kadim bir şehir ve anılarım..
Bugün 7 ocak 2013…yağmurla karışık sulu sepken bir pazartesi…yani haftanın ilk iş günü…nedense ilk günün bir meşakkati vardır zihnimizde..hani bu gün geçse bütün hafta bitecek diye düşünürüz..öyle olmuyor mu? evet aynen öyle…günler ayları aylar da yılları nehir misali kovalıyor..zaman akıp geçiyor istemesek de.ve her geçen hayatımızdan geçiyor…her şeyin hayırlısı diyelim…yapacak bişey yok..bunu durdurmaya da gücümüz ve takatimiz yok..çoğu zaman çoğu şeyi biz yapabiliriz deriz fakat yanıldığımızın farkında bile değiliz..
Bugün düne göre biraz daha iyiyim..sıkıntılarımın azaldığına içten içe inanıyorum..bunu iç dünyamda da hissedebiliyorum…rahatlamak ve ruhen erince ulaşmanın tadı bambaşka…
Hava her geçen gün biraz daha sertleşiyor..kar ve soğuk hava hüküm sürecek gibi..neticede kış..bu kadar da olmalı diye düşünüyorum…bahar değil ki doğa yeniden filizlensin…her şey dolaysıyla mevsiminde bir başka güzel..düşünün bahar gelince karın yağmasını özleriz..kardan adam düşünü kurarız..fakat bahar olduğu için bu mümkün değil…..dolaysıyla kışı yarın öbür gün mumla arayacağız…aramak ve istemek insanın doğasında vardır..isteklerimiz bu yüzden hiç bitmez..biri gelir diğerini isteriz..bu ölünceye kadar devam eder mamafih…..
Yazı yazmaktan uzak kaldığımı fark edince içimde bir boşluğun oluştuğunu hissediyorum…bazen içimde bir fırtınanın yada küçük bir heyelanın koptuğunu duyumsuyorum…kendime geliyorum yazınca…bişeyleri anlatmak burada paylaşmak kendimle konuşmak ve dertleşmek beni kendime getiriyor….
Bugün epey yağmur yağdı…sabahın en erken saatti..sat beş..ezan henüz yeni okunuyor..dışarı da yağmur damlalarının oluşturduğu ses içeriye kadar geliyor.. bir enstrüman tınısı gibi insanın içini okşuyor her damla..bazen saatlerce dinlemek istiyorum bu sesi…bazen de ürktüğümü hissediyorum…yanlış anlamayın korkmuyor fakat etkileniyorum..
hele şimşeğin çıktığı zamanlar o an ki korkularım yüzüme yansıyor…saklanacak kendimi koruyacak yer arıyorum…gözlerim bardak ağzı büyüklüğünde açılıyor..içine korkunun meydana getirdiği şiddetli bi kırmızılık oluşuyor..sanki kan beynime sıçrıyor…
endişelerim ve kaygılarım tavan yapıyor…duvarların arkasında dinliyorum yıldırım seslerini…ne zaman bitecek diye ince hesaplar yapıyorum..hani vursa sanki duvarın arkasını görmeyecek hissine kapılıyorum…
Pencere arkasından izleyerek yıldırımın çıkışını ve tam şiddetli çakışını izlemek sanırım benim beklide en son kaldırabileceğim şey..ama insan mecbur olursa her şeye katlanabilir….yapacak bişey yok…her insanın yaşama dair bir çok fobisi vardır….yani her insanın endişe ettiği ve kaygılandığı durumlar çok fazladır…lakin gerçek olan insanların bunu tam manasıyla yansıtamaması…sadece bir fobimi anlatmaya kalksam ve bununla ilgili anılarımı şurada sıraya dizsem herhalde yorulacağım için yarım bırakmak zorunda kalacağım….ve özellikle bunlara dair bir çok anım var…bunları hikaye şeklinde yada bir günlük bülteniyle anlatsam bir öykü kitabı oluşabilir…bunun bilincindeyim….gerçi evde bununla ilgili yığınla yazım ve anım var….yani nerede baksan en az iki yada üç kitap evde duruyor….
Neyse anılarımdan kaçıp yaşananlara bakmak istiyorum…sabahın en erken saatti demiştim..dışarıda yağmur var..az sonra çıkacam…uzun paltomu giyiniyorum..kapüşonu da açıp başıma iyice yerleştiriyorum…her taraf karanlık..evimizin önünde bir akarsı geçiyor….yağmur sularının buluştuğu an cadde bizim evin hemen yanında geçiyor…geçince ayaklarım suyun içine batıyor..bir keresinde pantolon paçalarımı çemberleyip ayakkabılarımı da çıkarıp öyle geçmiştim…çocuklar gibi sevinmiştim…ansızın çocukluğum aklıma gelmiş yüzümde akarsı berraklığında sevinç ve heyecan dalgası oluşmuştu…
Çocukluğumda çoğu kez Dicle nehrine gidip yüzerdim…çok keyif alırdım…sular boyumuzdan fersah fersah büyüktü..fakat gözlerimizde korkunun tek bir imlası bile yoktu..çünkü çocuktuk..korku ve kaygı nedir henüz bilmiyorduk..yanımızda biri ölse bile bunun farkına varmazdık…ah! ne günlerdi ya….içimden geçince bu cümleler bir özlem sardı beni geçmişe….
küçük sokaklar bizi ne kadar geniş gelirdi…hele o bazalt taşlı sokaklarda top oynarken kendimizi Avrupa’nın en büyük stadyumunda zannederdik…şimdi ise o sokaklar anılarımızda kaldı…bazen özlem duyurum..gidip saat kaç olursa olsun geziniyorum…
tarihin ve medeniyetin beşiği bu sokaklar her yıl binlerce yerli turist barındırır bünyesinde..bir gün bile boş kaldığını görmedim…
sur içi dediğimiz yer….etrafında Osmanlılardan ve Selçuklulardan kalma camiler….hanlar hamamlar…kiliseler,ve daha bir çok tarihi yer..
özellikle ulu camiye ve surlara ayrı paragraf açmak istiyorum…ulu cami İslamiyet’in beşinci büyük haremi sayılır….burası cami olmadan evvel bir kiliseymiş..ondan evveliyatı da bir saray olduğu efsanelere göre söylenir…şahsen bu konuya dair bir efsaneyi ben okudum…1974 yıllarında yazılmış Diyarbakır’ın efsaneleri adlı bir kitapta..
aslında bu efsaneyi bir konu olarak almıştım araştırmak için…epey aradıktan sonra kitabı Ankara da bir arkadaşımın yardımıyla bulmuştum…içinde Diyarbakır’a ait bir çok efsane vardı….bu efsanelerden bir rivayete göre….
Caminin saray olduğu zamanlar bu şehri kral yönetiyormuş…ve bu kralın çok güzel bir kızı varmış….kızını bu kadar çok seven herhalde ikinci bir kral yokmuş…neticede hiç duymadım tarih kitaplarında…bu sevgi öyle büyükmüş ki kral kızını insanlardan onu gören her insandan kıskanıyormuş…
bu yüzden kızını hiç kimse görmesin diye sarayın dışına çıkarmıyormuş…bir gün kızın canı sıkılmış şehirde dolaşmak istemiş. fakat kral halk onu görecek diye tedirgin oluvermiş..günlerce düşünmüş ne yapmalıyım ki hem kızımın can sıkıntısı geçsin hem de onu halk görmesin diye kara kara düşünmüş durmuş…aklına bir gün ansızın bir fikir gelmiş…sarayın altına bir gölet yapıp sal ile kızımı dolaştırayım demiş..bu düşünce kralı sevince boğmuş..gözleri yaldız gibi ışıldamış….çünkü hem kimse onu görmeyecek hem de kızının can sıkıntısını giderecekmiş….
Bir gece yaptırdığı yapay gölette kızını doyasıya gezdirmiş sabaha kadar…böylelikle hem kızının hem de kendisinin üzerindeki yük hafifleyiverir..ikisi de mutlu olmuşlar…
İşte anlatılan bu rivayete göre Diyarbakır bir gün sular altın kalacak diye söylenip gelir….şu an caminin hemen altında su sahiden epey var….tıpkı bir gölet gibidir hemen altı…
.çocukluğumda ne kadar sus /asam gider oradan su içerdim..hemen evimizin yanındaydı..
Çeşmelerinin hemen üsttü kubbeli bir şemsiye ile örtülüdür..kubbenin hemen alt kısmı küçük bir gölettir…yan taraflarında ise tarihi dokuya uygun çeşmelerle donatılmıştır…
Çocuk iken gölletin içine bazen dakikalarca bakardım..su berrak ve temizdi…bizim şehrin bütün suları yer altı kaynaklıdır…suyu pınar şaşar gibidir…hatta hazır sudan daha berrak ve temizdir…içimi çok güzeldir…
Göllettin içine para atılırdı…kağıt ve metal paralar vardı…kimin attığını doğrusu bilmiyorum..zannedersem şehir halkı yada gelen yerli turist olmalıydı…dikkatimizi çeken o atılan paralardı…boncuk gibi gözlerimi ayırmazdım o paralardan..hani kendi kendimize bazen plan ve kumpas düşünürdük..acaba o paraları almanın bir yolu yok muydu? ….
Göllettin etrafı metal demir çubuklarla sarılıydı..küçücük ellerimizi bir köşeden koysak bile suyun içine elimizi yetiştiremiyorduk..şu an bunları yazarken yüzümde ay gibi filizlenen ışıkların belirdiğini hissediyorum…içim sıcacık oldu…farklı bir duygu ve heyecanın içine soktu beni….hoşuma gitti….
Sonra paraları alamayınca bu düşümüzü başka bir güne saklıyorduk..işin tuhaf tarafı ne zaman gelsek almanın bir yolu yok mu diye düşünmeden kendimizi alamazdık….şu an bazen ulu camiye gittiğimde hemen kubbenin yanında durup çocukluğumu düşünüyorum..bunları içimden geçirirken yüzümü bir tebessüm alıyor…tabi şu an para yok içinde.doğrusu nedenini bilmiyorum..ama gelişen dünya ve kapitalizm ile birlikte tarihi deryalar/ mız gelenek ve göreneklerimiz de değişti..ben bu sonuçları be sebebe bağlıyorum…
Neticede bir zamanlar ilişkilerimiz birincil ilişkiler iken bugün gelinen noktada ikincil ilişkilerin bunun yerine geçtiğini apaçık görebiliyoruz….dolaysıyla gelişen dünya ile birlikte ilişkilerimiz,yaşam tarzımız,bakış açımız,samimi duygularımız ve daha sayamadığım bir çok şey beraberinde değişmiştir….
Küreselleşme dediğimiz şey bu aslında…küreselleşmeyi de başımıza Avrupa çıkardı desem yerinde bir tespit olur…bugün Avrupa’ya baktığımız zaman geldiği nokta kapitalizme teslim olmuş ve bu batakta boğulmak üzere olan bir kıta…..ve tesirine aldığı bütün kıtalar….nedense taklit etmeyi çok seviyoruz..oysa Avrupalıların haçlı seferleri sırasında bir çok şeyi doğudan alıp götürdüklerini ne yazık ki unutuyoruz….
Bugün Avrupa’nın işleyen ekonomisine baktığımız zaman ilişkileri tamam ilen yok eden insanları kadın erkek demeden makine haline sokan,sadece çalışmayı zihinlerine sokan,paylaşma kültürünü yok eden, vahşi kapitalizmin egemenliği altına girdiğini görmemek için emin ol kör olmak lazım….
Ne oldu sınırlar daraldıkça daraldı..insanlar küçüldükçe küçüldü….oysa yüce tanrının yarattığı en değerli mahlukat insanoğludur…bu değer ne yazık ki silip süpürülmeye çalışılıyor….zengin patronların teslim aldığı insanların bir makine gibi çalıştırıldığı bir dünyanın son demlerini belki de yaşıyoruz…..
Bugün Avrupa’nın geldiği nokta, iflasın eşiğinde bir coğrafya ve bir kıta…ekonomik kaygılar ve endişeler en üst düzeyde….çünkü burjuva demokrasisi dediğimiz sistem bir anlamda kendini küçülttü belki de son demlerini yaşıyor….
Bir sistemi parçalayan en önemli etken kendi çelişkisidir…bu çelişkiler büyüdükçe tamiri mümkün olmayacak kayıplar için de belki de başlangıç olacaktır….
Dolaysıyla gün gelecek çevresine zarar verecek bir kıtanın oluşumuna doğru gidilecek…görünen köy kılavuz istemez misali…
Yanlış anlamayın insanları küçüldü derken kaybedilen gelenek ve göreneklerimiz ve yukarı da anlattıklarım bunları doğrular nitelikte…aslında daha çok şey anlatabilirim bu konuya dair….kalsın diyorum…
Yıllar öncesine gidiyorum…çocukluğumun günleri….
‘’Fırından taze ve gevrek ekmek kokusu geliyor…’’
bazen büyüklerimiz anlatırdı’’oğlum derdi
Fırından ekmek yapıldığı zaman kokusu evin içine kadar gelirdi’’komşu komşuluğunu bilirdi..bir kap yemek yapıldığı zaman hep birlikte yer içerdik…hep birlikte sofranın etrafında birleşirdik…biri gelmediği gün ne oldu derdik? neden gelmedi acaba? içimize bir sürü evham girerdi…’’herkes birbirini tanırdı…hangi sokağa gitsen bir imece vardı…haksızlık gırla değildi…insanlar da Allah korkusu daha çok vardı…’’içilen çayın bile tadı bambaşkaydı…’’anlatılıp gelir o günden bugüne…tıpkı bir söylence gibidir…hatta ozanlar yanık kılamların da bile uzun uzun türkü havasında okurlar…yad ederler o günleri…
Şu anlattıklarım bir iki cümle olabilir..fakat anlattığım gelişmeleri şu son paragraf çıplak gözle görmemizi çok net anlatıyor..üzülüyorum mamafih bu duruma ama yapacak bişey yok….ne gelişecekse ve ne olacaksa hep birlikte görüp yaşayacağız şayet ölmez isek…
Karamsar bir hava oluştu içimde nedense..yazdıklarım beni üzüyor fakat bu yaşanan gerçeği değiştirmiyor….
Her gün aynı şeyi yazmıyorum aslında…..yazdığım her yazı yeni başlangıçtır…yazdığım her yazı bir ‘’yeni’’dir kendi içinde…şu sokak bile her gün yağmurlu değil..bazen bir gölet olur bazen de kurak bir çöl….
Şu kerem bile her gün aynı davranışı göstermiyor…her geçen gün içine bir şey katarak değişim ve dönüşüm gösteriyor…değişim ve dönüşüm değil mi insanları olgunlaştıran…
yani yaşamın kendisi..ve biz her saniye olgunlaşıyoruz..yazdığımız yazı da bu paralelde….
Neyse diyorum burada bırakıyorum…anlatacak belki de çok şey var….
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.