- 543 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
URFA BİR YANA DÜŞTÜ,ONLAR BİR YANA
URFA BİR YANA DÜŞTÜ, ONLAR BİR YANA…
Göçmek, yüreği ikiye ayırmak ve bir yarısını sılada bırakırken diğer yarısının sürekli kanamasına katlanmak demekti… O göç gününde film şeridi gibi gözlerinin önünden geçerken “geçmiş” bunu hatırladı.
Geceleri silah sesleriyle bölünen tekinsiz uykuları vardı.Ailesi korkuyla bir köşeye sığınırken o, çocuk aklıyla bombaların patlarken saçtığı ışıkları büyülenmiş gibi izlerdi.Dedesi bu duruma dayanamayarak “Göç!..” dedi.İnsan doğduğu yerde değil,doyduğu yerdedir,diye devam etti.Gurbet hayatını yaşayacaklardı. Mevlüt, kurgulayan değil, kurgunun içinde kalandı yalnızca…
Gidecekleri gün, kızıl bir eylül ikindisinde -son kez- Mevlüt’ün birkaç yıl önce vefat eden babasının mezarına gittiler. Ninesi mezara çöktü, toprağı kokladı ve bir avuç toprak kaldırıp kenarları oyalı bir mendilin içine koydu. Annesi yüz yıllık susma orucunu bozmamaya yeminli gibi sisli bakarken hayata, bembeyaz elleriyle kocasının mezar taşına dokundu. Mevlüt o an anladı çaresizliğin kaç adı olduğunu ve her adıyla onu biraz daha boğduğunu…
Yaşının ilk kez çift rakamlı sayılarla yazılmaya başladığı zaman çıktılar gurbete. Göç günü, hayat onlar için ezberlenmiş sözlerin dışına çıktı. Urfa bir yana düştü onlar bir yana…
Gitmek, hiçbir şeyi bitirmez, aksine durur da yaşar gibi her şey… Gidene yoldaş anılar, ayrıntılar vardır göçün en gerisinde. Sıla hayali öyle bir şeydi ki uğruna dağ dağ yürünen, karnı aç gönlü sultan sofrası bir düştü… Bunu en çıplak haliyle ailesinde gördü. Afaroz edilmiş yasaklı ıslıkları dolayıp dillerine, inkar edilmiş, reddedilmiş kimlikleri sıkıştırıp ceplerine, yüzlerine tükürülmüş bir onuru, haysiyetlerine küfredilmiş bir gururu alıp, alınıp üstlerine yaşadılar memleket hayatını… Mevlüt, coğrafya atlaslarını karıştırırdı.Dünyanın büyüklüğüne şaşırır,bu yerlerde saklı mutlulukları,güzellikleri düşünürdü.Gezegenin en bilinmedik,en gizli köşelerini anlatan kitapları okurdu.Doğu-batı,kuzey –güney bir uçtan ötekine gidip gelirdi.Dönencelerde oyalanırdı.Sonra anladı.Sınır çizgilerinin,savaşın,dehşetin ve çirkinliğin giremediği yer yokmuş…
Dedesi, az söyleyip gözleriyle konuşan dolgun bakışlı insanlardandı. Gözleriyle bir şeyler yazardı, Mevlüt de okurdu. Gurbete çıktıkları gün avludaki ağaçtan kopardığı bir elmayı saklardı hep. O elmayı parlattıkça parlayan, kutsal, kırmızı bir elmaya dönüştürmüştü. Dedesini gizlice izlediği bir gün dedesinin, odasında elmayı sılayı koklar gibi kokladığını görmüştü. Bir sabah elinde sımsıkı tuttuğu elmasıyla bavulsuz yolculuğa çıkmıştı dedesi. Mevlit onu bir türlü unutamadı. Dedesini, trafik ışıklarında beklerken; karşıdan ayağını sürüyerek gelen yaşlı adamda; saçları dökülmüş olan kel kafasına poşusunu bağlayan her adamda; kaçak çayı, hasreti yudumlar gibi yudumlayan her kişide gördü…
Mevlüt o gün karar verdi, dedesinin bakışlarını yüklenip onun bakışlarıyla gurbeti onun yerine görecekti. Cennetin anahtarı sabırdır, diyen Hz. Eyüp gibi beklerdi. Belki de bu durum, Hz. Eyüp’ten bu yana bu toprakların ortak çizgisi olmuştu.
Ninesi; Arapça yalvarır, Kürtçe düşünür, Türkçe söylerdi. Türkçe türkü söyler, Kürtçe stran yakardı Mevlüt’ün babasına. Sıla deyince aklına ilk gelen oğluydu zaten. Mendildeki toprağı, sılayı koklar gibi koklardı. Mevlüt, tüm bunların, güçlü bir ağıdın giriş cümleleri olduğunu bilirdi. Bir koşu komşuya seğirtircesine eski zamanlara gidip gelirdi. Altın dişleri gibi altın yüreği vardı ninesinin. Başını onun doksan küsür yıllık yaşlanmış çınar göğsüne yaslardı. Yeşil, damarlı, bitki kökünü andıran elleriyle Mevlüt’ün başını okşardı, inanılmaz bir yumuşaklıkla sanki başında bir el değil de bir tül dolaşırdı. Onu çok rahatlatırdı.
Toprağıma son kez dokunup öleyim, derdi. Öyle olmadı ama… Mevlüt, ninesinin vefat ettiği gün karar vermişti sılaya gitmeye ve onun dokunuşlarını ödünç alıp dokunmaya…
Mevlüt, hayatının molalarını hep bu iki insan arasında vermişti. Onlardan sonra yalnızlık, evlerinin arsız misafiri oldu. Kaçak, demli bir çayı içer gibi yudum yudum içti hasreti. Sonra “sıla” kelimesi düştü aklına. Bu kelimeyi duymak, yıllardır açılmamış tozlu bir müzik kutusu bulmak gibiydi. Kapak açılır açılmaz aynı melodi başlamıştı. Yanında hiç kimse yoktu; ama çuvallar, sandıklar, bohçalar dolusu yaşanmışlık vardı. Dedesinin bakışını, ninesinin dokunuşunu ve babasının özlemini yüklenip omuzlarına, memleket yoluna düştü. Bunu halledebilmek, kaderin kalemini eline almak demekti.
Memleket bizi çağıran yerdir aslında. Diyetini boynu ilmekli tekilliğiyle ödediği geri dönüşlere mahkûm olan kaçakçılığı yaşıyordu şimdi sanki. Doğduğu topraklara gitti sonunda. Sokaklardaki çocuklar dikkatini çekti. Güneydoğu’da çocuk çoktu; ama çocukluk yoktu. Yolda yürürken aşina yüzler gördü. Mevlüt için “ Ahmet’in oğlu “ diyorlardı. O, memlekette sadece bu vasıftaydı, başka bir şey değildi. Bütün elbiselerinden sıyrılıp “ sen “olduğun yerdir memleket…
Güneş, son ışıklarını da toplayıp kâinatın üzerinden, evinin yolunu tutmaya hazırlanıyordu. Yakılmaya başlanan ışıkla, kızıl bir eylül ikindisinde memleketinin gerdanına takılan bir kolye gibi parlıyordu.
Urfa bir yana düşmüştü, onlar bir yana…
Dedesinin bakışıyla baktı yıkılmış evlerine.Geçmişe açılan esrarlı bir kapıyı açar gibi açtı kapıyı.Zaman bir yerinden “Çıtt!..” etsin istedi.Eve Halil İbrahim bereketi doluşsun,evin avlusunda başı yazmalı,eli nasırlı ninesi,yufka gibi yüreğiyle sacda yeniden yufka ekmekleri pişirsin istedi.Geçmişte yaşadıklarından kül rengi anı serpintileri düştü gözlerinin önüne.Ablasının,kucağında hep bez bebekle gezen hali geldi gözlerinin önüne.Avludaki ocağın üstüne kazanı oturtsun,bakır leğende annesinin ellerine kaynar su döksün istedi eskisi gibi.Yeniden çamaşır yıkasınlar birlikte.Mintakslar köpük köpük kabarsın,ablası bir kabarcığı tüm müşfikliğiyle yine burnuna dokundursun,ev sabunu koksun ortalık…Kırmızı biberler,patlıcanlar kurusun pencere demirlerinden sarkan iplerde,domatesler kurusun damdaki tepsilerda. Tavan pervanesi dönen odaların yaz sıcağında bunalıp serinlemeye çalışırlardı. Sıcaktan yanan taşlığa su dökerlerdi kova kova… Çocukluk deyince sanki pek bir şey değişmemiş, sevilenler ölmemiş, sevgiler geride bırakılmış, yazlar kışlar olduğu yerde durmuş demek değil. Ama uzaktır çocukluk, yaralar kabuk bağlamış, kabuklar dökülmüştür. Büyürken insanın ilk kaybettiği şey gelecek duygusudur. Çocukken gökyüzü daha büyüktü. Kocaman bir güneş vardı. İri iri bulutlar. Hayat; kırmızı fiyonklu, janjanlı devasa boyutta bir paketti. İçi boş bir paketmiş meğer… Uçuk pembeyi ne zaman çıkardık renklerimizin arasından, umutsuzluklar ne zaman başrolünde oldu hayatımızın… o, çocuksu gülüşleri annesinin dizlerinde bıraktı.
Adımları, hazan yapraklarını süpüren belediye aracı gibi akıp gidiyordu…
Sonra virane olmuş mutfağa girdi. Turşu küplerinden körpe hıyarlar aşırıp damağı kamaşarak kemirdiği anın kekre tadı bugünmüş gibi aynı tazelikte oluştu damağında. Çocuk olmak değildi istediği, kaldıramazdı bir daha en baştan büyümeyi çünkü. Mazinin vitrinlerinde, panayırda kaybolmuş bir çocuk gibiydi. Geçmişin koridorundan esen soğuk rüzgâr peşini bırakmıyordu. Tarihin kumları içinde kalmış kayıp bir uygarlığın göz oyuklarına benziyordu her oda. Gizli bir dehliz bulabilecekmiş gibi sır dolu bir dikkatle baktı odalara. Sonra dedesinin odasına girdi bu odada oturmak istedi semaver fokurtusunda ısıtsın istedi bakışları birbirini. Biterdi belki yürek soğukluğu o zaman Mevlit’in.
Dışarıdaki dut ağacını gördü pencereden sonra. Çocukluğunun zindanlarına hapsettiği en gizli anısı düştü aklına bu ağaçla ilgili: Ömerlerin kızı Hilal’in kınasının olacağı gün Mevlüt okula giderken yolda Mahmutların Yusuf’unu görmüştü. Yusuf, Mevlüt’e gizlice bir mektup vermişti doğruca Hilal’e verilmek üzere ama bundan tek kelime kimseye bahsetmemesi şartıyla. Mevlüt, karşı köye yarın gelin gidecek olan Hilal ile Yusuf’un ne alakası olacağını düşünse de görevini başarıyla yerine getirmişti. O gün köyde kıyamet kopmuştu. Bütün köyü bir merak ve korku almıştı. İkisi kaçarken yakalanmışlardı fazla uzağa gidemeden. O gece bambaşka bir geceydi. İkisi de elleri arkadan bağlanmış olarak köy meydanına getirilmişlerdi. Mevlüt avludaki işte bu ağaca tırmanarak köy meydanına bakmıştı. Yusuf’la göz göze geldi. Bir an bakışlarıyla konuştular. Gözleriyle bu mektuptan kimseye bahsetmediğini, sırrı sakladığını söylemek isterdi. İşte o anda iki el silah sesi duydu Mevlüt. Yusuf’un titrek iki lambaya benzeyen gözleri söndü sanki. Mevlüt, o anda bir kan kokusu hissetti. Ne zaman bu anıyı hatırlasa, ardından bu kan kokusu gelir burnuna. Elinde aynayla tırmanırdı bu ağaca eskiden. Aynayı güneşe tutup komşu evlere aksettirirdi. Komşu kadınları da ellerini koca kalçalarının üzerine koyup şikâyete gelirlerdi Mevlüt’ün annesine. Kısacası bu ağaçla Mevlüt iki yakın oyun arkadaşı gibiydi. O geceden sonra bu ağaçtan hep kaçtı. Sanki bu ağaca bakarsa, elleri arkasından bağlı olan Yusuf’un bakışlarını görecek ve hemen ardından Kan kokusunu hissedecekti. İşte bu dut ağacı, Mevlüt için böyle kirli bir geçmişe sahipti…
Odalardaki hatıralara yolculuğunu sürdürürken, hüznün saçları kınalı o ikindi vakti, sisin gümüş tülü arasından gördü aniden babasının hayalini. Babası yanına yaklaşıp saçlarını okşadı. Kaf Dağı’nın ardından gelmiş gibiydi. Avucunu açıp içine bir Anka tüyü bıraktı. Ardından ölümün arka bahçelerine uçtu…
“Gitme!” diyemedi…Gidersen göğün nikahından boşanan yağmur gibi boşanır gözlerimden bir Fırat,bir Dicle,demek istedi,diyemedi…Diz çöktü odanın ortasına.Az önce gördüğünün bir hayal mi rüya mı olduğunu bilemedi.Avucunu sımsıkı tuttu.Ayıp,günah,yasak demeden,tüm özlemlerini yükleyerek gözyaşlarına hüngür hüngür ağladı!... Mahşerde ayrılmayacaklar, Memleket bir yana onlar bir yana düşmeyecek. Hak diye koyulmuşsa araya ayrılık, biliyordu mahşerde yaşanırdı en soylu kavuşmalar…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.