- 2072 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Taze Toprak
Karşı apartmanın balkonunda küçük bir kız anlatıp duruyor. Sesindeki rengârenk bahçeden uçurtmalar salıyor dört bir yana. Koşturup duruyor anlattığı hikâyenin içinde. Yanında anneannesi, hiç renk vermiyor dışarıdaki bahçelerle ilgili… “Taşlar da var bir yerlerde, takılıp düşebilirsin” diyen tek bir dokunuşta bulunmuyor kelimeleriyle, ikide bir araya girip. “Varsın koştursun torunum o geniş, püfür püfür bahçede” diyen bir kucak olmuş suskunluğu, küçük kızın çıngıraklı kahkahalarına duvar olup çarpmak yerine sarıp sarmalıyor sıcacık. Arasıra mırıltı düzeyinde bir perdeden birkaç kelime iliştiriveriyor sadece, torununun anlattıklarına.
Bir yanım küçük kızı çok seviyor. Kılına zarar gelmesin temennileriyle kulak vermeye devam ediyor dünyayı küçük bir balkona sığdırabilmek için nasıl bir yöntem geliştirmiş, bir öncelik listesi yapmış mı, anlamak için… Tam da düşündüğüm gibi gereksiz şeylerin kendine yer bulamayacağı kadar özenli bir düzenleme yapmış bu balkona doldurmaya çalıştığı dünyada. Anneannesine az sonra çıtlatmayı düşündüğü o teklife sağlam dayanaklar sunmak istiyor olmalı, onu böyle allayıp pullayarak. Bir yere gitmek istiyor, belli… Ama bu fikri açmak için öncelikle kapıyı bir parça aralamalı dışarıya şöyle, evden çıkmaya hiç niyetli görünmeyen anneannesini iyice bir dürtmeli… O da bunu yapıyor işte şimdi, sesindeki bin bir renkle gitmek istediği o yeri baştanbaşa boyayarak gönlünce.
Nermin Hanım resimleri seviyor olmalı… Gerçek dünyaya ne kadar yakın oldukları hiç umurunda değil çünkü… Hiç müdahale etmiyor torununun dünyayı orasından burasından çekiştirip bambaşka bir şekle bürümesine. “Senin çizdiğin bu resimdeki gibi böyle lunapark gibi bir yer değil orası” demeye yeltenmiyor.
Hatta aksine o da kendince renkler katıyor birkaç cümleyle resme… Torunu iyice içine girsin diye ayrıntıları daha da belirginleştiriyor. “İnsanlar çok iyi” diyor en çok da, farklı farklı kelimelerle de olsa. Bu yargıyı o kadar çok tekrarlıyor ki; küçük kızın bahçesindeki, küçücük izlerin bile görünür hale geldiği tazecik toprakta, en derin iz o oluyor: İnsanların iyiliği…
Küçük kızı delice kıskanıyorum o izi gördükçe bahçede. Onu seven yanımın şimşek çakan bakışlarını görmezden gelip küçük bir kız oluyorum ben de birkaç saniyeliğine… Kimse bana insanların iyi olduğundan söz etmiyor savrulduğum o zaman parçacığında. Bahçeler taşmıyor sesimden bu küçük kız gibi… Hep taşlı yollar var konuşmalarımda… Uçurtma uçurmaya müsait olmayacak kadar engebeli…
Bu yüzden bu kız böyle taşsız, pürüzsüz yollardan geçerken sesinde, kelebeklerle, çiçeklerle haşır neşir bir bahçede yürürken; diğer küçük kızı hatırlıyorum hemen… İçim sızlıyor. Haset dolu bakışlar gönderiyorum karşı apartmana bu yüzden… Ve geri dönüyorum, annemin yanında küçük ellerim titreyerek çay bardağını tuttuğum o an’a. Çayı dökmekten ölesiye korkuyorum… Çünkü o zaman oyun bozulacak, ortaya çıkacak birden: Küçük bir kızım ben. Oysa şimdiye kadar odadaki tüm kadınlar benim kendileriyle yaşıt olduğumu düşünüyorlardı. Çünkü öyle olmasa az önce nerdeyse çayın dökülmesine neden olacak kadar büyük bir sarsıntı geçirmezdi bedenim. Gerçi sarsıntı ruha mı dairdi, bedene mi çözecek durumda değildim yaşım itibariyle. Ama şunu söyleyebilirim; duyduklarım yaşını başını almış birini bile epey bir afallatırdı herhalde.
“Burada ne arıyorum ben” diyorum tam kanıksamışken bu koca koca kadınları, annemin yanında gayet doğal bir tavırla kurabiyelerimi yerken. Bir kelime alıp savuruveriyor beni, gerçekte olmam gereken o yere. Bir altın gününde komşuları çekiştiren kadınların arasına karışıp onlarınkine benzeyen; içinde hep bir şeyler saklı, tedirgin gülüşlerde kaybetmek yerine çocuk gülüşlerimi, yaşıtlarımla olmalıyım ben.
“Sürtük” demişti o nazlı nazenin, şık giysili kadınlardan biri. Az önce anlattığı hikâyenin başkahramanlarından biri için kullanmıştı bu ifadeyi. Bir ihanet vardı ortada. Bir kadın başka bir kadının canını fena yakmıştı. Kötü kadınlar vardı bu dünyada… Ve karısının canını yakmaktan zerre korkmayan insafsız erkekler…
O zaman iyice emin olmuştum işte: Ben küçük bir kız değilim… Hani şu kazara sert bir esintiye maruz kalıp da ruhu örselenmesin diye üzerine titrenen… Hayata karşı kocaman bir paravan olunan önüne, çevresindeki büyüklerce… Yanındayken kelimelerin özenle bin bir elekten geçirildiği…
Şimdi karşı balkondaki bu kadın gibi resimler çizmeme izin vermemişti büyüklerim. Gerçi yasaklamamışlardı da ama öyle gerçekçi bir resim koymuşlardı ki önüme, dünyayı öyle bir çerçeveye hapsetmişlerdi ki, o sınırları bir türlü aşamıyordum. Karşı balkondaki küçük kız gibi bilmediğim bir yeri gönlümce renklerle süsleyemiyordum zihnimde. Çocuk kalbimin sıcağını üfleyip yumuşatamıyordum gerçeği.
Bu tatlı kız biraz büyüyüp de daha yakından tanımaya başladıkça gerçek dünyayı, muhtemelen hala şimdi anneannesine anlattığı dünyanın renklerini bulacaktı onda… Gördüğü benim gördüğümle aynı dünya da olsa O yine de uçurtmalar saldığı bir bahçede gezer gibi gezinecekti içinde. Çünkü taze topraklarda her şey bir iz bırakırdı mutlaka kendinden. Tıpkı bir çocuğun tazecik zihni gibi… Ama bir çocuk zihninin taze topraktan çok önemli bir farkı vardı. Orada izler asla silinmezdi çünkü. Ne yağmur işlerdi o toprağa, ne de fırtına… Hep aynı mevsim hüküm sürerdi çünkü orda. Hep aynı bahar… Başka yaşlar, başka mevsimler o toprağa hiç dokunmadan, büyük bir saygıyla geçer giderdi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.