TURUNCU HÜZÜN
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
“Duygular vardır, söze dökülmez. Bağımlılık yapar. Gölge gibi derinliklerinde yaşar ruhun. Her karşılaşmada hastalıklı bir dille geçmişin talihsiz sayfalarını açar gibi…”
Bulutların süratle toplanışı, gelecek fırtınanın habercisiydi. Suya direnen bir yolcunun yorgunluğu vardı gözlerinde. Masanın üzerinde, bir ışık yığını gibi duran portakallara bakıp iç geçirdi. Buğulanmıştı yeşil gözleri Selma öğretmenin. “Ah keşke!” Demenin çaresizliği, pişmanlık, geç kalınmışlık, sessiz bir güç gibi yaşamını tutsak etmişti.
İlk ataması yapıldıktan sonra, köye gittikleri günü düşündü. Uzun ve yorucu geçen yolculuğun ve bir de hamileliğin verdiği sıkıntıyla, zar zor varabilmişlerdi görev yerine. Kocasının; “Geldik, bak işte şu ev.” diyerek işaret ettiği tek katlı lojmanın ilkel görünüşüyle, hayal kırıklığına uğradığı anı gülümseyerek geçirdi gözlerinin önünden. Yaşam savaşının sekiz yılını, acısıyla tatlısıyla yaşadıklarının, anıları arasında önemli bir yer tutacak olan o evin unutulmayacağını nereden bilecekti! Eşinin ordudaki görevi nedeniyle oradan oraya sürüklenip dururlardı. Diyarbakır’ın bu küçük köyüne zamanla alışıp, onlardan biri olacağını hiç düşünmemişti. Burası; bölgeden bağımsız, muhacirlerin toplu olarak yerleşip yaşadıkları bir yerdi. Hemen her evin beyaz badanalı oluşu, komşu köylerde tek bir ağaç bile yokken, bu şirin köyün yeşilliği dikkat çekiciydi.
Evler toprak tabanlı, düzayaktı. Geceleri fare tıkırtısından uyku tutmazdı ilk zamanlar. Ancak zamanla bu sesler ninni gibi gelmeye başladı. Bir tek suyun sesi bölerdi uykusunu. Bir de kurbağaların gece çığlıkları… Düşler, iç dünyaya yolculuklar… Okulun biraz ilerisinde cılız ama sesi gür bir dere vardı. Kadınlar o derede çamaşırlarını, kilimlerini yıkarlardı. Kısa süre içinde köyde yaşayan kadınlarla iyi ilişkiler kurmayı başarmıştı. Onların yaptığı tandır ekmeği ile kocasının ilçeden getirdiği francalayı değiş tokuş yapardı. Bu ekmeğin kokusuna bayılır, eve gidince, uzun süre koklardı onu. Gördüğü sıcak ilgi, sevgi ve saygı, yaşamı daha da kolaylaştırmıştı. Kısa zamanda kaynaşıp, unutulmaz dostluklar kurulmuştu aralarında. Şimdilerde o günleri özlediği çok olurdu. İstanbul’un kalabalık, gürültülü cüssesi baş döndürücüydü. Sabahın erken saatlerinde kalkıp, doğanın katıksız solumalarını içe çekmenin eksikliğini duyardı hep. Köyde yaşarken de İstanbul’u özlerdi. Gülümsedi. “Biz insanoğlu, hiçbir şeyden memnun olamıyoruz.” Diye düşünürken…
Gözleri dalgın, omuzları çökmüş, uzun süre pencereden dışarı baktı. Sardunyalar, camın kenarındaki saksılardan adeta salıncakta sallanır gibiydiler. Eylül; yağmuruyla, rüzgârıyla, kışın çetin geçeceğinin habercisiydi adeta. Bu soğuk gecede Ay, gizlendiği bulutlar arasından başını uzatmış, soluk yüzünü göstermenin çabası içindeydi. Elleriyle buğulanan camı sildi. Şekli bozulan buharlar, incecik sızıntılar halinde, yukarıdan aşağıya doğru akmaya başladı. Güz yanığı birkaç ağaç, dev binalar arasında yitik bir yelkenli gibi kanat çırpıyorlardı. Gökyüzünde dumandan bir halka, dolanıp duruyordu düşlerinin üzerinde. Eşi, bir haftadır işi gereği yine il dışına çıkmıştı. Gecenin ilerleyen saatlerine kadar, oğullarıyla birlikte onun dönüşünü beklediler. Çocuklar daha fazla dayanamayıp odalarına çekilince, yeniden düşleriyle baş başa kalmıştı. Geçmişe uzanan uzun bir yolculuğa doğru…
Kapının çalınışıyla hayallerinden sıyrıldı. Sıkıntılı, yorucu bir yolculuğun izlerini yüzünde taşıyan, günlerdir yolu gözlenen sevgili yolcusu eşikteydi. Bir dalın ucunda sallanıp duran damlaların yolculuğuna benzetti bu bekleyişi. Düşüp düşmemekteki kararsızlığı gibi her esintiyle, her ayak sesine koşar olmuştu çünkü. Gençler kapının ziliyle yataktan fırladılar. Onlar gelinceye kadar kapı çoktan açılmış, kocasının kollarına atılmıştı bile. Karı koca, asırların özlemini yaşar gibi birbirlerine kenetlenmiş, sevinç gözyaşlarına boğulurken, gençler eşyaları içeri aldılar. Büyükçe bir bavul, birkaç naylon poşet ve alışkanlığı hiç değişmeyen bir kasa portakaldı getirdikleri.
Köyde yaşadıkları sırada; eşi her gün, sabahın erken saatlerinde kalkar, yarım saat süren yolculuğu sonunda ilçedeki görev yerine ulaşırdı. Akşamleyin aynı yolu, aynı sürede tekrarlayıp eve dönerdi. Orada alışveriş yapma seçenekleri olmadığından, evin bütün ihtiyaçları kocası tarafından karşılanırdı. Her akşam, eli kolu dolu olarak gelme alışkanlığı bu yüzdendi. O zamanlar cumartesileri yarım gün öğretim yapılırdı. Okul ile lojman aynı bahçe içinde olduğundan, Selma öğretmenin yol sorunu yoktu. Öğlen tatili ve uzun teneffüslerde eksik kalan acil işlerini tamamlamak üzere evine koşar, işlerini hiç aksatmazdı. Titiz ve dakik bir kadındı.
Lojmanın hemen arkasındaki toprak evde yaşlı bir kadın otururdu. Üç çocuğundan hiçbiri yoktu yanında. Hepsini evlendirmişti. Biri İstanbul’a, diğer ikisi Almanya’ya yerleşip, kendilerine oralarda yeni düzen kurmuşlardı. Yazları gelir, birkaç gün kalıp dönerlerdi. Çoğu tatillerini sayfiye yerlerine giderek geçirirlerdi. Hatice teyze, yalnız yaşamaya alışmıştı. Bazı yazlar çocuklar gelmeyince, gözleri yolda, kulağı seste onları beklerdi. Yaşlılıktan çalışamaz haldeydi. Ara sıra gönderdikleri üç beş kuruş ile geçinmeye çalışır, hastalanmamak için bulduğu bütün otları kaynatıp içer, doktora gitmemekte direnirdi. Baharla birlikte, küçük kulübesinin önü, saksılarda dizi dizi menekşelerin boy gösterdiği, renk cümbüşüne dönerdi. Elinden çapa düşmezdi, güneşi görür görmez dışarı fırlardı. Kendi evinin önünü yeşerttiği yetmezmiş gibi lojmanın bahçesini kazıp toprağı kabartır, kışın içerde tuttuğu çiçekleri budayıp yeni fidanlarla donatırdı her köşeyi. Nisan ortalarına doğru bahçeler rengârenk olduğunda, elini beline koyup, dakikalarca onları seyrederdi. Bütün güller, bütün kelebekler onundu. Kokuları, gülümsemeleri… Onlar da Hatice teyzenin.
Eşik önü kucaklaşmalardan sıyrılıp, salona geçtiler. Gözlerinden uyku ve yorgunluk akan Kemal Bey, konuşacak halde değildi. Selma öğretmen oğullarını ve kocasını yatırdıktan sonra mutfağa girdi. Kasadaki portakalları boşalttı. Onları yerleştirirken gözleri doldu. Hatice teyze eli belinde, karşısında durup gülümsüyordu sanki. Bakışlarındaki derin ve dalgın ifade, onun buralardan çok uzakta dolaştığı izlenimini veriyordu. Gidecek yeri olmayan, ıssız ve ulaşılmaz bir ülkedeymiş gibi… Düşlerinden sıyrılıp gelmiş çıplak ayaklı çocuklar, Hatice teyzenin soluk nefesi, karanlığı bozan bir şimşekti önünde adeta.
Eşinin tayini onaylanıp, kendisi için İstanbul’a tayin isteği gerçekleştiğinde, içinde bir burukluk hissetmişti. Akşama kalmaz çıkacaklardı yola, hazırlıklar tamamdı. O sabah erkenden kalktı, mutfaktaki çöpleri lojmanın arkasında bulunan boş alana dökmek üzere dışarı çıktı. Kapının önünde durdu. Güneşe bakan taşlar üzerindeki pırıltıyı ve güneşin ufukla dansını seyretti uzun süre. Evin arkasına geçti, ansızın durdu. Hatice teyze çöpleri karıştırıyordu. Merakla onu izledi. Akşamleyin, kendisinin çöpe attığı portakal kabuklarını seçip silkeleyerek, kolundaki küçük sepete doldurmadan önce koklayan yaşlı kadını hayretle izledi. Gördüklerine bir anlam verememişti. O, işini bitirip dönecekken, burun buruna geldiler. Selma öğretmen ne diyeceğini bilmez, şaşkın bir haldeyken toparlandı.
“Günaydın Hatice teyze, ne yapıyorsun?” Diye sordu. Yaşlı kadın, sepetindeki portakal kabuklarından birinin içini kemirmeye çalışıyordu o sırada. Telaşla kabuğu sepete koydu. “Onları kokluyorum kızım. Kokuları öyle güzel ki! Malum, ne dizde derman var, ne elde para! Bizimkiler yine unuttu beni.” Dedi. Selma öğretmen, elindeki çöplerle öylece donakaldı. Bulunduğu yerdeki cılız ağaca tutundu. Menekşe gözleri iyiden iyiye buğulanmıştı. Akıp giden konuşmalar, hayal kırıklığı ve başıboş dalgalar beynini kemiriyor, soğuk terler döküyordu. Süratle zihnini yokladı. Mutfağın her köşesini gözleriyle taradı. Yoktu, bir dilim portakal kalmamıştı. Zaman yoktu, araba yok. Bir an soluk aldı, boğulur gibi oldu. Üzgün, ümitsiz ve kararsızlık içinde olmayacak rüyalarla çözüm aradı, bulamadı. Kendine yabancı bir sesle ve son karşılaşmanın hüznü içinde ona veda edişini anılarından koparıp önüne serdiği sırada, eşi ve çocukları çoktan uyumuşlardı.
Bavulu boşalttı, eşinin çamaşırlarını banyodaki kirli sepetine koydu. Paketleri açtı, yerlerine yerleştirdi. Portakalları meyve dolabına yerleştirirken, gözlerinden düşen birkaç damla, turuncu bir hüzün gibi portakalların üzerinden akıp gidiyordu. Kızıl kahverengi saçları terden alnına yapışmıştı. Yüreğinden sürgün etmeye çalıştığı duygularla kıvranıp duran, bir avuç çaresizlik ve gönül darlığı içinde bir kez daha keşkelere yenik düşmüştü…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.