- 2379 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
GÜLRİZ SURURİ
"Türk kadınının durumu böyleyken, ben 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü kutlayamam!!!"
BETAK (Berlin Türk Alman Kadınlar Derneği), 8 Mart (2004) Dünya Kadınlar Günü’nü Berlin’de yaşayan Türk kadınlarını tiyatro sanatçımız Gülriz Sururi ile Tiyatrom’da buluşturarak kutladı. Açılış konuşmasının BETAK Onursal Başkanı Sema Durusoy (Berlin Başkonsolosu Aydın Durusoy’un eşi) tarafından yapılan 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlamasının söyleşi bölümünde, 1929 İstanbul doğumlu olan, 12 yaşında tiyatro sahnesine adımını atan ve en son 1999’da kendi yazdığı "Söyleyeceklerim Var" isimli müzikli oyunda oynayan, son yıllarda ise yazdığı kitapları ile gündemde olan Gülriz Sururi, tiyatro anılarını anlattı.
İlk operet primadonnamız Suzan L. Sururi ile ilk operet kurucularından tenor Lutfullah Sururi’nin kızı olarak 1929 yılında İstanbul’da doğan Gülriz Sururi, 12 yaşında İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları Çocuk Bölümü’nde oynamaya başlamış. Muhsin Ertuğrul tarafından seçilerek konservatuarda eğitim almış. 1962 yılında eşi Engin Cezzar’la kurmuş olduğu Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu pek çok ilke imza atmış. Örneğin en fazla yerli oyun oynamış olma rekoru henüz kırılmamış. Gülriz Sururi’nin anılarını yazdığı "Kıldan İnce Kılıçtan Keskince" ve "Bir An Gelir" isimli kitapları dışında, "Gülriz’in Mutfağından", "A la Luna 1", "A la Luna 2" isimli yemek kitapları ve "Biz Kadınlar" isimli, Milliyet’te yayınlanmış sohbet yazılarının toplandığı bir kitabı bulunmaktadır. "Uzun İnce Bir Yol", "Tiyatrocu" ve "Söyleyeceklerim Var" adlı oyunlar yazmıştır. Pek çok oyunu ile yılın kadını seçilmiş. Aldığı ödüller arasında Türk Kadınlar Birliği Ödülü, Tiyatroda oskar değerindeki İlhan İskender Ödülü, Avni Dilligil Ödülü de aldığı ödüllerdir.
İsterseniz onun anlattıklarına geçmeden önce, onun hakkında yazılan yazılara bir göz gezdirelim:
" Tiyatronun altın çağına damgasını vuran iki üç önemli topluluktan birinin başındaydı: Engin Cezzar-Gülriz Sururi Topluluğu’nun. Kısacık bir zaman dilimindeki oyunculuk portföyüne bakın hele: Tatlı İrma’nın Parisli orospucuğundan, Teneke’nin başkaldıran Çukurovalı Zeynosuna; Keşanlı Ali’nin çocuksu ve isvebaz Zilhasından, Ferhat ile Şirin’in sevmesini ve ezmesini bilen sultanı Mehmene Banu’ya; Zilli Zarife’nin camii de mihrabı da yerinde mamasından, Kaldırım Serçesi’nin Edith Piaf’tan daha Edith Piaf’ına. Haldun Taner onun için "En alttan geldi" diyor. Doğrudur. En alttan, Şehir Tiyatrosu’nun çocuk bölümünün çocuksu oyunlarından, vodvil-operet kırması oyunlar sunan tiyatroların, sade suya tirit komedilerin güzel kadınından en üste çıkmak, çetrefil oyunculuk yorumları gerektiren zorlu piyeslerin ustasına dönüşmek zordur. Gülriz Sururi bunu becerdi. "Baş kadın oyuncu" terimi kullanılacaksa, kaç kişi sayarsınız? Ya üç ya beş. Peki sayınca ilk kimi sayarsınız? Yıldız Kenter, Semiha Berksoy, Macide Tanır, Cahide Sonku, Bedia Muvahhit, Gülriz Sururi... Bana Sorarsanız: Gülriz Sururi!" / Aydın Engin, Cumhuriyet Dergi, 1996
"Gülriz Sururi... Benim için neredeyse tılsımlı bir isim bu... Tılsımlı bir ad, büyülü bir ad, tutkulu bir ad. Gülriz Sururi deyince; Teneke, Ferhat ile Şirin, Zilli Zarife, Keşanlı Ali’nin Zilhası, Halide, hele hele Piaf ve Kabare... ve daha burada sıralamaya gerek görmediğim yüzlerce rol. Birikimler, yıllar... Bence tepeden tırnağa bir tiyatrocu. Gerçek bir tiyatrocu Gülriz. "Tepeden tırnağa tiyatrocu ya da gerçek tiyatrocu nasıl olunur?" diye düşünüyorum. Yaptığı işe, mesleğine, tiyatroya sonsuz bir tutkuyla bağlı. Şuna inanıyorum: Gülriz Sururi eğer tiyatro değil de başka bir meslek seçmiş olsaydı kendisine, yine zirvede olacaktı; çünkü ona da dört elle sarılacaktı. Tiyatroyu tutkuya çevirmesinin bazı özellikleri var. Birincisi, hep özveriyle çalıştı. İkincisi, sonsuz inatçı bir çalışma disiplini var." / Zeynep Oral, Radyo 1, 1993
"On beş yılda ’Karaca’dan ’Dormen’e, ’Dormen’den ’Cezzar’a, ’Bulvar’dan ’Sanat Tiyatrosu’na, Gülriz’in aldığı yola bakın. Ne istediğini çok iyi bilerek. Üsluplar, iklimler atlayarak, dünya görüşleri değiştirerek... Doğuştan yeteneklerine her gün yeni bir şeyler katarak, ta arkalardan geldi. Türk tiyatrosunun en önde kadın sanatçıları arasında yerini alıverdi. Bana ’Gelmiş geçmiş tanıdığın en iyi beş kadın sanatçıyı say’ deseler, ilk beşin arasına tereddütsüz Gülriz’i de sokarım. Ana ve babasının operetçi oluşu, küçük yaştan kulis kokusunu ve tozunu alışı. Sonra en büyük kozu olan sesi." / Haldun Taner.
Çetin İpekkaya Gülriz Sururi’yi anlatıyor:
Gülriz Sururi - Engin Cezzar Tiyatrosu’nda 1963-64 yıllarında hem oyuncu hem de rejisör olarak çalıştım ve tiyatro etiği, sanatın onuru nasıl korunur bir kez de bu ortamda öğrendim. Gülriz, tiyatronun iki patronundan biri olmasına ve uzun zamandır primadonna seviyesine erişmiş olmasına rağmen ekibin en en en çalışkan insanıydı. " Ben başoyuncuyum " deyip bir kenara çekilmez, aksine birlikte çalıştığı sanatçıların kendilerini rahat ve mutlu hissetmeleri için ne gerekiyorsa yerine getirmeye gayret ederdi. Kendi rolünü ne denli ayrıntılarıyla düşünüyorsa diğer arkadaşlarının rollerine de o denli önem verir, asla ön plana geçmek isteği gibi yanlışlara düşmezdi. Tiyatronun kollektif bir sanat olduğu bilincini her an korur, bunun zedelenmesine izin vermezdi. Seyirci onun için kutsal bir yere (Tiyatroya) gelmiş konuklardı. Mesleğimize duyduğumuz saygıyı aynen seyirciye duymamız gerektiği, seyircisiz tiyatro sanatının var olamayacağı hepimizin bildiği bir şey. Ama Gülriz bu saygıya toz kondurmayanların başında gelenlerindendir. Birçoğumuz bu konularda Muhsin Hocanın (Muhsin Ertuğrul) prensiplerini benimsedik ama Gülriz’in bir ayrıcalığı daha var; Gülriz tiyatrocu bir aileden geliyor; onun için tiyatro tüm yönleriyle bir aile...
Gülriz Sururi-Engin Cezzar Topluluğu
İstanbul’un, özenli ürünleriyle tiyatro tarihimizde kendine özgü bir yer yapmış olan, uzun ömürlü özel topluluklarından biri de Gülriz Sururri-Engin Cezzar Topluluğu olmuştur. Bu topluluk, Gülriz Sururi Tiyatrosu adı altında seksenli ve doksanlı yıllarda da etkinliklerini sürdürmüştür. Gülriz Sururi’nin yazdığı, Işıl Kasapoğlu’nun yönettiği, bir tiyatro sanatçısı kadının yaşamından bir kesiti canlandıran Tiyatrocu, Edith Piaff’ın yaşam öyküsünden Başar Sabuncu’nun oyunlaştırdığı, Esin Engin’in müzik direktörlüğünü, Geyvan Mc Millan’ın koreografisini yaptığı Kaldırım Serçesi, Gülriz Sururi’nin müzikli tiyatro sanatçısı olarak ustalığını kanıtladığı oyun olmuş, Engin Cezzar’ın uyarladığı ve yönettiği Filumena, Edward Albee’nin Tatlı Para, Bilgesu Erenus’un yazdığı, Rutkay Aziz’in sahnelediği Halide gibi oyunlar, bu topluluğun işini ciddiye aldığını, kolay olanla yetinmediğini göstermiştir. Çalışmalarına kısa bir süre ara veren topluluk, 1991’de Sokak Kızı İrma’yla tiyatro yaşamına yeniden başlamış ve Edward Albee’nin Everything in the Garden adlı oyunuyla devam etmiştir. Gülriz Sururi tiyatro çalışmalarını, kendi yazdığı, Engin Cezzar’ın sahnelediği Söyleyeceklerim Var adlı oyunu da en son 1999’da sahnelemiştir. Düzeyli tiyatro yapmak amacıyla kurulmuş olan, Shakespeare’den Gogol’e pek çok yazarın yapıtlarını özenle İstanbul seyircisine sunan topluluk, repertuvarında Yaşar Kemal, Refik Erduran, Güngör Dilmen, Haldun Taner, Nazım Hikmet gibi yerli yazarların oyunlarına yer vermiş, oynandığı yılların en iyi kadın oyuncu (Gülriz Sururi), en iyi oyun yazarı (Yaşar Kemal ve Güngör Dilmen), en iyi yönetmeni (Engin Cezzar) için verilen İlhan İskender ödüllerini kazanmış, Güngör Dilmen’in Kurban, Yaşar Kemal’in Teneke, Haldun Taner’in Zilli Zarife, Refik Erduran’ın Direkler Arasında, Nazım Hikmet’in Ferhat ile Şirin gibi oyunları başarıyla sahnelenmiştir. Özellikle Haldun Taner’in, Engin Cezzar tarafından sahnelenen Keşanlı Ali Destanı, Semiha Berksoy’u da içeren mükemmel oyuncu kadrosu ve Yalçın Tura’nın müzikleriyle, yerli beğeniyi çağdaş sanat anlayışıyla buluşturan unutulmaz bir tiyatro olayı olmuştur. (Sevda Şener/Türk Tiyatrosu)
8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlaması nedeniyle Berlin’e ilk kez gelen Gülriz Sururi’nin anlattıklarının özeti:
Kadınlar Günü’nü kutlamak onlarla eğleniyor olmak demektir!..
Benim Türk kadınım, ki bunlara ben de dahilim; varoşlarda, kırsal kesimde eğitimsiz olarak yaşam hakkını bizlerle paylaşamazken; ben onların kadınlar gününü kutlamakla onlarla eğleniyor duruma düşerim. Bu da beni çok üzüyor. Türk kadını Türkiye genelinde hala yok sayılmakta. Kırsal kesimdeki kadın, benimle röportaj yapan kameranın arkasında durduğu gün, gazeteci olarak bana soruları sorduğu gün; değil Dünya Kadınlar Günü’nü, Türk Kadınlar Günü’nü güle oynaya kutlamak isterim. On beşine varmadan, başlık paralarına satıldıkları, bebekle oynamadan kucaklarındaki doğurdukları bebekleri bulan, korkak, ürkek, sindirilmiş çocuk kadınlarımızın 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü mü kutlayayım!.. Hele şu son zamanlarda töre cinayetleri... bütün bunların kanları daha kurumamışken ben Türk Kadınlar Günü’nü nasıl kutlarım!!!
Ben herkesi tiyatrocu sanardım
Ben tiyatroculuk mesleğini seçmedim. Çünkü seçmeme imkan tanınmadı. Doğuştan tiyatrocuydum; gözlerimi tiyatroda açtım. Herkesi tiyatrocu sanıyordum. Örneğin bir yere misafirliğe gittimizde, onların yaşama biçimi beni hayrete düşürüyordu. Acaba bunlar akşam dokuzda niçin sahneye çıkıp oyun oynamıyorlar, niçin oyundan sonra yemek yemiyorlar da erken yiyorlar? diye kendime sorardım. Çünkü ben hep böyle görmüştüm; kulislerde büyümüştüm; kerkesi de öyle sanıyordum. Kulislerde büyüdüm. Tiyatro yaşamı benim için çok doğaldı.
Yasaklar içinde büyüdüm
Tiyatrocular arasında büyümeme rağmen kimse benim tiyatrocu olmamı istemiyordu. Fakat beni keşfeden değerli tiyatro adamı Muhsin Ertuğrul’a kimse olmaz diyemedi. İstemeyerek ben de başlamış oldum. Başarılı olunca da aldığım alkışlar beni zehirledi. 18 yaşında iken babamın tiyatrocu bir meslektaşı bana talip olmuştu. Babam ona "Ben tiyatrocuya kız mız vermem!" cevabını verdi. Tiyatroda oynuyordum ancak bir erkek arkadaşımla İstiklal Caddesi’ndeki evimize yürüyerek gelemiyordum; yasaktı. İlk evliliğimi 19 yaşında bir iş adamının oğlu ile yaptım. Flört edeceğime evlendim, çünkü o zamanlar biriyle uzun zaman gezerseniz adınız çıkıyordu. Yüzük takmak, geceleri dışarı özgürce çıkabilmek için yapılmış çocukça bir evlilikti.
Küçük bir yıldız doğuyor
Şehir Tiyatrosu’nda Reşat Nuri’nin Yaprak Dökümü oynayacak. Küçük bir kız rolü var oyunda. Kadroda bu role uygun oyuncu bulunamayınca benim oynamama karar veriliyor. Şaşkınım, çok heyecanlıyım. Erkenden gidiyorum provaya. Herkes, Dram Tiyatrosu sahnesine sıralanmış. Muhsin Ertuğrul ve Reşat Nuri en öndeler. "Gel bakalım Gülriz" diyor Muhsin Bey. Beni Reşat Nuri ile tanıştırıyor. Bir gün Muhsin Bey, bir provadan sonra Reşat Nuri Bey’e "Nasıl fıtri bir istidat var Gülriz’de değil mi?" diyor. Yaprak Dökümü büyük başarı kazanıyor. O güne kadar oynanan en uzun oyun oluyor Şehir Tiyatrosu’nda. Ve bu rekoru yıllar sonra 1959’da Engin Cezzar’ın oynadığı Hamlet kırabiliyor ancak. İlginçtir, 1959’da oynanan o Hamlet’in rekoru ise bugün hala kırılmış değil Şehir Tiyatroları’nda. İlk eleştirilerimi alıyorum, hepsi olumlu. "Küçük bir yıldız doğuyor" gibi yazılar yazılıyor.
Tiyatrocunun şöhreti ilk önce kuliste başlar
Tiyatrocunun şöhreti ne seyircisinden, ne basının tutmasından, ne iyi oynamasından başlar. Tiyatrocunun şöhreti ilk önce kulisinden başlar. Önce teknisyen sana inanacak, saygı duyacak ki ardından arkadaşların duysun saygıyı, sonra da seyircin duysun. Çocukluğumdan beri rahatlıkla özeleştiri yapan biri olmanın yararını görüyorum. Kısa zamanda, arkadaşlarım bana sevgi duymadılarsa da, mesleğimi ele alış biçimime, davranışıma saygı duydular. Bugün de inanırım, oyuncu, kariyerini kuliste yapmaya başlar.
Ednan Bey Duymasın...
’Ednan Bey Duymasın’ oyununu Ankara Gençlik Parkı’ndaki açık hava tiyatrosunda oynuyoruz. Her akşam, ön sırada günün ünlü politikacıları kahkahadan kırılıyorlar oyundaki politik esprilere. Ve bir akşam Adnan Menderes geliyor oyuna. Ayakta alkışlıyor oyunu. Başka bir gece Celal Bayar geliyor. O da ayakta alkışlıyor ve oyunun ismi giderek yaygınlaşıyor böylelikle. En sonunda İnönü geliyor Ednan Bey Duymasın’ı seyretmeye. O gece oyun başladı, ama bir gariplik var oyunda, ne olduğunu anlayamadığım bir gariplik. Muammer Karaca bütün esprileri değiştirmiş. Muhalefetin oyunu oluvermiş birden Ednan Bey Duymasın. Ağzına geldiği gibi değiştiriyor sözleri. Biz de rahatlıkla replik verip duruyoruz. Ankara Gençlik Parkı sahnesi inliyor alkıştan, inanılır şey değil. Duygulanıyor Muammer Karaca, gözleri doluyor, vatan kurtaran Şaban sanki o anda. Güleyim mi ağlayayım mı, şaşırdım kaldım. Oyunu sonunda Muammer Karaca İnönü’ye özel reveranslar yapıyor ve içerde bizlere, "Nasıl" diyor, "bu oyun bu kadar oynanır işte." Haklıydı, bir oyunla bu kadar oynanırdı doğrusu.
Genç Hamlet: Engin Cezzar
Şehir Tiyatrosu, mevsimi, babadan kalma Hamlet’le açıyor yine, yıl 1959. Ulvi, oyun seçimlerini beğenmediği için büyük patırtılarla Küçük Sahne’den ayrılıp Şehir Tiyatrosu’na girmiş, Polonius’u oynuyor. Amerika’da tiyatro eğitimi gören bir gence vermiş bu kez Hamlet rolünü Muhsin Bey. İlk gece rolüm olmadığı için Hamlet’in galasına gidiyorum. Genç Hamlet, sahnede ilk gördüğüm anda etkiliyor beni. Çok başarılı buluyorum Engin Cezzar’ı oyuncu olarak. Ancak "Çok şanssız" diyorum içimden. Hamlet’le kariyere başlayan ve büyük bir başarı sağlayan bir oyuncu, ondan sonra ne yapabilir? Oyunu soluksuz izleyen seyirci, sonunda kıyameti koparıyor, alkışlıyor dakikalarca. Hamlet rolü ile Engin Cezzar kolay silinemeyecek bir imza atıyor Türk tiyatrosuna. Sanat çevrelerinden en ilgisiz yerlere kadar, bu genç Hamlet’ten başka şey konuşulmaz oluyor o kış.
Tiyatro karaborsası Keşanlı Ali Destanı ile başladı Türkiye’de...
1964 yılında oynadığımız Keşanlı Ali ile ilk Türk müzikali doğmuştu. Ve bu aşta bizim de tuzumuz vardı. Engin’le el ele, göz göze bunu yaşadık ve bütün gece halay çekerek kutladık. Keşanlı Ali Destanı tiyatromuzun kaderini değiştirdi, bu değişiklik birçok alanda gösterdi kendini. Tiyatromuz banka borcunu günü gününe ödedi. Oyunu kapalı gişe oynadık Karaca Tiyatro’da. Daha Dormen’e geçtik. Gişede başlayan kuyruk daha sabahın erken saatlerinde Galatasaray Pastanesi’nde bitmiyordu.Tiyatro karaborsası Keşanlı Ali ile başladı Türkiye’de. Keşanlı Ali Destanı pek çok oyuncuyu şöhret yaptı bir gecede.
Tiyatroya pasta muamelesi yapılmamalı!..
Amcam Ali Sururi, tiyatroya başlamadan önce sesi çok iyi olduğu için konservatuvarın şan bölümünde okurken babasından gizlemişler. Ve sonradan öğrendiğinde amcama demişki; "Korkacak bir şey yok ki, mesleği çok iyi seçmişsin. Ama memleketi yanlış seçmişsin!.." Bu söz bile benim kulağıma küpe olamadı. Ben gelgitler içinde tiyatroda uzun yollar katetmeye başladım. Ancak ülkemizde ihtilaller art arda geldi. Büyük Atatürk’ün Türk sanatçısına verdiği değer, ülkemiz çok partili döneme girdikten sonra sanatçılara , tiyatroculara, gösteri sanatçılarına verilen değer giderek azalmaya başladı. Öyle günler geldi ki, tiyatroya pasta muamelesi yapılmaya başlandı. Sen karnını doyur, ekmek ye de pasta yemesen de olur, diyebir görüş hakim oldu devlet adamlarımızda. Oysa tiyatro asla pasta değildir. Karnınızı doyurmasa da, beyninizi doyuracak, duygularınızı doyuracak, bizim daha iyi insan yapacak bir sanat türüdür tiyatro!..
Çocuklarınızı tiyatro ile tanıştırın!..
Çocukarınızı tiyatroya götürün, onları çocuk tiyatrosunda oynamaya zorlayın, çünkü çocuk tiyatrosunda oynayan çocuk, rahat konuşma kolaylığına erişip, insanlarla iletişim kurmayı öğrenir. İleride bir bankacı, bir politikacı veya diğer mesleklerde olsun bunlar hep işine yarayacaktır. Bir de yardımlaşmayı, arkadaş ve dost olmayı öğrenecektir, rekabeti öğrenecektir.
Slogan tiyatrosuna karşıyım
Salt slogan tiyatrosuna oldum bittim karşıyım. Koca bir oyunu anlamadan, katılmadan seyredip, sonunda bildiği, beklediği sözcüğü duyunca alkişlayıp, bağırıp loş tiyatro salonunda doyuma ulaşan seyirciye acıyorum. Daha tiyatro seyretmeden, seyirci olmadan şartlandırılmalarına, "Tiyatrodan hoşlanmadık, bu muymuş tiyatro, içim sıkıldı, ama herif sonunda doğru söyledi besbelli, yanına varıp alnından öpecektim" diyerek gecekondusuna, evine dönmesine karşıyım.
Sahneye çıkan ilk Türk kadını Afife Jale değildir!..
Sahneye ilk çıkan Türk kadın sanatçısı teyzem, yani ilk primadonna sanatçısı olan annem Suzan Hanım’ın ablası Mevlude Refik Hanım’dır. 1919 yıllarında Mevlude Hanım, Şişli Heveskarlar Kulübü Tiyatro Şubesi’nin prova ve temsillerinde bulunurmuş. Bazı ufak rollerde oynamış. İlk sahneye çıkışı 1920 yılında olmuş. Gurup adlı bir piyeste Sümbül rolünü oynamış. Ancak polisler tiyatroyu basmışlar. Mevlude Hanım arka kapıdan kaçmış. İkinci kez Son Hediye adlı oyunda da ismi Beatris diye yazılmış. Ancak bu Afife Jale’nin ilkliğini gölgelemiyor. Çünkü teyzem profesyonel olmamış. Yani meslek edinip devam etmemiş. Toplam olarak üç veya dört kez sahneye çıkmış. Üç sene sonra da Afife Jale profesyonel olarak sahneye çıkmış.
Anılarımı yazmaya başlamamın sebebi...
Anılarımı yazmaya başlamam bir ihtilal sonucu tiyatromuzun batmasıyla perdemizi kapatmak zorunda kalmaktan kaynaklanıyor. O zamanlar, " sahneye çıkmazsam ölürüm, sudan çıkmış balığa dönerim" diye düşünmüştüm. Hayat hiç te öyle değil; hayat her zaman insanlara bir şeyler veriyor. Önemli olan bunu görmek, arayıp bulmak. Gençken arkadaşlarımın aşk mektuplarını yazardım. Kendim için yazmamı amcam bana yasaklamıştı. Anılarımı yazmaya karar verdiğimde, terapi olacağını düşündüm. Çocukluğuma, annesiz geçen yıllarıma döndüğümde, ağlamaktan yazamıyordum. Çünkü bazı şeyleri kapatmışsınız, unutmak istiyor, hatırlamak istemiyorsunuz. Sansür hiç yapmadım. Eğer sansür yapacal olsaydım, hiç yazmazdım. Çok açık ve rahat yazdım. Benim için çok ciddi bir terapi oldu. Kendimi yeniden keşfedip, yeniden tanıdım. Anılar ya olduğu gibi yazılmalılar ya da hiç yazılmamalılar. Olduğu gibi, yaşandığı gibi yazılmıyorsa, o zaten anı değil de, ya roman ya da öykü olur. Tiyatro suya yazılmış bir yazıdır. Perdeyi kapattığınızda yoktur. Kitap ise kalıcıdır. Sahnede oynadığım oyunlar gibi değil...
ADEM DURSUN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.