SEVGİLİ GÜNLÜK
tuna kiremitçi olsa ‘yalnızlıkla sabah yedide uyandım’ yazardı, fakat ben yanlışlıkla sabah yedide uyandım. yanlışlıkla gece birde uyuma nedenimin sonucuydu elbet bu durum. gece birde uyumamın nedeni de alınan alkol ise, ortada bir yanlışlık yoktu. hayat, apaçık neden-sonuçlar silsilesiydi.
geceleri yaşayan biri olarak ne yapacağımı şaşırdım. normal şartlar altında bu saatlerde esnemeye başlar, bir iki saat daha oyalanır, hayatın ne garip olduğunu düşünüp bir sigara içer, yatardım. oysa şimdi bilmediğim bir saatte uykusuz olarak yalnızdım. yarım saat kadar ne yapmam gerektiğini düşündüm. kahvaltı yapmaya karar verdim. düşünmek işe yaramıştı besbelli. fakat, alışık olmadığım kahvaltı faslı uzun sürmedi. her şey dahil; otuz beş dakika. sonra bir çay daha içmek geldi aklıma, bir çay daha içtim yavaşça, on beş dakika. ardından bir kahve ve tıkandım. tıkandım. saat sekizi çok geçmemişti ve benim yapacak bir şeyim kalmamıştı.
hiçbir şey yapmadan kırk beş dakika bekledim. zaman nasıl da hiçbir şey yapmadan geçiyor diye düşündüm. acaba daha ne kadar hiçbir şey yapmadan geçebilirdi? iki saat daha hiçbir şey yapmadan geçti sonrasında. hacimli bir cevap oldu bu benim için. ele gelip, surata çarpılacak bir cevap. toparlandım. bir şeyler yapmaya karar verdim ve gittim kapının kulpuyla oynadım biraz. oğuz atay geldi aklıma. az, hakan günday, olric, korkuyu beklerken, tutunamayanlar da yürüdü atay’ın arkasından. pencereden baktım, buz dolabının kapağını açıp kapadım, salona gittim, kumandayı elime alıp bıraktım, mutfağa geri döndüm ve ketılı elledim. bu esnada sıra dışı bir şey oldu; ketılda su kaynattığımı fark ettim. su kaynamıştı, ketıl sıcaktı ve ben fazla uzaklaşmış olamazdım. hiçbir şey yapmadan geçen iki saatin son çeyrek diliminde ketıla su koymam geldi aklıma. bir şey yapmış olmanın sevinciyle yaklaşık yirmi dakika daha geçirdim.
spor yapmaya karar verdim. sahile çıkacak, on kilometre koşacak ve eve dönecektim. yarım litrelik su almak için tekele girdim ve soslu mısırla kasada buldum kendimi. gözlerim ise yumurtaların yanındaki midyelerde kalmıştı. bu saatte midyenin ne işi olduğunu düşünürken, “akşamdan kalmalar” diye gözlerimden yakaladığı soruya cevap verdi tekel sahibi. zeki esnafı severim. altı tane midye yedim. bayat midyeleri yiyerek tekelcinin zekasını ödüllendirdim. eve döndüm. hayat, siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir diye bir söz geldi aklıma. yatağa uzandım. otuz altı dakika. ölümcül bir boşluk. acı verici.
telefonum çaldı. arayanı görene kadar sevindim. uyumadın mı dedi, bu saatlerde uyuyor olacağımı, üstelik, uykunun daha bir ya da ikinci saatinde olacağımı biliyordu. neden arıyordu o zaman? şansını denemek istemiş. uyumadım dedim. mecidiyeköy’e çağırdı. çok meşgul olduğumu, işlerden kafamı kaldıramadığımı, ve neredeyse bir bu kadar daha iş olduğunu söyledim. ‘neredeyse bir bu kadar daha iş’e kadar ısrarlarını sürdürse de, ‘neredeyse bir bu kadar daha iş,’ miktar olarak onu ikna etti. insan bilmediği şeyden korkuyordu işte. mutlu oldum. ben zeytinburnu’nda boşluktan amuda kalkarken, mecidiyeköy’de oldukça yoğun bir oktay vardı; işlerden kafasını kaldıramayan bir oktay, para kazanan, saygı duyulan bir oktay. “gerçekten de helal olsun sana” dedim mecidiyeköy’deki oktay’a, ben bile saygı duyuyordum ona. bu iyi bir fikirdi. cihangir’de çalışan bir arkadaşımı aradım, merak ettim diyerek inceden hatırını sorduktan sonra, ben de çok yoğunum, işlerden kafamı kaldıramıyorum, bir bu kadar daha iş var diyerek cevap verdim sormadığı soruya. üzülmüş gibi yaptı, kapattık sonra. çalışan oktaylar artıyordu ve beni kimse durduramazdı. bağcılar, bakırköy, küçükçekmece, halkalı, kadıköy, osmanbey, topkapı, üsküdar ve istanbulun dört bir yanında ssk’lı işi olan arkadaşlarımı aradım. hepsinin hatırını sordum ve hepsine cevap verdim: ben de çok yoğundum, görselerdi inanamazlardı, bu ne işti ki böyle, bırakabilirdim, artık dayanamıyordum, otuz saattir uyumuyordum işte, daha ne olabilirdi ki?
istanbul’un dört bir yanında çalışan oktayların şerefine bir sigara yaktım. annem odaya girdi. sigaraya balkonda devam etmek zorunda kaldım. annem balkona geldi, iş bulmam gerektiğini söyledi. çalışıyorum dedim. anlamadı. anlatamazdım. annem paraya bakardı sonuç olarak. oktay diye bir ses duydum. balkondan baktım. dün motorunu alan arkadaş gelmiş motoruyla. yukarı gel dedim, sen gel motora bak dedi. haklıydı. benim bakılacak bir şeyim yoktu. aşağıya indim. ne yapıyorsun dedi, hiç dedim. sen neler yapıyorsun dedim. anlattı: çok yoğundu, yoruluyordu… al sukutırını (lahmacuncu motoru) turlayalım dedi. sukutırı sattığımı söyledim. kredi kartı borçları vardı. eee sen ne yapıyorsun dedi daha önce sormamış gibi. hiç dedim, versene şu motoru.. sonra bindim, vitesi boşa aldım, gazı kökledim. bağırtıyordum motoru, it gibi, serseri gibi bağırtıyordum. sonra, uyuyan bir çocuk varmış, annesi söyledi. arkadaşın da gitmesi gerekiyormuş zaten. ölme dedim, insan bi hayırlı olsun der dedi. ölmemesinin daha hayırlı olacağına dair ikna edebilirdim. etmedim. eve dönerken yere tükürdüm, bir kedinin suratına geldi. bir kedinin suratına tükürmek neşelendirdi beni. aslında dedim, bunu bilinçli yapmak gerekir; bir kediyi yakalamak, ön bacaklarından tutup yukarıya kaldırmak, suratına tükürmek gerekir. niçin peki? hiç.
YORUMLAR
Çavdar tarlasında çocuklar kitabını okuduysanız ki içimden bir ses öyle der Holden'ın ağzından bir gün dinlemiş gibi hissettim.Kendini tiye alacak kadar rahat içinde bulunduğu çıkmazdan çıkacak kadar cesur bir kalem gibi.Ya da ona göre çıkmaz değil ama çevresindekilere göre bir çıkmaz ? Her neyse kalem iyi yazmış okutuyor ama annede haklı bir iş bulmak gerek.Güzel günler dileğiyle.