- 453 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kaçmak İsterken
O. Ç. OSMANOV/Ölüm Uykusu
(Aynı isimli romandan)
Kaçmak İsterken
…Ramazan bu gelişinde Sofya’da üç gün kalmıştı. Hristo onun sorununu çözmek için uğraşacak, bir çıkış yolu bulmaya çalışacaktı.
Üç gün…
Çocukluk arkadaşı Hristo, üç gün boyunca gece gündüz uğraştı; aradı, araştırdı, sordu, soruşturdu, gitti, geldi, üfledi, püfledi, gene gitti… Çalmadığı kapı, görüşmediği kimse kalmadı. Okuldaki hocasıyla, fakültenin dekanıyla, nüfus idaresindeki İvan’la, pasaport polisi Valeri, teyzesinin kızı Violeta, Doktor Leonid’le… Gene olmadı, geri geldi. Eve girdi, Ramazan’ın karşısına dikildi; bir şey diyemedi, gitti kanepenin üstüne düştü. Bir çaresizlik içinde üfledi püfledi. Sonra kalktı votka içti, evin içinde gezindi; bu Ramo meselesini acaba kendi babasına söylese miydi? Babası Zağra belediyesinde imar şefiydi. Düşündü taşındı, şakağını kaşıdı; böyle çetrefilli bir işe babasını karıştırmak olmazdı. Teyzesinin kocası Sofya’da bürokrattı; ona söylese o da olmaz; çünkü Violeta’ya bahsetmiş, Violeta onunla alay etmiş; “mafya mı oldun ulan Hristo?” demişti. Çünkü Hristo hukuk okuyordu ve yakın zamanda mezun olacak, devletin bir savcısı olacak; hırsıza, ursuza, mafyaya, kaçakçıya savaş açacak; onlardan hesap soracaktı…
“Yok, Ramo…” dedi “bu iş böyle olmaz. Yani bu işi ben yapamam. Bu yasadışı bir iş, ben yapamam. Yani yapamıyorum. Hem kaş yapayım derken göz çıkarmaktan korkuyorum. Kaçmana yardımcı olayım derken yakalanmana sebep olmaktan korkuyorum. Gördün işte. Üç gün oldu, gece demedim gündüz demedim uğraştım hep. Okula gitmedim, sordum, soruşturdum, aklıma bile gelmeyecek kimselerle görüştüm konuştum. Bu iş mafyalık bir iş ben korktum. Zaten öyle dediler; bu mafyalık bir iş, yapsa yapsa mafya yapar, bu düğümü ancak mafya çözer dediler.”
Ramazan:
“Mafya olmaz!” dedi. “Bulgar mafyası hiç olmaz. Rus mafyası olsa… Olmaz olmaz! Mafyaya bulaşmak olmaz. Mafya denen illet tavuk bokundan bulaşıktır ki bir bulaşırsa ömür boyu kurtuluşun olmaz.”
“Sen bu işten vazgeç” dedi Hristo “kal, burada yaşa. Askerlik meseleni çözeriz, o kolay.”
“Mesele askerlik meselesi değil,” dedi Ramazan “tek o değil. Ben burada kalmayı, kalıp burada yaşamayı kafamdan sildim. Yani bitti! Yol bitti, son geldi. Daha başka meseleler de var ya onları hiç sorma.”
Hıristo:
“Biliyorum,” dedi.
Ramazan:
“Bilmiyorsun!” dedi “senin bildiğin sebeplerden başka bilmediğin çok sebep var.”
Hristo, bilmediği sebepler nelerdir bilmek, öğrenmek ister gibi meraklı ve sorgucu gözlerle Ramazan’ın gözleri içine bakıyordu.
Ramazan:
“Sorma.” dedi, “burası senin ülken. Öyle veya böyle… Demirden perdeyi ister seversin, ister sevmezsin. Kapılar neden kapalıdır, dünya buraya neden uzaktır, Sovyet Osmanlıdan iyidir ya da kötüdür… En iyi düzen budur ya da değildir… İnsanları mutlu eden ya da mutsuz eden nedir ister sorgularsın, ister susarsın… Ama burası senin kendi vatanın… Sen bana bazı şeyleri hem sorma, hem de bilme. Bilmemen senin için daha iyidir. Bugün değilse yarın, yarın değilse öbür gün giderim ben. Nasılsa giderim. Onun için sağ ol. Yaptıkların için, yapamadıkların için… Sen benim en iyi dostum, en iyi… Yani anlatmaya gerek yok, fazla söze… Kaç gündür hep uğraştın, gördüm. Görmeye bile gerek yok. Sağ ol. Sağ ol ama aslında boşuna uğraştın.”
“Neden böyle söyledin be Ramo?”dedi Hristo.
“Nedeni şu; kafa kâğıdımda adım Emil olsa ne olacak Emin olsa ne olacak? Pasaportum olsa ne olacak olmasa ne olacak? Seni boşuna uğraştırdım. Koşturup durdun boşuna. Pasaportla nereye gidilir? Gidilse gidilse Budapeşte’ye, Bükreş’e, Kiev’e gidilir. Moskova’ya bile zor gidersin. Moskova’ya gitsem ne olacak Hristo! En büyük pezevenk o değil mi, hepsinin mına koyum...”
“Atina’ya gidersin, Roma’ya, Londra’ya, Paris’e…”
“Kes, kes!” dedi Ramazan, “onlar da pezevenk. Urus, Tuna’dan geçip Romanya’dan gelmedi mi? Sırp, başka taraftan… İngiliz, Kerkük’e, Musul’a; Fransız, Antep’e, İtalya, öteye… Yunan bile gelip İzmir’e girdi. Oradan Kütahya’ya, Eskişehir’e, götündeki boka bakmayıp Ankara’ya doğru gitti. Arap çelmeledi, Ermeni’si, Rum’u terör estirdi…”
“Türksün ulan Ramo, Türksün işte!” dedi Hristo “bana başka sebepler var deme! Senin asıl meselen bu işte! Komünizmi beğenmez komünist bir ülkede kapitalist olmak istersin. Kapitalisti, emperyalisti sevmez hepsine söversin. Biliyorum; adaleti olan bir dünya düzeni istersin ama bu mümkün değil, bilmezsin. Git o zaman ulan, git gör! Ananın örekesini gör, babanın süvenini gör… Osmanlı’yı da beğenmezdin eskiden ama sana ne olduysa olmuş bu kesin. Yanardöner mi oldun ne...”
“Oğlum, mesele Osmanlı meselesi değil. Mesele Türk olmam meselesi de değil. Anlamıyorsun oğlum! Kaktırma dünya oligarşisinin mına. Egemen her yerde egemen oğlum! Ezilen her yerde ezilen… Mesele; bu ülkede ikinci sınıf değil, üçüncü sınıf bile olamamam. Bakma öyle! Sen neden okuyorsun, ben neden okuyamıyorum? Kapitalist düzen para düzeniymiş… Paranın gücü… Komünist düzen komün düzeniymiş, yani önce insan diyen… Öyle mi? Püüff… Yalan! Külliyen yalan. Buradaki düzen önce insan mı diyor? Bütün insanlar eşittir mi diyor? Bütün dünya tek bir ülkedir, para hiç önemli değildir mi diyor? Irk ayrımı yoktur, dil ayrımı yoktur, renk ayrımı yoktur… Bende un var, sende yağ, onda şeker; helva yapalım da hep beraber yiyelim mi diyor? Yalan! Kapitali çok olan zaten emperyalist, yüksekte dayısı, bir köşe başında yeri olan komünist de bir başka emperyalist… Oğlum, bu böyle olduğu sürece ben askere filan gitmem. Silah mermi yüklenip savaş etmem. Hele hele Bulgaristan’da… Hele hele kazma kürekli askerliğe hiç gitmem. Rus ibnesi Lada Moskoviç üretsin; gelsin benim yaptığım yolları kirletsin. Dağı, taşı, ovayı… Havayı suyu kirletsin… Gitmem! Ben askere değil Türkiye’ye gideceğim. Gidip birde orayı göreceğim. Mustafa Kemal’in ülkesine ama Osmanlı ülkesine değil. Osmanlı, yayılmış da yayılmış; sonra elindeki Anadolu’yu bile kaptırmış. Ben Kemal’in ülkesine gideceğim…”
Ramazan, üç gündür Sofya şehrindeydi ve tam bir çıkmazın içindeydi. Üç gün önce Romanya’dan gelmişti. Tuna’yı yüzerek geçmiş, kaç kaç nereye kadar... Öf anasını ulan, ne yapacağını bilmiyordu. Bu ülkeyi terk edecek, Türkiye’ye gidecek kesin de; nasıl? Kaçıp gitmekten, sınırı kaçak geçmekten başka çaresi yoktu. Kendisini tek bu olasılık üzerine hazır etti, düşüncelerini tek buna yoğunlaştırdı. Bir gündüz boyu orman içinde yürüyecek, gece karanlığında sınırı geçecek, sonrası Allah Kerim… İyi de Asiye var! İki gece önce bir barda içki içmişler, dondurmacı Süleyman’ın evindeki kuş tüyü döşeğe serilmişler, sevişmişler, yetmemiş iç içe girmişler. Vadisinden süzülen billur kanlar ipek çarşafa akmasaydı Safiye’yi yanına almaz burada bırakırdı ama şimdi olmaz… Ne kadar Bulgaristan’da yaşasalar bile, komünist bir düzende; onlar gene Türk’tüler ve ananeleri vardı, örf adetleri vardı, inançları vardı; olmaz… Bakireliğini aldığı bir kızı burada bırakmak olmazdı. Neyse, olan olmuş; olanla ölene çare bulunmaz ama olacaklara çare bulunabilirdi. Ya gitmeyip kalacak, ya da Asiye’yi de yanına alacaktı, başka çaresi yok. Olan biteni Asiye’nin babası dondurmacı Süleyman’a anlattılar. Dondurmacı buna çok sevindi. Gülümsedi, gözleri ışıladı, yüreği serinledi. Bir Bulgar çocuğuyla gezen büyük kızı Safiye’ye zaten kızıyordu. Kızlığını Ramazan’a veren küçük kızı Asiye’yle gururlandı. Keşke gelip isteselerdi, düğün dernekle evlenselerdi, geleneği, göreneği sürdürselerdi ama olsun… Ramazan adındaki bu çocuğun durumu hem vahim bir durumdu hem de acil bir durum. Olsun…
“Git Ramo, git oğlum” dedi Ramazan’a “istediğin yere git. Mutlu olmak istediğin yere…” İnsanoğlu koyun mu? Çobanın değil paşa gönlünün istediği yere gitmelidir diyecekti ama aklına karısı gelince susup kaldı. Kendi karısı, yani kızlarının anası da gönlünün istediği yere, yani bir Bulgar subayının peşine gitmişti. O tarifsiz acıyı hatırlayınca yüreği burkuldu, içi daraldı, canı sıkıldı. Sonra çabucak toparlanıp kendisine geldi.
“Ben sana bir çıkış yolu bulurum” dedi Ramazan’a. “karada yol bulamazsam denizde bulurum, at, eşek bulamazsam suda yüzen bişey bulurum…”
Asiye:
“Sen gidersen ben de gelirim” diyordu hep. Sevgilisinin elini tutmuş salmıyor, kaçıp gidecek; kendisini terk edecek diye korkuyordu “ya gitme burda kal, ya da beni de yanına al…”
Dördüncü günü sabah olunca erkenden uyandılar. Süleyman Latifov, Ramazan K. Osmanov bir de Hristo Malkoviç üçü beraber evden çıkıp yollara düştüler. Eski bir otobüs tozlara bata çıka sürüklenip gidiyordu. Onlar bu otobüsteydi. Zlatista, Karlova, Kızanlık’tan geçip Sliven üzerinden Burgaz’a gideceklerdi. Burgaz Karadeniz’de bir liman şehriydi. Bu şehirde yaşayan Kostov reisi bulacaklar, konuşacaklardı. Kostov bir balıkçıydı, teknesi vardı ve Ramazan’la Asiye’yi kaçırsa kaçırsa o kaçırır, denizden aşırır, Türkiye’ye ancak o ulaştırırdı.
Sofya- Burgaz yolu Koca Balkan’ın güneyinden, kimi yerlerde dağlara girip çıkarak, kimi düzden çukurlara inerek, köprüden, dereden geçerek, kıvrılarak, dönerek, bir tepeye çıkıp bir çukura inerek uzayıp gidiyordu. Otobüsün üstüne binip bir dikilsen; kollarlını kartal kanadı gibi açıp iki yana gersen; bir elin mavi mavi tüten Balkan dağlarına, bir elin de yeşil ovaya, ekinlere, güllere, al etekli gelinciklere değerdi. Eski İstanbul- Kırklareli yolu da böyledir. İstanbul’dan çıkıp Kırklareli şehrine doğru giderken Vize’yi geçince tepe bir yerde dur, dikil; kollarını iki yana açıp ger; işte o zaman bir elin Istranca dağlarının eteklerine ve tepelerine, bir elin de Ergene ovasının bereketli düzüne, ekinine, gündöndüsüne değer. İki yol birbirine çok benzer…
Burgaz şehrinde dondurmacının evi vardı. Evin ağaçlı çiçekli bahçesi vardı. Ayva, nar, kiraz, muşmula, hünnap, hanımeli sarmaşık, kokulu ıhlamur, çiçekli leylak vardı. Keçimemesi üzümlü asması, asmanın çardağı, iyot kokan deli dalgalı deniz, çığırtkan martılar ve çocuk gibi ağlayan Yunuslar vardı.
Burgaz’a geldiklerinde,“bizim eve gitmeyelim” dedi Süleyman, “daha dün gelmiştim de…”
Süleyman Latifov, yirmi sene önce Burgaz’da yaşarken, karısı onu terk edip gittiği zaman, o da sarı saçlı iki küçük kızla yapayalnız kaldığı zaman Gabrova’daki köyüne gitmiş; anasına, babasına çok dil dökmüş ama onları ikna edip buraya getirememişti. Kaç sene önce babası öldüğü zaman yaşlı anası naçar kalınca köyündeki evinden kalkıp oğlunun Burgaz’daki evine gelmiş şimdi burada yaşıyordu. Asma altında oturuyor, belki Süleyman’ın dediği gibi kan kırmızısı şaraplardan içmiyordu ama denizi dinleyip dinleniyordu.
“Şimdi eve gidersek yaşlı anam merak eder, daha dün gittiydin gene neden geldin der. Vesveseye düşer, sual üstüne sual eder. Ne söylesek derdimizi anlatamayız. Sonra ortalığı velveleye vermesin, biz dosdoğru limana gidelim…”
Tevfik Tekmen 1982-2008/Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.