- 570 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Aşk: "Tavuk yumurtlarken, horozun götünün acımasıdır."
Arabamı mahallenin girişindeki park yerine bıraktım. Belediye asıllarına uygun restore etmeye çalıştığı evlerde hummalı bir çalışma var, sokak tam bir şantiyeyi andırıyor.
İsmail dedenin evi, sokağı ikiye ayıran çatalın tam ortasında bulunuyor. Belediye yetkilileri defalarca evin restore etmek için izin almaya gelmişler İsmail dede ye ancak, bir türlü ikna edememiş. En sonunda yetkililer birde benim konuşmamı istediler.
Bende mimar olarak daha önce yaptığım evlerin fotoğraflarının bulunduğu bir dosya ve belki şaşıracaksınız ama bir termos, biraz şeker, iki bardak ve buraya gelmeden önce uğradığım pastaneden aldığım sıcak kuru pasta ve börekle eve doğru yürüyorum.
Artık yıkılmaya yüz tutmuş, bahçe duvarındaki kapıyı bir demir parçası ayakta tutuyor, kapı yarı aralık kapıyı hafifçe kaldırarak biraz daha açıyorum. Evin bahçesinde küçük bir masa ve iki tane tahta tabure var, birde uzun süredir çapalanmamış, sulanmamış artık kurumaya yüz tutmuş, toprakla çevrilmiş küçük bir bahçe.
İsmail dedenin duyması için hafifçe bağırarak “Selamun aleyküm” diyorum. Ancak hiçbir yanıt gelmiyor. Birkaç defa daha tekrarlıyorum. Sonuç değişmeyince, yeşil yağlı boyayla boyanmış artık iyice kuruduğu için derin çatlaklar oluşmaya başlamış tahta kapıyı açarak içeriye giriyorum. Giriş katta, eski Türk evlerinde olduğu gibi mutfak ve kiler var, hafif başımı uzatarak mutfağa bakıyorum, içerisi havalanmamış, uzun süredir bir kadın eli değmediği belli oluyor, üç beş kabın haricinde, diğerlerinin üzeri hafif bir toz tabakasıyla kaplanmış.
Her bastığımda gıcırdayan merdivenin yardımıyla üst kata çıkıyorum, ortasında fırın tipi bir sobanın olduğu geniş salonda İsmail dedeyi bir sedire uzanmış yatarken buldum. Rahatsız etmemek için parmaklarımın ucuna basarak yürüyorum ne kadar çok dikkat etsem de yine de yılların verdiği yorgunlukla evin tahtaları gıcırdıyor. Sanki artık ömürlerinin dolduğunu üzerlerine her basan kişiye bir şekilde haber veriyorlar.
İsmail dede bir battaniyenin altına girmiş uyuyor, biraz yaklaşıyorum yaşlılığın etkisiyle yanakları dışarı çıkmış, biraz uzunca olan sakalında hiç siyah kıl kalmamış, nur yüzlü bir ihtiyar İsmail dede. Biraz onu izledikten sonra hafifçe geri çekiliyorum ve salonun kapısına vuruyorum.
Hafifçe doğruluyor, ilk önce beni fark etmiyor, sanırım yaşlılığın etkisiyle gözleri artık eskisi gibi iyi göremiyor, titrek sesiyle “Kim var orada?” diyor.
“Selamun aleyküm” diyerek ona doğru yaklaşıyorum ve hafifçe titreyen elini öpüyorum. Anlayacağı şekilde yavaş yavaş geliş nedenimi anlatıyorum ona.
“Mühendis bey, buralara boşuna zahmet edip gelmişsiniz, ben evimi vermeyeceğim”
Titreyen elini elimle tutuyorum, yaşlılıktan artık canlılığını kaybetmiş derisini süsleyen ak sakalını diğer elimle hafifçe okşadıktan sonra “Neden peki dede” diyorum.
Gözlerini, artık yer yer çatlamış, dökülmüş yıllardır badanası bile yapılmayan duvardaki tahta çerçeveli bir fotoğrafa dikiyor, alabildiği kadar, derin bir nefes alıp bırakıyor, iç geçiriyor.
Yerimden kalkarak duvardaki fotoğrafı alıyorum “Ninem mi?” diye soruyorum.
Hafifçe başını salladıktan sonra, çerçeveyi elimden alarak kucağına görebileceği şekilde koydu. Dikkatlice fotoğrafa bakarken, İsmail dedenin gözlerinin nemlendiğini görmek beni de duygulandırdı.
Birkaç dakika öylece sessizce oturuyoruz. O eşinin fotoğrafına bakarken bende termostan İsmail dede ye bir bardak çay dolduruyorum. “Dede sana çay getirdim” dedikten sonra elinden fotoğrafı alarak bir kenara bırakıyorum. Pastaneden de aldıklarımı açarak ikimizin ortasına koyuyorum “Tatlı yiyelim, tatlı konuşalım, diye getirdim, afiyet olsun dedem”
İsmail dedenin yüzüne sıcak bir gülümseme yayılıyor “Niye zahmet ettin evladım” diyor titreyen elleriyle bir parça kuru pastayı alırken.
Onu mutlu etmek hoşuma gitmişti, İsmail deden tatlı pastayı yerken, birden aklıma rahmetlik dedem geldi, ben küçükken onun son zamanlarına yetişmiştim. Ağzına her tatlı bir şey aldığında bize “Bir tatlıyı severim, bir de ebeni” der ve ben muzurca gülerdim. Bu anımı İsmail Dedeyle de paylaştım. “Bende öyle severdim, rahmetliyi” dedi ikimizde güldük.
İkinci çayını tazelediğimde İsmail Dede anlatmaya başlamıştı; “Teyzemin kızıydı, köyde beraber büyümüştük, ben onunla on sekiz yaşında evlendim. Oğlum bir yaşındayken askere gittim. Sonra birkaç yıl köyde kaldık, geçim zorlaşmıştı. Birkaç köylümüz buraya şehre gelmişti, onlardan bir sene sonra bizde göç ettik. Geçim zor biliyorsun, köyden geldiğimde az bir param vardı, ilk önce tek bir odada kalıyorduk, sonra bir el arabası aldım ve halden sebze, meyve alıp mahalle aralarında dolaşarak satmaya başladım. Şehre göç edeli neredeyse üç yıl olmuştu, oğlan büyümüş ev bize dar gelmeye başlamıştı ki, bu evin satılacağını duydum. Köyde kalan küçük bir tarlamız vardı, onu da satarak bu evi aldım.”
İsmail dedenin anlatmaktan ağzı kurumuştu, ben çayını tazelerken, oda biraz olsun nefeslenmişti.
“Evi aldığımızda, her yeri dökülüyordu, tahta iskeleti ortaya çıkmıştı nerdeyse, ninenle birlik olup her gün bir yerlerini yapmaya başladık paramız ve gücümüz elverdiğince, inanır mısın, bu evde çok parasız günler geçirdik, birisini bulursak birisini bulamazdık, ama hep birbirimize destek olduk bu günlere geldik. Çeyrek ekmek bulursak, ben yemesi için ona uzatırdım, ninen sen işten geldin, sen ye diye bana tekrar geri uzatırdı. ” Çok ekmeğimize kuru soğanı katık edip yedik ve bu günlere geldik” dedi
İsmail dedenin anlattıkları karşısında duygulanmış, gözlerim nemlenmişti. Biz her şeyi büyük bir hızla tüketmiştik, saygıyı, sevgiyi, aşkı yaşıyorduk ama içi boştu bize bir anlam ifade etmiyordu artık çünkü kavramların içini boşaltmıştık. Bizim için her şey maddiyat olmuştu, kendimizden, insanlığımızdan vaz geçmiş, düşene birde biz tekme atmıştık. Her şeyi günlük yaşamaya başlamış, maddiyatı ararken maneviyatı yitirmiş, eğlenceyi ararken neşeyi kaybetmiş bir toplum olmuştuk.
Aslında gelişen teknoloji bizi belgesellerde izlediğimiz hayvanlardan daha aşağı bir konuma getirmişti, çünkü doğadaki her hayvan ancak ihtiyacı kadar beslenir, sadece aç kalmamak için avlanır ama biz insanoğlu, her şeyimiz olsa bile daha fazlasını isteriz çünkü doymayız. Açgözlülüğümüz bizi kıskanç yapar, kendi elimizdekilere şükretmez, başkalarının elindekilerin de bizim olmasını isteriz. Bunun olması içinde yalan söyleriz, çalar çırparız, iftira atarız, gerekirse can bile alırız. Uzun lafın kısası biz mutluluğun resmini kendi ellerimizle parçalamış yok etmiştik.
İsmail dede düşünceli halimi fark etmiş olacak ki “Evladım, bu kadar düşünme, her şey olacağına varıyor, ölümlü dünya bugün varsın, yarın yoksun, ancak mutlu beraberlik nasıl olur diye sordun ya bana. Sana söyleyim. ”
Bardağındaki son yudum çayı da içtikten sonra hafifçe bana gülerek “Tavuk yumurtlarken, horozun götünün acımasıdır, bunu düşün her şey bunda gizli.”
Çantamdan çıkarttığım, daha önce aslına uygun olarak restore ettiğim evlerin fotoğraflarını tek tek gösterdim, İsmail dede de her fotoğrafa dikkatlice baktı. Özellikle dedemin köydeki evinin eski haliyle yeni halini gösterir resimleri gösterdim. Aynı özeni göstereceğime söz verdim İsmail dedeye.
İsmail dede ile birer bardak daha çay içtik, elini öperek evinden ayrılırken, belediyeden adamların gelmesini istemişti benden evinin restorasyonu için anlaşmayı imzalayacaktı artık.
xesmerkedix.blogspot.com/2012/12/ask-tavuk-yumurtlarken-horozun-gotunun.html
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.