- 898 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Romanın Hikâyesi
Mutfakta çekmecelerin çekildiğini, dolap kapaklarının hışımla ardı ardına açılıp kapandığını, bir bardağın büyük bir şangırtıyla yere düştüğünü duydum. “Mutfağı görünmez güçler basmadıysa çocuklardan biri okuldan gelmiş olmalı. Hayret kapının açıldığını nasıl da duymadım?” diye geçirdim içimden. Duyduğum bu sesler beni o anda iyice daldığım romanın büyülü dünyasından bir başka gerçeğime, yaşadığım dünyaya çağırıyordu. Önce duymazdan gelsem de, “Anne karnım acıktı!” diye bangır bangır bağıran sesin sahibine kulak tıkamam imkânsızdı. Bana bir anne olduğumu hatırlatan işte bu ses, akan suların kesilmesine neden olmuştu.
Hay Allah, tam da ana karakter hızını almış, yardımcı karaktere bir cümle kuracaktı, amiyane tabirle hem de afilisinden. Neyse, “Kızım daha önemli, roman bekleyiversin!” dedikten sonra bilgisayarın tam kapatma tuşuna basacaktım ki hikâyenin tüm karakterleri bir anda karşıma dizilip delici bakışlarını üstüme saplayarak hep bir ağızdan;
“Git git Yazar Hanım, geldiğinde seninle konuşacak mıyız bakalım?” deyiverdiler.
“Bir bu eksikti, durum gerçekten ciddi,” diye düşünüyorum. Yüzlerinden düşen bin parça roman karakterlerine bakıp acilen gönül alma operasyonuna soyunuyorum.
“Yapmayın güzellerim, etmeyin velinimetlerim. Siz akıllı uslu karakterlersiniz anne olduğumu unutup beni cezalandırmak ne kadar adilane bir davranış sizce?”
Ana karakter yazarını tınmıyor bile, omzunu silkerek, “Hıh bize ne senin anne oluşundan. Madem annesin, yazarlık hülyalarına dalmayacaktın!” diyor.
Kuyruğu dik tutmaya kararlı bir şekilde, “Öyle mi olduk şimdi? Çok kütüsün!” diyorum. “Ama şimdi sizin kaprislerinizi çekemem, hemen kızımla ilgilenmeliyim!” diye de ekledikten sonra karakterleri kaldıkları yerde, Word dosyasının beyaz sayfaları arasında bırakıp mutfağa koşuyorum.
Bu sahneler o kadar sık tekrarlanıyordu ki çocuklarım ve roman arasında parçalara bölündüğümü artık iyice kanıksıyorum.
“Anne, abim saç spreyimi almış!”
“Oğlum neden aldın kardeşinin saç spreyini?”
“Anne kızına söyle odama girmesin!”
“Girmez oğlum, ben söylerim!”
“Anne kız arkadaşımla tartıştık, ölmek istiyorum!”
“Hayır kızım, o nasıl söz öyle? Bir daha ağzından böyle sözler duymayayım. Hem arkadaşlar arasında bu tür anlaşmazlıklar olur, konuşunca yine barışırsınız. İletişimi kesmeyin sakın!”
“Tanrım ıssız bir adaya düşmek istiyorum -kalem, kâğıt, huzur- bu üç dileğimin dışında hiçbir şey istemiyorum senden. Lütfen dileğimi gerçekleştir,” dediğim zamanlar da oldu ama böyle zamanlarda hep gaipten bir ses;
“Hayır! Tanrı’yı saçma dileklerinle meşgul etme!” diye yeri göğü inletiyordu. Beni resmen şöyle azarlıyordu o ses, “Bir annenin ıssız adada ne işi olur canım. Otur evinde. Çocukların sana ihtiyacı var, onlardan arta kalan zamanında serbestsin. Yazdın da önünden alan mı oldu romanını?”
Bu işittiğim azardan sonra çoğu kez dilediğim dilekten utanıp yüzüm kızarmıştır. “Çok haklısın gaiplerin efendisi. Ne işim olur benim ıssız adada. Ben anneyim değil mi? Ben size söylememiş olayım. Siz de duymamış olun. Tanrı’ya da söylemeyin bu saçma dileğimi olur mu?”
İki arada bir derede yazmaya çalıştığım romanın ne kadar bencil olduğunu, geri döndüğümde roman karakterlerinin kaprislerinden illallah diyeceğimi bile bile mutfak kapısından, buzdolabının altını üstüne getiren kızıma sesleniyorum.
“Geldim kızım, bak buzdolabında dünden kalmış mis gibi tavuklu pilav var. Yanına da salata yapalım, bir de ayran, ha ne dersin?”
Kızımın yüz ifadesinden işiteceğim sözleri daha önce belleğime iyice kayıt yaptığım için kelimesi kelimesine ezberlemiştim. İlk cümle, “Of anne, neden başka yemek yapmadın? Bunu yemek istemiyorum!” oluyordu.
Bu cümlenin üstüne, “Dünyada ne kadar aç insan var sen biliyor musun?” nakaratını tekrarlamak sadece zaman kaybı olacağını da önceki tecrübelerimden biliyordum. Oysa benim zaman kaybetmeden acilen romanıma dönmem gerekiyordu. İçimden ya sabır çekip dişlerimin gıcırtısını duyurmadan, “Peki, ne yemek isterdin Küçük Hanım!” diye soruyorum.
Bazen, “Roman yazarken acaba çocukları çok mu ihmal ediyorum?” düşüncesine kapılır, vicdanım çürük kurt gibi yiyip tüketirdi annelik tarafımı. İşte yine aynı kurt başını kaldırmış iç dünyamı kevgire çevirmeye hazırlanıyordu. Suçluluk duygusuyla kıvrandığım bu anlardan birini daha yaşıyordum.
Şefkatle kızımın pamuksu yanaklarını öpüyorum ve sesimi yumuşatarak, tüm içtenliğimle soruyorum.
“Canın ne istiyorsa onu yapacağım sana. Söyle hadi ne istersin?”
“Mantı anne, mantı yapsaydın ya!” diye de bir karşılık aldığımda;
“Mantı, mantı mı istedi canın?” diye kekelemem bozguna uğradığımın da bir işareti oluyordu aslında. Bozuntuya vermemeye çalışarak, “Oldu kızım, başka bir arzun isteğin var mı?” diyorum.
Kızım yazar annesinin yanaklarından bir makas aldıktan sonra, “Annelerin en güzeli, en bir tanesi, yok başka bir şey istemem, mantı yap yeter!” diyor.
Bu arada darılan, her biri ayrı yerlere dağılan roman kahramanlarımı nasıl bir araya toplayacağımı düşüne düşüne mantı hamurunu hazırlamaya koyuluyorum.
Saatler sonra romanımın başına tekrar dönüyorum ve heyecanla Word sayfasını açıyorum.
“Eee, nerde kalmıştık?” sorusunu sorar sormaz gördüklerimden adeta donup kalıyorum -öyle söylenir ya hep- (!) Roman kahramanları hep birlikte tek tip giyinmişler üzerlerinde kocaman kırmızı harflerle, “Grevdeyiz!” yazan pankartlarıyla karşılamışlardı beni. “Grev ha!” diye canhıraş bir sitem dökülüyor dudaklarımdan. “İnanamıyorum, ne oluyor kuzum size?”
Roman karakterlerinin sözcü seçtiği ana karakter bir adım öne çıkarak, “Bir şey olduğu yok. Bugün canımız grev yapmak istedi!” diyor.
Bu sözün üstüne nasıl sinirleniyorum size anlatamam. “Hepsi senin başının altından çıkıyor zaten!” diyorum. “Öteki karakterleri de bana karşı dolduruyorsun, anlamadığımı sanma!”
“Evet, ben dolduruyorum ne olmuş yani!” diyor küstahça.
“Bana bak!” diyorum. “Seni ben yarattım unutma. Yarattığım gibi de öldürebilirim istersem!”
“Ha ha hay... Güldürme beni. Demek kendi ipini çekmek istiyorsun. Sen de unutma ki ben ana karakterim ve beni öldüremezsin. En azından romanın son sayfasına kadar yaşamam şart!”
“Öldürürüm. Hem de zevkle yaparım. Gerekirse sil baştan kurgularım romanı!”
“Gözün ve dahi başka...”
Benimle alay eden ana karakterin işte bu sözü beni çileden çıkarmaya yetiyor.
“Sus küstah, terbiyesizleşme!” diye sözünü kesiyorum.
Ana karakter, “Neyse... Aklın kesiyorsa dene istersen, seni tutan yok!” diye cevap veriyor.
İçimden, “Kahretsin ki kesmiyor!” diyorum.
Onca emek, onca zaman boşa mı gidecek şimdi? Dışarıda akan hayata gözlerimi kapayıp harıl harıl roman yazarken gecemi gündüzümü ayırt edemeden koskoca bir yıl geçmiş, üstelik dostlar ve komşular arasında adım hayırsıza çıkmışken, her şeyi nasıl silebilirim? Yok roman karakteri haklı yapamam. Tüm bunları sil baştan göze alamam!
Zaten bu kendini bilmez karakterlerle ikiz eşi gibi yaşamaktan daral geldi içime. Geceleri, cümbür cemaat yatağa girdiğim karakterlerle, sıkış tepiş yattığım yetmezmiş gibi bir de karakterlerin, öte gittin, beri geldin, muhabbetinden oldukça sıkıldım.
Lütfedip de bana yatağın kıyısında ayırdıkları bir karış yerde kendimi beslemeler gibi hissederek uyku aralarında bile kurgu yapıyorum. Sabah onlarla uyanıyorum; otobüste, yolda, her nerede olursam olayım, günah ve sevap meleği gibi omuzlarımda oturmuş, tonlarca ağırlık yapan bu karakterleri bir an önce silkelemem lazım üstümden.
Birden onların olmadığı bir dünyayı ve roman yazamadığımı düşünüyorum. Düşüncesi bile yüreğimi öksüz bırakıyor. Kendimi boş ve kıraç hissediyorum. “Yok yok, ben onları seviyorum aslında. Kaprisleri olmasa geçinip gideceğiz ne güzel. Karakterlerin suyuna gitmek en iyisi. Ne ben onlarsız ne onlar bensiz yapamayacağımıza göre orta yolu bulmak gerekir.” Bu düşünceyle çark edip alttan alan cümleler kurmaya başlıyorum.
“Hemen alınma güzelim, şaka yaptım. Ben seni hiç öldürür müyüm, seninle daha çok işimiz var değil mi ama? Hadi diğer karakterlere de söyle de bırakın şu anlamsız grevi. Hem şu kızıl pankartınızı gözüme gözüme sokmayın. Maazallah renk körü olacağım. O zaman isteseniz de yarım kalmış bir romanın yarım kahramanları olmaktan kurtulamazsınız. Asırlarca Word sayfasında gün yüzü görmeden solup gidersiniz.”
Grev sözcüsü ana karakter, “Hım... Bakıyorum hemen bir ‘u dönüşü’ yaptın ama dediğin olsun. Tabii biz de istemeyiz yarım bir romanın kahramanları olarak kalmayı!” diyor.
“Oh be, nihayet ortak bir noktada buluştuk. Hadi bırakın grevi, pankartları da sizi yeni kurguladığım çok elit bir mekâna götüreyim. Aramızdaki dayanışmayı kutlayalım. Bu arada tüm hesaplar benden,” diyorum.
Ana karakter, “Peki Yazar Hanım, bu defalık anlaştık. Bir daha bizi uzun süre ihmal edersen külahları değişiriz haberin olsun!” diye aba altından sopasını gösteriyor.
Ana karakterin bu ince tehdidinden sonra işi şakaya vurup, “Mesaj alınmıştır,” diyorum. “Nerde kalmıştık? Sanırım sen yardımcı karaktere bir şeyler söylüyordun. Neydi? Tam hatırlayamadım da?”
Ana karakter ukalalığı ele almış, “Önce burnunun ucuna bulaşan unu temizle Yazar Hanım,” diye alaylı bir şekilde beni uyarıyor.
Hafiften kızaran yüzümü telaşla mendilime silip pişkinliği de elden bırakmadan, “Affedersin mantı yapmıştım da onun bulaşığıdır. Sen şu son cümleni tekrarla hele, neydi?” diyorum.
“Geçmiş olsun unuttum!” diyor. “Bir daha romandan ayrılırken son cümlemi tamamlamamı beklesen iyi olur. Aradan onca saat geçmiş, sanki ben dün ne yediğimi hatırlıyorum da kuramadığım en son cümle neydi onu hatırlayacağım!” diye de ekliyor.
“Çok haklısın, bir dahaki sefere dikkat ederim.” diyorum.
Neyse ki yaşadığım tüm zorluklara rağmen biten roman dosyasını nihayet editörüme gönderebildim. Sonrasında bakın editörümden nasıl bir uyarı e-maili aldım.
“Yazar Hanım, roman dili akıcı, konusu çarpıcı ve de sarsıcı. Sizi kutlarım ama lütfen bundan sonraki romanınızı mutfaktan uzak bir yerde yazın. Zira karakterlerin eli yüzü hamura bulanmış. Bana da acıyın lütfen. Roman dosyasını düzenlerken cümle aralarından kurumuş hamur artıklarını temizleyene kadar akla karayı seçtim!”
Nuriye Zeybek