- 2620 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
EKMEK
Bu fotoğrafta Almanya’ya ilk giden Türk işçilerinin İstanbul ve Almanya’da Alman doktorları tarafından muayene edildiklerini ve ilk gidenlerini birbirinden nasıl utandıklarını görüyoruz.
EKMEK
Geceden kalan ağırlık, yerini doğan güneşle birlikte; değişik duygulara bırakıyordu. Yorgun gözlerini oğuşturdu. Anadolu’nun bu şirin ve küçük kasabasında, bu gece yaşanan olay, kasabaya yayılırsa ne yapardı? Dün gece babasıyla yaptığı kavgayı tesirindeydi hâlâ. Bir sonuca varmak istiyordu. Olaya ne taraftan bakarsa baksın; hep kendisini haklı görüyordu. O genç dimağında birbirinin içine girmiş binlerce soru karşılıksız kalıyordu. Babasının ona yaptıklarını asla kabul edemiyordu. Evden kovduracak kadar babasına ne yapmıştı... Üzerinde en çok cevap aradığı soruydu bu.
Gün aydınlanıncaya kadar kasabanın ıssız sokaklarında volta atmıştı. Hem yürüyordu, hem de kırık plak gibi aynı yerde dönüp durarak aynı şeyi tekrar ediyordu. Yaşlı Kunduracı sabah namazından sonra dükkâncığını açmıştı. Kahveci kel Ali’nin çırağı da çayı demliyordu. Demlikten yükselen buharının sesi çayın demlendiğini haber veriyordu. Sabah namazından çıkan cemaat, özellikle işleri olmayan, emekliye ayrılmışlar ve ihtiyarlar kahvenin en erken gelen müşterilerindendi.
Ağır ve karanlık yaz gecesinin verdiği ürkeklikle kahveye geldi. ,,Çay içeyim" bari dedi. Dut ağacının altına iskemlesini atıp oturdu. Doğan güneşin Beşparmak dağlarına yaptığı renk oyunlarını seyretti. Bir rüyâ alemi gibi açılan gökyüzüne doya doya baktı. Zaman öyle geçmişti ki yanına gelen komşu Hacı amcayı dahi farkedemedi.
“Yanına oturabilir miyim?”
“Tabi ki, Hacı amca! Buyurunuz.”
Hacı amcanın oturmasından sonra sanki mahmur yüzüne soğuk su dökülmüş gibi uyandı. Havadan sudan konuştular. Çırak çayları getirdi. Çaylarının şekerini ses çıkartarak karıştırdılar. Ardındanda yudum yudum içtiler. Bir daha istediler. ,,Acaba Hacı amca da babasının onu evden kovmasını duymuş muydu... Eğer duyduysa konu komşuya rezil olduk demektir diye aklından geçirdi. Hem kendisine, hem de babasına kızıyordu. Ne olacaktı şimdi hali? O çalımlı çalımlı gezdiği anları getirdi göz önüne. Gönderiyordu babası bol para. İşi gücü sadece o zamanlar parayı almak ve gelişi güzel harcamaktı. Böyle düşünürken dalıp dalıp gidiyordu. Birden;
“Oğlum, bu gece nerede idin?”
“Hiç, Hacı amca.”
“Hiç demekte ne? Hiç diye bir yer tanımıyorum! Yoksa evde değil miydin?”
“Evde de sayılır”
“Sayılır ne kelime! Sen uyumamışsın galiba?”
“Yooo! Uyudum.”
“Gözlerinden belli. Uykusuzsun”
“Uyuyamadım da...”
“Pek uykusuzluğa benzemiyor bu. Kavga filan mı ettin?”
“Hııı!”
“Babanla mı?”
“Hııı!”
“Hılamayı bırakta, neden kavga ettiniz? Anlat bakalım.”
“Dün sofrada yemek yerken, ağzım batmıştı. Ağzımı ekmek parçası ile sildim. O ekmek parçasınıda çöpe attım. Babam kızdı. Ben de: ‘Ne kızıyorsun! Alt tarafı bir ekmek parçası’ dedim.”
“Biliyor musun nasıl kazanıldığını?” diye bağırdı.
“Ne var bilmeyecek! Çok kolay kazanılıyor! Diye bağırarak cevap verdim.”
“Bu bir nimettir!” Dedi.
“Ne olacakmış nimetse? Der demez küplere bindi. Bana aniden bir tokat attı. Ben de sofrada ki ekmeği kapıp, olanca gücümle yüzüne fırlattım. Öfkeden kıpkırmızı olan babam beni yakalamak istedi. Kendimi hemen kapıdan dışarıya attım. Babam arkamdan tekrar koştu. Fakat ben köşeyi çoktan dönmüştüm.”
“Ya! Öyle mi oldu? Bizim hanım, seni evden kaçarken görmüş. Bana anlattı. Gece babanla konuştuk. Babana ‘Çocuktur, bir çocukluk etmiş’ dedim. Olgun karşılayan baban, başından geçen şu olayı anlattı.”
“Biliyorsun bundan on beş sene önce Almanya’ya işçi gönderme durumu çıkınca; ben de müracaat ettim. Burada bir dilim ekmeğe muhtaç idik. Toplayıp tası tarağı, düştük gurbet ellere. Doldurdular bizi Sirkeci’den trene. Derken vardık Köln tren istasyonuna. Benim gibi iki insan iriliğinde bir Alman bizi karşıladı. Derken yanında, bizim gibi ufak tefek, fakat düzgün giyimli bir kişi daha peydah oldu. O bize:
“Hoşgeldiniz hemşerilerim!” Dedi. Kendi dilimizle bize hitap edilince sanki kırk yıllık tanıdıkmış gibi adama sarıldık. Dostça kucaklaştık. Sonra bize:
“Bu adamın emrinde çalışacaksınız. O bey sizi alıp istirahat edeceğiniz yatakhanenize götürecek. Yarın dinlenip salı günü işe başlayacaksınız.” Dedi.
“Sağ ol hemşerim! Allah razı olsun!” Dedik hep bir ağızdan.
O adam önde biz arkada, ellerimizde tahta bavul, başımızda şapka düştük yola. Herkes bize bakıyordu. Kimi tebessüm ediyor, kimi hayretle karşılıyordu. Arasıra bir şey söyleyenler oluyor ama biz anlamıyorduk. Çok ayrı bir dünyadan başka bir aleme gelmiştik. Biz de şaşırıyorduk. Hayatta hiç görmediğimiz işler vardı orada. Derken uzun bir tranvaya bindik. Bizim yatakhane olacak yere geldik. Sarı renkte, ev gibi fakat eve benzemiyordu. Bir acaip şeydi. Üçer üçer taksim olup, herkes bir barakaya yerleşti. Allah Allah içlerisi dışarısına benzemiyordu. Sıcak - soğuk suyu vardı. Köşede bilmediğimiz bir türde duran bir şey vardı. Telefon zannettik önce. Meğer duşun su fışkırtan yeri imiş. Yerleştirdik tahta bavullarda ki eşyalarımızı. Yaktık birer sigara... Daldık düşünceye. Epey zaman geçmişti geleli. Açıkmıştı karnımız. Su içtik su ile de doyulmuyor ki... Konyalı arkadaşı ekmek almaya yolladık. Daha kapıdan çıkar çıkmaz bir patırtı kütürtü koptu. Koşarak geldi içeriye Konyalı.
“Yahu kapıdan çıkınca, dışarıda ki ayı gibi iri bir adam bana bir şeyler dedi ama anlamadım. ,,Bunda da vardır bir hayır" deyip oturduk. İkindi geçti.
Yeni doğmuş çocuk gibi olduk. Pazartesini´de böyle aç-ekmeksiz geçirdik. Ümidimiz işe başlayacağımız güne kaldı. Eğer tercüman gelirse ondan öğreniriz dedik. Pazartesini salıya bağlayan gece de aç kaldık. Aça dokuz yorgan örtmüşler de yine uykusu gelmemiş. Onun gibi bizde sabaha kadar uyuyamadık. Alman şef, erkenden gelerek bizi işlerimizin başına götürdü. Ne kadersiz insanlarmışız meğer bizler... Demir döküm fabrikasına geldik. Ellerimize birer eşya ve başlık verdiler. Her birimizin yanına da bir alman usta koydular. Almanlar kendi aralarında bir şeyler konuştular. Ustalarımız bize elleriyle gel işareti yaparak, onlar önde biz arkada, gülünç bir vaziyette vardık iş yerlerimize. Adam işaret ediyor "Kaldır!" diye. Kaldırıyoruz o ağır demir külçelerini. Aç karına elimizdeki yükleri taşıyoruz. Gözlerimizi adama diktik. İşaretle anlaştığımız için kulak işe yaramıyordu. Açlık ve ter yakamızı bırakmıyordu. Kararıp gidiyordu gözlerim... açlıktan başım dönüyordu. Kendi kendime “Dayan Mehmet dayan! Elin oğlu bir parça ekmek verecek, fakat üzeri kanlı! Terinle kanını silebilirsin yersin ekmeği!” derken. Aniden bizim tercüman geldi. Bıraktım işi, koştum sarıldım boynuna.
“Söyle hemşerim söyle!” Dedim.
“Neyi?”
“Ekmek!”
“Ne olacak o?” dedi gayet sakince.
“Üç gündür açız! Ne demek ekmek?”
“Ekmeğe ,,Brot" derler.”
Nasıl ekmek alınacağını, ekmeğe suya ne denileceğini öğretti o gün hepimize. Öğle yemeğini beraber yedik. Bizim oğlan da televizyonda ağzını ekmekle silen sosyeteleri görmüş de... O israfçı zümreye özeniyormuş. Onun için biraz darıldım,” diye baban bahsetti.
Hacı amca bütün bu olayları anlattıktan sonra; gencin yüzüne baktı. Sicim gibi yaşlar geliyordu gözlerinden. Babasının binlerce zahmetle kazandığını israf etmenin ne kadar ayıp olduğunu, yüzü kızararak anladı. Daha fazla duramadı ve koşar adım evin yolunu tuttu.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 1989