gün tüm sevgi ve saygı kriterleri haricinde, o adamın babam olmadığına karar verdim.
Öleceği güne kadar bekledim ve karısının sesini duydum. Bağırıyordu kadın:’ Gitti, öldü, oy, gitti, öldü, oy…’ Klasik konservatuvar öğrencilerine öğretilen repliklere benzer kelimeler kullanıyordu ve ses tonu gayet başarılı notaların ortaya çıkmasına yardımcı oluyordu. Hünerini göstereceği anın olacağını biliyordum ve o kadın hünerini ölümden yana kullandı. Mahvına sebep olacak bir ölüm olduğunu düşünüyordu, oysa her gün dayak yemekten beter bir halde, daralmış ruh haliyle bir yılanın filin ayakları altında son nefesini verişine benzeyen cıyaklamaları son bulacaktı. Başına açtığı dertten kurtuluyor ve esrarengiz ölümün getirisi olarak tüm asabi rahatsızlıklarında kurtulma şansını tanrı ona bağışlıyordu. Kanına sokulmuş zehirli, paslı demirden var edilmiş küfürler nesnelleşebilir ve artık donabilirlerdi! Dışarı çıktım.
Babam ölmüştü. Gök hala mavi, arabalar vızır vızır caddeden geçiyorlardı. Evin hemen karşısında bulunan tuhafiyecideki şişman kadın, koşarak bizim eve geliyordu. Babamın karısının arkadaşıydı o kadın. Koşarken bir yandan göbeğine kadar sarkmış göğüsleri sallanıyor, diğer yandan arabalardan çıkan çeşit çeşit korna sesleri kulağımın kurumuş tabakasını yalayıp geçiyordu. O an ölü bir kedi dikkatimi çekti. Az ötede beyaz renkli, lüks bir arabadan inmiş genç kız ağlıyor ve trafik polisi de garip bir şekilde kızı sakinleştirmeye çalışıyordu. Kediye vuran o genç kızdı. Ağlarken dahi defalarca iç organları dağılmış, paramparça bir halde asfalta yapışmış kediye bakıp:’ ben öldürdüm, seni ben öldürdüm, aman Allah’ım’ diye bağırıyordu. Trafik polisi sonunda dayanamadı ve arabasına dönüp, telsize bir şeyler söyledi. Duymadım ne söylediğini. Cebimden çıkardığım paketin içindeki sigaralardan birini öndeki iki dişimin yardımıyla çıkardım. Çakmağı ölmüş babamın odasında unutmuştum. Yoldan geçen pos bıyıklı, yakışıklı bir adama ‘çakmağınız var mı’ diye sordum. Durdu. Ayaklarının duruşunda falso vardı. Gözlerime baktı ve hiçbir şey söylemedi. Elini cebine atıp çakmağı çıkardı.
Uluslararası umursamazlıkların kodlaştırdığı sokak lambalarının birine doğru yürüdüm. Belimi yasladığım betonun içine eklenmiş suyun dolaşım sistemimi karıştırdığına tapıyordum. Kaçış yolumun mistikliği bertaraf edilmiş ve şakayla karışık bir yanılsaması vardı. Ambulansın siren sesleri geliyordu. Ölmüş kedi için geldiğini düşündüm. Asfalta yapışmış, ortaya saçılmış iç organlarıyla acınası durumdaydı. Kurtulması gerekiyordu. Kısa boylu, orta yaşlarda bir kadın benim olduğum direğe doğru geliyordu. Başımı kaldırdım ve beton direğin en uçta göğün göğüslerini yoğurduğunu düşündüm. Bulutlar sımsıkı yayılmışlardı. Lamba kan gitmeyen penisin hüzünlü edasını andırıyordu. Kadının kalp atış seslerini duydum. Eşik değerini çoktan geçmiş, dakikada yüz doksan atımlık küçücük kalbiyle yanımdan geçti. Ağlamıyordum ama ıslaklık vardı ellerimi yüzüme değdirdiğimde. O an patlak bir futbol topu caddeye düştü. İki blok ötede, üçüncü katta yaşlı bir adam çocuklara bağırıyordu:’ Orospu çocukları, ibneler! Oynamayın diyorum size şu topu! Camımı kırdınız yine kavatlar!’ Camına baktım. Gördüğüm iki pencere tarafı da pvc ile çerçevelenmişti. Isı yalıtımının düzgün ayarlanmayışı sonucunda, evinde terliyor, yaşlı vücuduna hafakanlar basıyordu. Balkona don atlet katı çıkmıştı. Çocuklarda yaşlı adama küfrediyorlardı:’ İhtiyar puşt, insene aşağı erkeksen, topumuzu niye patlattın göt herif…’
Birden rahatsızlık duydum. İçimde bir şeyler kıpırdanmaya başladı. Çevremde var olanlar, isimlendirdiğim nesneler ve ötesi, tahammül ettiğim şeylerden ibaretti. Varlığın affettiği çocuktum. Babam ölmüştü. Solucanın yaşaması için izin verilen hücrelerinden itibaren kopmuş, rejenerasyonla büyüyordum. Acı çekiyor muydum? Hissetmeye çalıştım. Bir ülkünün yanmış bayrağını göz göre göre bekleyen mazlumun çığırışıyla alakam yoktu. Ya vardım, ya yoktum! Açığa çıkmasından korktuğum acının minicik adımlarının ayaklarımdaki kılcal damarlara isteğim dışı enjekte edildiğini bilmek, yaşama irademe vurulan zelilce kementlerden biriydi. Evrensel venn şeması içinde hüznümün doyuracağı en aç insan bendim. Ambulanstan inen bir genç hemşire, bir sağlık memuru ve orta yaşlarda bir erkek doktor hızlıca ağır, geçen hafta boyanan demir dış kapıdan içeri girdiler. Kimin için girdiklerinin bir önemi var mıydı? Babam artık konuşamazdı. Morg için gerekli ceset torbasını ambulansın arkasında unutan sağlık memuru tekrar ambulansın park ettiği yere geldi. Şoförle biraz konuşup, elindeki torbayla dış kapıdan tekrar içeri girdi. Elindeki torbanın siyah olmamasını temenni ediyordum.
Merhaba baba! Benim, oğlun, hayırsız evladın… Şimdi ben, ben olmayacağım. Seni götürüyorlar. Seni nereye götürüyorlar ki? Önceden hiç ölüm işlemlerimden sorumlu olmadım. Sadece birkaç defa ölenleri izlemiştim. Hayat ne acayip! Sen de kendi babanın ölümünden sorumlu hissetmiş miydin? Kardeşlerinin yanında babanın arkasından ağladığını görmüştüm. Evet, yadsımıyorum artık, hiçbir şey kalmadı senden. Bana olmayan kıyafetlerin çöp olacak. Hiçbir şey kalmayacak senden sonra, her şey gelip gidecek. Artık mutlu olabilir misin? Sonsuz mutluluk, ölü gittikten sonra tüm kiplerden uzaklaşmak mıdır? Konuşacak mısın? Eğer konuşmana imkân vereceklerse, yalnızca geçmiş zamanı mı kullanacaksın? Düşünmeyi bırakmamı istiyor musun? Huzuru şırıngayla içimize yerleştirmeyen varlık, yaşamayı neden her saniye vücudumuzda pompalıyor ki? Arzulamak yeterli mi? Çocuklarım olsun, büyüsün, bir kedi gibi senin koltuğuna sinip, sakallarımın uzamasını bekleyeceğim. Sorumlulukları terk edeceğim, nasıl yapacağımı bilmesem de, bak şimdi korkuya yaslandım, kimse beni senin gibi öldürücü darbelerle dövmeyecek. Baba beni neden dövmeye devam ediyorsun? Sen ölüp gitmedin mi? Sen şu an toprağa girmek için ambulans içinde seyahat etmeyi bekleyen cesetten başka nesin ki? Hissediyor musun? Beni duyuyor musun? Baba? Baba merhaba! Ben, oğlun, evladın, kucağına aldığın minik sıcaklık!
Toplumla beraber sarkıyorum. Titreyen ellerim, askerliğin çabuk bitmediği sayılı günler, insansı lisans bekçiliği… Ve ben yüksek şekerden dolayı şimdi öldüğünü söylemeyeceğim insanlara. Bir süre futbol maçına da gitmeyeceğim. Televizyon izlemeyeceğim. Senin oturduğun yerde, günlük gazeteleri takip edeceğim. Kare bulmacaların boşluklarına senin sözlerini sığdırmaya çalışacağım. Sığar mı sence? Yaşayacak, önümde yaşayacak daha ne kadar zaman var? Kımıldamalı mıyım? Bir daha kımıldamamam için gidiyorsun evden. Bu kadın ağlayacak mı hep böyle? Bu kadın seni seviyor muydu? Çabuk bir kitap getirsin şu gelen büyükler, ahbaplar, dostlar… Hepsi bu tanıdık acının bir yerinden tutarak yaşamaya çabalayan ezikler değil mi? Meyhanenin önünden geçip, at yarışı oynamaya gideceğim. Ganyan bayinde ölen o yaşlı adamın oturduğu sandalyede oturup, alçak sesle küfredeceğim atların her birine. Daha iyi olacağım. Yiyeceğim, arkadaşlar başsağlığı için açacak. Sonsuza kadar ağzımda kalacak ismin. Ben dört harfli tanımlamayı daha çok seviyorum. Bir başkasına hiç diyemeyeceğim bir tanımlamayla ağzımdan akacak salyaların omurgamdan geldiğini önemsemeyeceğim.
Güzel bir bayan; arabası gibi parlak elbiseleri ve bacakları sütun gibi! Aynı acıyı paylaşıyoruz. Seni de biraz ben öldürmedim mi? Eğer dünyaya getirecek etin olmasaydı, bu acıyı duymayacaktım. Şimdi o da bir kediye arabasıyla çarpıp, öldürdüğü için üzgün. Polis zorla arabasına bindirdi kadını ve sokakta gördüğü temizlik görevlilerinden birine kediyi asfalttan kaldırmasını istedi. Hiç tanımadığım bir kadın senin için ağlıyor baba! Ve sesler, yaşama ait, bir o kadar da ruhsu sesler, gidişler, öyküler, yarını hiç olmayan sesler elektriğinden kurtulup toprağa gömülüyor.
Yürek boşluğumdan akan kanlar zaman gibi. Karşı karşıya durduğumuz zaman bir hiçliği andıran aynadan farkımız neydi ki? Ayaklar altına sırların bir gün yeryüzünde senin iniltilerin olarak kalacağını bilmiyordum. Ateşte pişiyor insan bedeni ve bazen çatlıyor, ah diyor, ağlıyor. Öyle bir zaman ki, tatsız ve acımasız inançlarla boğulmaktan kurtulamıyorum. Fakat söylediklerimin sahte olduğunu, gerçek olmadığını ben de biliyorum. Seni anlattığım için, sende kendimi bağışlatma çabamdan dolayı beni de öldürecekler baba! Bağışlanmayı bekliyorum. Hayasızca yükleneceğim yararsız oluşumlara. Dört bir yanımda layıkıyla günah çıkarmayı bekleyen, en belalısı da arkadan konuşuyorlar… Suçlu aramıyorum. Kusurlarımdan kaçamam. Seni saran beze nikotin kokan ellerimle dokunacağım. Baba! Kızmasın değil mi ellerimi yıkamadan sofraya oturduğum için?