- 509 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KÜSMELERİN MÜZMİN TARİHİ-4
Mevsimlerle uyumlu bir yaşamım olmadı hiç. Bu benim bir seçimim, isteğim değildi. Ağustos mevsiminde zemheriyi yaşamak, karakışta tomurcuğa durmak benim bir yazgım, bir alın çizgim miydi, hiç düşünmedim de yakınmadım da. Çocukluğumdan başlayan bu çizgi kocaman adam olmama değin sürdü gitti. Bana adeta dayatılan bu yaşamın bir yerlerimi çok acıttığını, yüreğimi yangın yerine döndürdüğünü de itiraf etmeliyim. Yaşamımda bitip tükenmek bilmeyen küsmelerim de benim bir alın çizgim yazgım mıydı acaba? Karşımdakilerle boğuşmaya alıştım, ama yanımda gözükenlerin hançeri canımı çok acıttı, çıkar yol muydu bilemem ama onlara karşı küsmelerden de kendimi alamadım.
Lisede felsefe öğretmenim Yusuf Bilge, bilge Yusuf… Koca adam… Derslerimize yeni girmeye başlamıştı. Davranışlarının diğer öğretmenlerimizden farklılığı bize tuhaf gelmişti. Öğretmenlerimizin çoğu çiçeği burnunda, genç genç insanlardı. Bu yaştaki insanların giyimi, kuşamı, afisi, cakası da elbette yaşlarına uygun olmalıydı ve öyleydi. Göz kamaştırıcı olmak, ilgi ve dikkat çekmek, kızların birinci sınıf gözdeliğine aday olmak için yarışmak elbette yaşlarının da gereği idi ve öyleydiler de. Yo, yo kötü insanlar anlamında demedim, tersine hepsi de pırıl pırıl insanlardı. Onlardan “insan olmak” adına çok şey öğrendim. Yalnız Yusuf Hoca giyimi kuşamıyla olsun, davranışlarıyla olsun bu öğretmenlerime pek benzemiyordu. Tuhaf bir adamdı dedim ya canım, gerçekten tuhaftı. Tuhaflık biraz da alışkanlık ötesi davranışların adı değil miydi? Orta boyluydu ama okuduğumuz kasabanın tuhafiye mağazalarında orta boylular için de yeni, yıpranmamış, ceket, kazak gömlek satılıyordu, elbette Yusuf hocanın bedenine uygun giysiler de vardı. Ama Yusuf Hocanın pantolonunun paçaları ayak bileğinin bir karış yukarısında, ceketinin kolları el bileklerinin birkaç santim yukarısında, ayakkabıları da oldukça yıpranmıştı. Sürekli değilse de sıklıkla aynı ceket, aynı gömlek, pantolon ve ayakkabısıyla aşinaydı gözlerimize. Okul yönetimine karşı öğretmenlerimizin hep dikkatli ve “olur efendim” tavrı bizde alışılmış, kalıcı, başka türlüsünü bilmediğimiz davranışlardı. Ben o gün okulda değildim, açıkçası o yaşta kaçak duruma düşmüştüm ve polisten kaçıyordum. Okuldan uzaklaştırılmış, okuduğum yatılıdan da kovulmuştum. Arkadaşlarım anlattı. Hocamın, okul müdürüyle müdür yardımcısına “yapamazsınız, buna izin vermeyeceğim” çıkışını duyunca Yusuf Hocanın “garipliği” zihnimde daha bir karmaşık hal almaya başladı. Gerçi diğer öğretmenlerim de kayıtsız kalmamışlar tepkilerini ortaya koymuşlardı ama davranışları daha bir ricacı daha bir mülayimdi. Müdür ve yardımcısı birbirlerinin gözüne “Allah Allah, bu da nerden çıktı” şaşkınlığı ile baka kalmışlar, Yusuf Hocanın kolundan çekerek “ hocam, öğrenciler arasında tartışmayalım” uyarılarını elinin tersiyle iterek “ siktirin gidin, yapın da göreyim” diye onları azarlayarak yanından kovmuştu. Olay anlaşılıyor. Konu bana ilişkin okul idaresinin beni bundan böyle, uzaklaştırma cezamın bitiminden sonra da okula yaklaştırmama kararına karşı hocamın gösterdiği tepki… Arkadaşlarımın olayı bana naklinden sonra gidip teşekkür etmek istedim. Ama nasıl yapacaktım ki, kaçaktım ve dışarı çıkamıyordum, okula nasıl gidecektim… Biraz kamuflaj… Bir şapka, bir atkı, eski püskü bir gömlek ceket… İşte tam bir tanınmaz birisiydim, illegalite buna denirdi. Alışmalıydım illegal yaşama… Biz diplomalarımızı egemen sınıfların hizmetine vermeyecektik, bilgimizi- birikimimizi halkımızı uyarmak, sömürü düzenine karşı onları örgütlemek, sömürgenlerin kaşanelerini başlarına geçirmek için bir mesleği seçmiştik. Öyle demişti komşu köylüm ağabey…Benim bildiğim meslek okuma fırsatını her nasılsa yakalamış, hele hele benim gibi yoksul köylü çocukları için öğretmenlikti, doktorluktu, avukatlıktı, mühendislikti ama bu devrimcilik nasıl bir meslekti acaba… Yoksa okuyamayan köylü çocukları için demirci çıraklığı, marangoz ustalığı, tamirci kalfası gibi bir şey olmasın… Bu yeni bir meslek olmalıydı, elbette öğrenirdim, ondan iyi bilecek halim yoktu ya… Çok geçmeden de öğrenmiştim… Meşakkatliydi, zordu, ölümle burun buruna yaşamaktı… Ben daha işe eşikten adımımı henüz atmıştım ki karşı devrimci güçlerin yaylım ateşine tutuldum… Çocuk yaştayım, ama büyük büyük adamların büyük düşmanıydım… Yatılıdaki dolabımda Dev-Genç’in bildirilerini yakalattım. Yatılıdaki faşistler ihbar etmişler Koşu başlamıştı ve bu koşunun kuralında kovalamak yoktu, hep kovalanacaksın ve kaçacaksın… Öyle de oldu, kaçtım ve kovalandım. Ama bizi kovalayanların topu bizden ne akıllı idi, ne de zeki… Öyle demişti ufak tefek görünümlü, egemenlerin korkulu rüyası komşu köylüm ağabey. Kamuflaj tamam… Kasaba gençlerinin top koşturduğu sahaya doğru geldim. Birkaç arkadaş geriden beni takip ediyorlar. Polise yakalanırsam, kasabanın ileri gelenlerinden Ecevit düşkünü koruyucu meleğim topal Ali amcama haber verecekler. Arkamda da topal Ali amcam gibi bir desteğim var haa… Daha doğrusu topal Ali amcam kasabadaki tüm devrimcilerin koruyucusu, gözetleyicisi, dar gün dostu… Hava kararmaya başlamıştı. Komşu köylümüz ağabey ile Yusuf Hocayı, top sahasını çevreleyen bahçenin yıkık kerpiç duvarının üzerinde hararetli hararetli bir şey tartışırken gördüm. Orda olduklarının farkında değilim. Onarlı görünce bir U çizip geldiğim yöne yöneldiysem de komşu köylüm ufak tefek ağabey beni görmüş, ardımdan seslendi, “İdris gel”. “Abi, konuşmanızı bölmeyeyim”. “ Gel, gel”. Vardım oturdum yanlarına. Ağabey ve hocam elimi sıktılar, merhaba dediler. Hocamla, ağabeyin tanıştığını bilmiyordum. Aralarındaki konuşmaya kaldığı yerden devam ettiler. Kasabanın faşistleri hocamı sıkıştırıyorlarmış, tehditler filan. Hocam “ bu koşullarda öğretmenlik zor, bunlara karşı sessiz kalmak, sinmiş, korkmuş görünmek ağrıma gidiyor, kanıma dokunuyor” dedi. Ağabey, “idris gibilerin geleceği senin gibi arkadaşlara bağlı, biz faşistleri tepeleriz” dedi. Hocam elini omzuma attı, ağabey “Ee idris, dersler nasıl”. Yusuf hocan söyledi, okul birinciliği için bir faşistle yarışıyormuşsun. Bak hocan “Evelallah idris onu tepeler” diyor, “sen ne diyorsun?”. “abi” diyorum, “ben okuldan uzaklaştırıldım, herhalde sürekli atacaklar”… “Başlarına yıkarım o okulu, hocan durumun pek kötü olmadığını söyledi. Yatılıya almayabilirler ama on beş günlük tardın bittiğinde okula dönecekmişsin”. Topal Ali amcam elimden tutup beni savcıya götürdü, mahkemeden beraat ettim. Tardım bitti, okula döndüm. O yılı hocalarımın birlikte kaldığı evde geçirdim, beni yanlarına aldılar. Topal Ali amcam ihtiyaçlarımı karşıladı. Valla ne yalan söyleyeyim, bir elim yağda, bir elim balda. O yıl okul birinciliğini tosuncuğun elinden aldım ama dedim ya yazgı peşimi bırakmadı ki. Bu bir alışkanlık, bir yaşam biçimi oldu, bir türlü “zamanın ruhuna” ayak uyduramadım. Haa, Yusuf Hocam mı?. O “garip” görünümlü hocam 12 Mart döneminde filanca örgütten yargılanmış, af ile birlikte hapisten çıkmış. Komşu köylü abi ile ilişkileri eskiye dayanıyormuş. Komşu köylü ağabeyimi kısa süre sonra yakalamışlar. İşkencedeki direnişi karşısında işkenceciler acze düşmüşler. O direniş Türkiye devrimci hareketinin onur bayrağı olarak hala dalgalanır. Yusuf hocam lanet olası bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Başkalarına yaşamından ne bıraktığını bilemem ama bana sesiz sedasız kocaman öğretmenim olmanın, eğilip bükülmezliğin onurunu bıraktı. Bir de derdi ki çapsız çemberlerin alanı olmaz, nereye yuvarlanacağını kestiremezsiniz. Ayak bağı olup seni tökezletebilir, alaşağı edebilir de. Çemberler çaplarıyla, yarıçaplarıyla matematik dünyasında yerini alırlar. Çaplarından yarıçapını hesaplayabilirsin, kimliğini kişiliğini kestirebilirsin. Ama öncelikle bir çapının olması şarttır. Ne demek isterdi hocam, pek anlayamazdım. Yaşam bunları da anlattı. Çapsız çemberler yaşamımın kâbusu oldu. Çemberlikten çıkıp birer yuvarlağa döndüler. Sokak lisanında “top” deniliyor bunlara…
O canhıraş günlerden birindeydi. Üniversiteye gelmiştim. Gecekondu bir evde üç kişi kalıyoruz. Ben üniversite gençliği ile ilgiliyim. Bir arkadaşımız işçi kesimiyle ve sendikalarla ilgili. Bir akşam eve geldiğinde beni elimde kitapla görünce “ yoldaş” dedi, “çok okuyan kişi revizyonist olur, elinden kitap düşmüyor.”… İnsanı en iyi tanıma zamanının yenilgi sonrası dönem olduğu söylenir. Aradan yıllar geçti. Bu arkadaşımla aynı kasabının bir kahvesinde karşılaştık, hoş beş, çay kahve… Gördüğüme çok sevindim. Birkaç yıldır aklım erdiğince yazmaya çalıştığım Sosyalist bir partinin yayın organı geçmiş eline. Geçmişte çok kullandığı “yoldaş” hitabını kullanmıyordu artık. Ünlü bir iş adamı olduğunu duymuştum. Filanca partinin de kasabının bağlı olduğu ilde önemli, sözü geçer bir temsilcisiymiş. Yaptığı işi kardeşleriyle birlikte yaptığını ve kardeşlerini dolandırıp ekmeğe muhtaç ettiğini duymuş, inanmamış, bunun bir çekemezlik olduğunu düşünmüştüm. Ne de olsa geçmişindeki mayası sağlamdı, böyle bir şeye tenezzül etmezdi. “O zaman gençtik” dedi, “dünya değişti”. Sen hala kaç yıl geridesin, bir adım ilerleyememişsin”. Marksizm’in öldüğünden, kandırıldığımızdan, dünyanın bu beladan kurtulduğundan övgüyle söz etti. “Ne satıyorsun” dedim. Beklemiyordu, gözüme baktı. “Bu girişimci ruhunla anana uygun bir pazar bulamadın mı daha” . Küsmeye değer bulmadığım için çoktandır unuttuğum bir yumruğu suratına indirip uzaklaştım. Yusuf hocam keşke yaşasaydın. Bu gün sana öyle çok ihtiyaç duyuyorum ki, belki çapı olmadan çember olmaya kalkanların sırrını sen açıklardın bana, ben acz içindeyim ve bocalıyorum bunları anlayamamaktan.