Son Kez Ölüm 4 - FİNAL
Laboratuara girdik. Profesör, şalterleri tek tek indirdi ve devasa bir odada olduğumuzu o an fark ettim. Çok büyük bir yer ve çokça da dolu bir yer. Tesla bobinleri, kablolar, kocaman makineler, bolca da tuşlar, kollar. Bu tür şeylerin gerçekten var olduklarını düşünmemiştim.
“Sabaha kadar orada dikilecek misin evlat ?” dedi.
“Sabaha kadar soru sormazsın umarım. Yapabileceğim bir şey var mı ?”
“Şu koltuğa geç” dedi. Parmağının gösterdiği yöne baktım. Delilerin bağlanıp beynine elektrik verildiği ve onların çırpınmaktan başka hiçbir şey yapamadığı bir sandalyeye benziyordu. Gidip oturdum. Gelip ellerimi bağladı. Kafama garip bir başlık geçirdi. Sandalye yatay konuma gelmeye başladı yavaşça. Sonra büyük bir fırına benzeyen bir makinenin içine götürdü.
“Gitmeyi düşündüğün tarih ne evlat ?” dedi.
“Yanlış hatırlamıyorsam 13 Ağustos 2001’di. Evet evet, Litvanya, 13 Ağustos 2001”
“Yanlış hatırlamıyorsan iyi edersin. O günü sana hatırlatacak bir şey var mı? Sapma miktarını azaltabilir bu”
“Gözlerimi kapatmak yetiyor profesör” dedim. Hazır olup olmadığımı sordu. Ne kadar beynimin bir tarafı salakça bir şey yaptığımı mırıldansa da profesöre hazır olduğumu söyledim. Damarlarıma garip renkli ve haddinden fazla yakıcı bir sıvı zerk etti. Makinenin kapısını kapattı. Geriye doğru saymaya başladı.
Hafif bir sarsıntı ile garip elektrik sesleri yükselmeye başladı. Ardından parlak bir ışık gözlerime saldırmaya başladı. Bağırmaya başladım. Patlama sesleri geliyordu etraftan. Profesörün makinenin kapısını yumrukladığını gördüm en son. Duyduğum acı o kadar fazla geldi ki artık hissetmemeye başladım. Gözlerimi yumdum.
Çok yakınlardan dalga sesleri geliyordu. Pantolonum ıslanmıştı. Korkudan altıma yapmıştım galiba. Gözlerimi korka korka araladım. Elimi uzatsam güneşi tutacak kadar yakındım sanki. Her şey o kadar parlaktı ki beynim yerinden fırlayacaktı. Gözlerim alışana kadar kısık tuttum. Yattığım yerden kalkarken sahil kenarında olduğumu fark ettim. Sadece pantolonum değil tamamen ıslanmıştım. Ayağa kalktım ve şehre doğru yürümeye başladım.
Profesör başarmıştı. Litvanya’da olduğumu anlamam çok sürmedi. Tam zamanında olmam gereken yerdeydim. Sokakları, caddeleri hatırlamaya başladım. Buradaki görevimi hala bilmiyordum ama hatırladığım şey yemek yediğim restorandı. Yanlış hatırlamıyorsam tam da bu saatlerde oradaydım.
Birkaç kişiye sorduktan sonra kendimi buldum. İçeride bir şey yiyordum. Yolun karşısından dikkat çekmeden izledim. Bir sorunum vardı. Kendimi bu şekilde hatırlamıyordum. Kalkıp hesabı ödedi. Dışarı çıkıp güneş gözlüğünü taktı. Arabasına doğru yürüyünce ben de bir taksiye atlayıp takibe devam etmeliydim. Alelacele bir taksi çevirip takibe başladım.
Başım dayanılmaz bir şekilde ağrımaya başladı. Gözlerimi kapattım ve daha önce görmediğim birkaç kare gördüm. Yeniden hatırlamaya başladım. İnterpol’un kırmızı listesindeki bir hedefi vurmaya gidiyordum. Emir kesindi ve durmak ya da başka bir şans yoktu. Bugün bu iş bitecekti.
Yanlış giden şey ise girdiğim evde belirtilen kişinin olmaması ve benim bunu öğrenmemin çok geç olmasıydı. Kadın ve çocukları öldürecektim. Kendimden önce oraya varmalıydım. Takibi bırakıp kısa bir yoldan götürmesini söyledim şoföre. Tahminimden daha uzun sürdü yol. Eve geldiğimizde arabamı orada gördüm. Geç kalmıştım.
Başaramadım. Tüm hayatımı mahveden laneti durduramayacaktım. Yıllarca bu vicdanımın ruhumu parçalamasına engel olamayacaktım. Ruhum bedenimi terk etmek için hamlesini yaptı fakat boğazım düğümlendi. Yutkunamadım. Ya hala geç değilse.
Koşarak apartmanın kapısından daldım içeri. Basamakları inlete inlete koştum yukarıya doğru. Hayatımın son maratonunda yorulmak bilmeden çıktım basamakları. Ciğerlerim patlayasıya kadar koştum. Bir el silah sesi duydum. Olamaz. Anneyi vurmuş olmalıydım. Hedefin nerde olduğunu öğrenmek için adamı sorguya çekmiştim ve anlatasıya kadar tüm ailesini vuracaktım. Yukarıdaki herif sadece bir piyondu. Ben bilinçli bir şekilde tüm aileyi öldürmüştüm. Daha net bir şekilde hatırlamaya başladım. Son nefesimle daldım eve.
Sağlam bir tekmeyle kendimi yere yığdım. Sandalyeyle kafama doğru bir darbe indirmeye çalışırken, gençken ne kadar çevik olduğumu unuttum ve seri bir çelmeyle yere yığıldım. Sol omzuma bıçak sapladı. Sağ kroşemi çenemle tanıştırdım. Tekrar yıkıldı. O anlık boşlukta yerde duran silaha doğru süründüm. Namluyu hızlıca kendime doğru çevirdim.
Göz göze geldik. Beni tanıdı. Şaşkınlığıyla bir şey diyemedi. En sonunda birkaç kelime dökülmeye başladı ağzından:
“Ama sen. Sen bensin”
“Aslına bakarsan, ben hiç senin gibi bir pislik olmayı istemezdim” dedim ve işi daha da zorlaştırmadan sözü tabancaya bıraktım.
Tek bir kurşun. Tam iki kaşın ortasında estetik bir delik açıldı. Ölürken bile yakışıklıydım. Boğazım daha da düğümlendi. Burnumun üstünden ılık bir şey aktı. Elimle dokundum. Kan. Geçmişimde ölmüşsem geleceği temsilen yaşamam olanaksızdı.
Aslında bu şekilde yaşamak, ölmekten daha beterdi. Geçmiş hatalarla her gün yeniden kalbinin işkence çekmesi, aldığın nefesin aldığım hayatlardan süzülerek, acı bir şekilde ciğerlerime inmesi ve oradan tüm vücuduma dağılıp yakması, ruhumun bu denli benden nefret etmesi.
Dizlerimin üstüne düştüm. Nefes alamıyordum. Almak da istemiyordum. Son kez vücudumu yere bıraktım. Öldürmek için geldiğim adama doğru baktım. Gülümsedim.
PLASEBO
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.