SAKLI HAZİNEMİN TILSIMLI ANAHTARI: DOSTLUĞUMUZ
m_meyra
Zübeydeye
Seni görünce çok duygulandım. Ağlamakla ağlamamak arasında ikircikli kaldım bir an. Sen ve ben sanki ikimizin kimliğini kişiliğini birlikte yaşamışım gibi geldi bana. Gülen gözlerinin içindeki anılarımızla derinlere daldım. Çocuk ruhumun en nadide köşesindeydin. Duygu ve düşüncelerimin demlendiği bir alevin içinde…
Bitmeyen telefon konuşmalarımızı hatırladıkça, anlıyorum ki, koşarak gezdiğimiz ama bir türlü yürüyerek dolaşamadığımız Bursa sokaklarındaki özlemimin ismi sensin. Çocukken arkadaşımdın, olgunluğumda anılarımın yoldaşısın.
Hatırlar mısın bilmem, Heykel’deki tarihi valilik binasının üst kısmında olan,hani dağ tarafında ki Hacılar Camii avlusuna oturmuştuk seninle, küçük ve ucuz atomlarımızı yemek için. Atomumuzu yemeye fırsat bulamamıştık, çünkü bir köpek peşimizi bırakmamıştı. Bir lokma verelim hadi bir lokma daha derken küçük yiyeceğimiz bitti ve biz aç kaldık.
Daha pek çok anımız var seninle hangi birini yazayım. Ama en ilginç olanı neydi biliyor musun? Asya İpeği hatırlarsın; hani şu Cumhuriyet Caddesindeki iplikçiyi. Ve oranın sahibi Metin Önal Mengüşoğlu’nu.
Yazarken gülmek geliyor içimden. Okuldan çıkınca Asya İpeğe gitmek gerekiyordu. Ufacık yüreklerimizle çıkarmaya çalıştığımız Ahsen için röportaj yapmak istiyorduk Mengüşoğlu üstat ile. Ama biz daha on bir on iki yaşlarında minik kızlardık. Okul çıkışı eve geç kalmamamız gerekiyordu. Ders bitiş zilinin çalmasıyla başlayan koşuşturma, Yeşil, Setbaşı derken Cumhuriyet Caddesi ve Asya İpek kapısının önünde nefeslenmek üzere durmuştuk. Telaşımız anlaşılmamalıydı, sakinleşmeli ve koşuşturmamızı belli etmemeliydik. (Aslında daha kestirme yollar varmış gereksiz yere o kadar yol kat etmişiz.)
Biraz nefeslendikten sonra içeri giriş yapardık. Büyük heyecanla dinlediğimiz Metin Önal Mengüşoğlu bize dergiler, kitaplar hediye ederdi. Ve biz oradan ayrılırdık. Şimdi o çok sevdiğimiz ve fikirlerini zevkle dinleyip faydalandığımız fikir babası benim kayınpederim oldu.(çok şaşırdın değil mi?)
Senden ayrıldıktan, yollarımız değiştikten sonra, zaman zaman senden bahseder, seninle ilgili anılarımı yeniden tazeler, hem sevinir hem de hüzünlenirim. Hayatımda olmadığına ve daha çok şeyler paylaşamadığıma derin bir ah çekerim…
Dur! Hatırıma geldi bir anımız daha; amma da çocukmuşuz yahu! Gerçi aramızdaki iletişim ne kadar sıkıymış meğer anılara bir de bu açıdan bakmalıyız. Okuldan çıkınca dergimiz için reklam toplamaya giderdik. Ve okul çıkışı olduğundan her seferinde karnımız aç olurdu. Hani Yeşil’de Besaş (Bursa da belediyenin çıkardığı halk ekmeği) ürünleri satan bir yer vardı. Oradaki kulübeden ucuz bir ekmek alır ve reklam toplamaya çıkardık. Uğradığımız firmalarda çalışan kızlar bize çay söylerlerdi. Kuru ekmeği çayla hep beraber yerdik. Firma sahipleri çalışanlarını meşgul ettiğimiz için bize kızarlar mıydı bilmiyoruz ama yüzümüze karşı bir şey demez hatta belki de boyumuza, yaşımıza bakarak reklam vermede yardımcı olurlardı.
Tuhafmışız yahu! Ekmeğimizi niye bir bankta oturup yemiyoruz da elin iş yerinde çalışanları da meşgul ederek yiyoruz? Hakikaten çocukmuşuz.
Çocuk olmasaydık derste sıranın altında niye ayakkabılarımızı boyayalım? Çocuk olmasak derste hiç çikolata yer miydik? Çocuk olmasak ders dinlemeyip, ders dışı kitaplar okur muyduk? Çocukluk işte; çocuk olmamıza rağmen bizde bir şey daha vardı. Fikirlerimizin sağlamlığı; o çocuk ruhumuza rağmen, İslam’ın temsilcisi saymıştık kendimizi ve radikal düşüncelerin sahibiydik. O günlerde oluşan İslâm aşkı ve neşesi bende kendini bu zamanlara kadar artırarak getirdi.
O zamanlarda oluştu bende bir şeyler yazma arzusu. Şiir ve yazı denemelerine başlamıştım. Yazdıklarımı öncelikle kendi dergimizle yayımlayacaktım. Halimize bakmadan iyi birer yazardık çocuk gözümüzde. Şimdi bu devirde kaç çocuk bizim gibi düşünür, yazar ve yayınlar. Ve kaç çocuk radikal İslami fikirlere sahiptir? Kendimizle onur duyuyorum düşündükçe. Şimdi gene yazıyorum; bıraktığım yerden devam ediyorum, ama beni yeni tanıyanlar bu işe yeni başladığımı sanıyor. Oysaki biz on bir on ikili yaşlarda başlamıştık yazmaya ve seninle birlikte yayımlamaya.
Geçenlerde senin bir yazını okudum ve duygulandım… Ne güzel ne özel günlerdi. Şimdi bana bu satırları yazdıran fevkalade yaşanmış geçmişimizdi. Sana ve bana dair…
Sen nerelerde, kimlerlesin bilemem; bildiğim bir şey var hakiki bir dostmuşsun. Yalansız, riyasız. Birbirimize her daim güvendik, sıkıntımızı da mutluluğumuza paylaştık. Beraberlik sırlarımız hep bizde saklı ve gizli kaldı. Şimdi otuzlu yaşlardayım. Artık dost edinemiyorum. Çünkü hayatıma giren hiç kimse bana senin kadar yakın değil. Kim bilir belki ben de onlara aynı şekilde yakın olamıyorum. Kendilerine emanet edilen paylaşımları, sırları, zaman geçmeden başkalarından işitiyorum. Oysaki ben insanlarla bir şeyler paylaşırken, onlara sırlarımı emanet ediyorum. Dostluk sırların saklandığı sandığın anahtarını emanet ettiğinizde belli olur; öyle değil mi? Emanetlere sahip çıkmak Allah’ın buyruğu değil midir?
Kimileri lafa gelince mangalda kül bırakmıyor hak ve hukuk bahsi dillerinden düşmüyor. Ama dost görünenler aramızdaki sırları başkalarıyla paylaşırken hak ve hukukumuzu çiğnediklerini unutuyorlar. Böyle yapmanın sağladığı bir kârları yoktur aslında. Böyleleri keşke ahlak sermayelerinden yediklerini bir anlasalar.
Sermayelerini yalan baharlara, basit çıkarların merkebine bindirenler asıl zarara uğrayanlardır. Merkep yorulunca üstündeki iğrenç hesaplar külliyatını savuruyor, dört bir yana tozları uçuşuyor. Uçuşan tozlar okutturuyor kendini. Dostlukları zedeleyenler, yazdıkları külliyatın hangi tür nefretle okunduğunun farkında bile değiller. Samimiyetin, fedakârlığın adı şimdilerde aptallık olarak mı algılanıyor? Oysa muhatapları aptal değil, kendilerinin ciğerini bile okurlar. Gelin görün ki yalan baharını yaşatmaya soyunanlar, külliyat ciltlerini çoğaltmaya devam ediyorlar. Kendilerini bir kıymet zannedip ruhlarını avutuyorlar. İnsanlıktan nasipsizlerin dost kalması dost olması elbet mümkün değildi. Çünkü dostluk sır saklamakla başlardı. Ne yazık ki görünen samimiyetsizlik, sadakatsizlik, yalan, riya… Her şey menfaat, her şey maddecilik…
Allah’ın yarattığı kimya ile kalan insan neredeyse yok. Ruhların kimyası bozulmuş. Bozuk kimyalar kendilerine azot, fosfor ve potasyum (Azot bitkilerde yaprak ve gövde oluşumunu teşvik eder. Fosfor=bitkilerde özellikle çiçeklenme kök gelişimi tohum ve meyve oluşumunda önemli rol oynar. Potasyum=ürünün kalitesini artırır, meyvenin tat, aroma ve renk yönünden gelişmesine katkıda bulunur) ekleyerek bitkilerdeki gibi kendilerinde farklılıklar ve kalite ekleyemiyorlar ne yazık ki.
Bozuk ruhların tehlike çanları çalıyor… Düzeltilemeyen, kendini değiştirmeyen toplumlarda her şey daha bozuluyor. Geri dönüşü olmayacak şekilde. Kimyaları deforme olmuş suretler sarıyor etrafımızı… Her baktığım yüzde aynı ifade.
Kararmış ruhlar suretlere yansıyor.
Bu satırlarda ne demek istediğimi anladın, biliyorum. Çünkü biz öyle dostuz ki birbirimizin sesini kilometrelerce öteden duyacak kadar severiz.
Bak nasıl bir dostmuşsun ki bu yaşımda bile benim anlattıklarımı anlayacağını düşünüp seninle paylaşıyorum gözlemlerimi… Uzakta da olsan senin varlığın benim nasibimmiş. İyi ki varsın.
Anılar bitmez anlatmaya benim de zamanım yetmez yazmaya… Seninle bir şeyleri paylaşmak güzeldi. Benim için özeldin ve hep öyle kaldın. Sana ulaşamadığım her anda hep hatırımdaydın. Hayatımda bana faydalı olan tek arkadaşım, dostumdun. Gönlümde tek dostumsun ve sen çocukluğumdaki sevgimle muhafazadasın.
Yıllar sonra bana dost olmanın güzel hasletlerini yaşattığın için teşekkür ederim. Samimiyetin ve sadakatin için…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.