- 713 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
YANGIN
Güz mevsimi, henüz yeni gelmişti. Yapraklar sessizce üzgün üzgün dökülüyordu. Ayrılık hüznü çoktan başlamıştı. Ağaç üzgün dal üzgün yaprak üzgündü. Herkes kışa merhaba demeden şu güzel günlerin tadını doyasıya çıkarmak istiyordu. Tatil günüydü. Hava güzeldi. Herkes; eş, dost ve akraba ziyaretlerine gitmişti.
Çankırılı üç erkek kardeş, Çankırılı üç bacıyla evlenmişti. Kendilerine de İstanbul Küçükköy Kazım Karabekir Mahallesinde güzel bir bina yapmışlardı. Bu bina üç blok halindeydi. Bina yapışık nizamdaydı. Yokuştu yolu. Küçükköy merkezden eve ulaşmak için bayağı yokuş yürümek zorundasınız. Elinizde eşya varsa dinlenerek gitmelisiniz. Yoksa kefeden kalırsınız.
Kazım Karabekir Mahallesi ne güzel yerdir. Çankırılı kardeşler yaptıkları binayı kendi zevklerine göre yapmışlar ve kendilerine göre dizayn etmişlerdi. Doğrusunu söylemek gerekirse evinde oturanlara ferahlık veriyordu. Ben de bu güzel evin kiracılarındandım. Oturduğum daire dardı ancak kibardı. Kirası da normaldi. Yanı başından yol geçiyordu. Araçların yokuşu çıkmak için çıkarttığı ses evin içinde bile sizi rahatsız ediyordu. Gerçi gürültüyle karşılaşanlar bu duruma alışmışlardı. İnsan alıştığı gürültüyü bile bazen arıyor. İstanbul’da yaşayan birileri, yazları sakin olan köylerine gittiklerinde bir süre sessizlikten rahatsızlık duyuyorlar ama zamanla alışıyorlar. Alışma sözcüğü bu yüzden önemlidir ve önemsenmesi gereken bir sözcüktür.
Ev sahipleri ve komşular, güz günlerinin son demlerinde, güneşli günlerini güzelce geçirmek için pikniğe gitmişlerdi. Güz günlerinin tadını doyasıya çıkarıyorlardı. Üç erkek kardeş, üç bacıyla evlendiğinden bahsetmiştim. Bu durum ender rastlanan bir durumdu. Üç erkek kardeşle evlenen bu kız kardeşlerden, en büyüğü daha merhametli ve daha cana yakındı. Çok çile çekmiş olmalı ki insanların hallerinden anlıyordu. İsmi Ayşe idi. Biz ona Ayşe Teyze diyorduk. Ayşe Teyzede yardım duygusu ve merhamet son haddindeydi. Üç aile de çalışkandı, işlerine gider, işlerinden dönerlerdi. Kimseye faydalarından başka bir şey dokunmazdı. Helal rızıklarının peşindeydiler. Dolapdere’de hurdacılık yaparlardı.
Ayşe Teyze, gelinlerin en büyüğüydü. Kocası Ali Ağabey de erkek kardeşlerin en büyüğüydü. Ali Ağabeyin evi, bitişik nizamdaki üçlü bloğun batı tarafından en sonda bulunuyordu. Ortada Nurettin’in evi, diğer kıyıda da ise Osman’ın evi vardı. Ayşe Teyze’nin çok çocuğu vardı. Çocuklarından bir kısmını evlendirmiş, bir kısmı da bekârdı. Diğerlerinin çocukları henüz küçüktü. Evlenen de yoktu.
Erkekler hurda işiyle uğraşıyorlardı Beyoğlu Dolapdere’de. Üç erkek kardeş yaş şırasına göre; Ali, Osman ve Nurettin’di. Ali ağabey uzun boylu hafifi kilolu güleç yüzlüydü o hep gülerdi güldürülürdü. Uzun yüzlüydü ve kırarmış sakalı ve saçları vardı. Belirli belirsiz bıyıklıydı. Şakalaşmayı severdi. Başında devamlı şapka bulundururdu. Ali Ağabey’in yetişkin erkek çocuklar vardı. Onlar da hurda işinde çalışıyorlardı. Benim ev sahibim ortanca kardeş Osman Bey’di. Osman Bey ise orta boylu yuvarlak yüzlü saçlarının çoğu yoktu. Bıyıklı ve siyah saçlıydı. Nurettin ise benzeme yönünden iki kardeşin ortasıydı. Biraz Ali ağabeye biraz da Osman’a benziyordu. Orta boyluydu. Çalışkandı elinden her iş gelir. Tatil günlerinde bile boş durmaz evin eksikliklerini tamamlardı.
Dünyadaki kiracıların en zor işi nedir bilir misiniz? İlki kiracı olmaktır. İkincisi ise bir sene evinde oturduktan sonra ev sahibinin gelecek yıl için kirayı ne kadar artıracağı sorusudur. Kirayı artırma konusu çok önemlidir. Hem kiracı için hem de ev sahibi için bu böyledir.
Kiracı:
“Ev sahibim, bu sene kirasını acaba ne kadar artırır? Kirayı fazla artırışa ödeyebilir miyim? Kirasını ödeyemezsen ne olur? Kira yüksek olursa evinden çıkmak zorunda kalırsam daha ucuz kiraya ev bula birimiyim? Diye aklına bin bir soru gelir ve kara kara düşünür. Kiracı, eğer ev sahibi kirayı kendisinin istediği oranda artırırsa, o zaman çok sevinir. İçi ferahlar. Derin bir nefes alır. Ev sahibi beklentilerinin üzerinde kira parasını artırırsa, kiracı o zaman kara kara düşünür. Kiracı, buradan daha ucuz ve uygun bir yer bulursa oturduğu evden çıkmanın hesaplarını yapar. Tabi ki bir ev bulabilirse…
Kuşluk vakit idi, evimizin kapısının zili arka arkaya durmadan çaldı:
“Kimse var mı?”
“Evet.”
“kapıyı açın.”
Ses Ali abi ve Ayşe teyzenin gelinini sesine benziyordu. Bu Fatma gelindi. Kapıyı açtık ki bu seslenen ondan başkası değildi.
Fatma Gelin:
İdris Ağabey, Satı yenge! Yemek yapıyordum. Yemeği ocakta unuttum. Tüp yanıyordu yemek de tüpün üstündeydi. Bu esnada kapı birden kapandı; anahtar üzerimde yok, ben ne yapacağım. Lütfen bana yardım edin. Beni bu sıkıntıdan kurtarın ne olur Allah aşkına!” Dedi. Bir yandan da korku ve endişe içinde ağlıyordu. Fatma, Tesettürlü zayıf bir gelin hanımdı. Satı Hanım, Öğretmen İdris’in eşiydi.
Satı Hanım:
“Fatma sakin ol hele kız! Bir çaresine bakarız. Biz elimizden geleni yaparız. Sen merak etme.” diye onu teselli ediyordu.
Öğretmen İdris:
“Fatma, ben bir bakayım. Korkma! Yemek tüpte kaynar kaynar söner, bir şey olmaz. Aklına kötü şeyler getirme.” Dedi. Gelinin gözlerinden korku ve endişe saçılıyordu. Bir yandan da için için ağlamaya devam ediyordu. Sanki ağlamaktan gözlerinde yaş kalmamıştı...
İdris Hoca ve eşi Satı Hanım evlerinden ayrılarak Fatma’nın evine doğru hızla hareket ettiler. Dış kapının kolunu hızlıca çektiler. Fatma’nın yemek yaptığı mutfağa doğru yöneldiler. Mutfak en üst kattaydı. Merdivenleri çıkmakla merdivenlerin basamakları bitmiyordu. Çıktıkça merdiven uzuyordu, uzadıkça da dizler şal dokuyordu.
Ben kapıyı hızla ittim. Kapı, açılmak nedir bilmiyordu. Kapı çok yeniydi. Açmak için kapıyı kırmak da aklıma gelmemişti. Ne yapabilirim? diye uzun uzadıya düşündüm. Gelin hanım bana çatıya çıkan bir boşluk gösterdi. Bana; Çatıdan da evin içine iniş yeri var.” dedi. Ben bir merdivenle çatı katına tırmandım. Çatı katında mutfağa doğru teras katının boşluğundan yol alırken, bir itfaiye aracı evimizin kenarındaki yolun yokuşuna doğru hızla siren çalarak yol alıyordu. İtfaiyeyi çağırmak aklımıza hiç gelmedi. Aslında yapmamız gereken ilkönce itfaiyeye haber vermekti. Biz olayın vahametinin bu kadar büyük olduğunu bilmiyorduk. Yoksa itfaiyeye mutlaka haber verirdik…
Çatıya açılan delikten içeri girdim ve yukarı çıktım. Burası karanlık, loş ve ışıktan uzak bir yerdi. Göz gözü görmüyordu. Çatının içi kullanılmayan eşyalarla doluydu. Kiremitlerin arasından sarkan ışıklar yolumu gösterip bana rehberlik yapıyordu. Bu koridorda yürürken başım kâh tavana, kâh yan taraftarlarda duran eşyalara çarpıyordu. Önümü görmekte zorluk çekiyordum. Çatı katı ahşaptı ve çam ağaçları kullanılmıştı bu çatıda. Çam ağaçlarının ve çıraların kokusu çatıyı kuşatmıştı. Eve açılan kapağı bir elimle kaldırdım. Diğer elimle merdiveni tuttum. Çatıdan aşağı merdivenin basamaklarına doğru yol aldım. Yavaş yavaş merdivenlerden evin ana koridoruna doğru iniyordum. Aman Allah’ım! Koridora indiğimde ortalığı dayanılmaz bir koku kaplamıştı. Duman, koku, is, ve göz gözü görmeyen bir koridor vardı. Mutfağa doğru adım adım ilerliyordum. Ufacık yerde zor ilerliyordum. Nefes alma zorluğu çekmeye başladım. Sonunda mutfağa ulaştım.
Mutfakta yangın çoktan başlamıştı bile. Ben bu yangın karşısında tek başıma ne yapabilirdim? Mutfakta göz gözü görmüyordu. Gelin, aslında bize yalan söylemişti. Mutfakta yanan ocağın üzerinde unuttuğu yemek değil, yağ imiş. Yağ, kaynaya kaynaya tutuşmuş ve alev almış. Yağın tutuşmasıyla etraf yanmaya başlamış. Etrafa baktım hiç su yoktu. Musluğu açtım su yoktu. O günlerde bırakın çamaşır ve diğer ihtiyaçlar için su bulmayı, içmeye dahi su bulamıyorduk. Musluktan su akmam diyordu. O tarafa koşuyorum, orayı söndüreyim diye; diğer tarafa koşuyorum, diğer tarafı söndüreyim diye. Bütün çabalarım boşuna gibi gözüküyordu. Ama ben yine de yangını söndürmek için elimden geleni yapıyordum.
Tüpün hortumu yanmaya çoktan başlamıştı. Tüpün hortumu yana yana tüpe dayanmıştı. Tüpün patlama ihtimali vardı. Tüp her an patlayabilirdi. Acaba bendeki bu cesaret nereden geliyordu? Hâlâ bu güne dek bunu anlamış değilim. Şimdi olsam bu cesareti kendimde bulup da bütün bunları yapar mıydım? Bunu bilmiyorum. Ben profesyonel bir sivil savunmacı ya da itfaiyeci bile değildim. O zaman ben buna nasıl cesaret etmiştim? Aslına bakarsanız ben ölümüme doğru koşuyordum. Buna cahillik mi dersiniz, cesaret mi dersiniz onu bilemem. Yardım etme düşüncesi bende oluşmuştu. Yangının bu boyutta olacağı aklımdan bile geçmiyordu. Fatma gelinin söylemiş olduğu “Ocakta yemek vardı. Kapı üzerime kapandı” sözcüğünden başak bir şey değildi.
Yangının çıktığı mutfaktaki pencerenin camlarını hızla açtım. Camları açmamla birlikte ateş birden parladı. Yangın daha da alevlendi. Bu durumda pencere açılmazmış. Ben, bu konuda yanlış yaptım. Yangın, git gide çoğalıyordu. Elim, ayağım tutmuyor ve elimden bir şey gelmiyordu. Mutfakta ne bulursam; un, şeker ve bez parçalarını yangını söndürsün diye üzerine atıyordum. Böylece yangına engel olmaya çalışıyordum. Ancak bütün bunlar nafileydi. Yangın hızla artıyordu…
Dışarıdan bağrışmalar ve çağrışmalar geliyordu:
“İçerde öğretmen var ölecek. Bu öğretmen hangi cesaretle girmiş yangının ortasına.” Diye sesleri duyuyordum. Kalabalık, git gide çoğalıyordu. Bir çocuk babasıydım, eşim de hamileydi. İkinci çocuğumu bekliyordum. Yaşım henüz yirmi sekizdi. Ölümle boğuşuyordum. Dışarı çıksam çıkamıyordum. Yangın ve dumanlar beni esir almıştı. Ayağına gelen misafiri hiç bırakır mı?
Çaresizlik içinde yüce Rabbime dua etmeye başladım.
Fatma gelin bana:
“Ocakta yağ var, yangın çıkma ihtimali yüksektir.” Deseydi içeri hiç girmezdim. Ya da kapıyı kırarak, kapıdan içeri girerdim. Ben, sadece içeri girip kilitlenen kapıyı içerden açacağım diye düşünüyordum. Ya da durumu acilen itfaiyeye haber verirdim. Büyük mücadele sonunda ancak mutfak tüpünü kapatmıştım. Tüpü kapatırsam, yangın olmaz diye düşünüyordum. Hiçbir şey istediğim gibi gitmiyordu. Ölüm, bana o kadar yaklaşmıştı ki…
Ya yangın çatı katına bir ulaşsa neler olurdu. Çatı katı, çam ağaçlarıyla örülüydü. Bir kıvılcım yeterdi çatı katı için. O zaman üç blok da birden yanardı. Tüpün hortumu yana yana, tüpün kendisine hızla yaklaşıyordu. Hemen tüpü kapattım. Tüpü kapatmam faciayı önlemem için yeterli değildi. Mutfağın tavanına doğru alevler yine yükseliyordu.
Sessizlik içinde kaldım bir anda. Komşular, yukarıya doğru gidip de dönen itfaiye aracını bizim evin oradan durdurmaya çalışmışlar.
Komşular:
“Bir şeyler yapın, yangın var, yangın var, yangın var! İçerde öğretmen var, ölecek acele edin. Yetişin kurtarın onu Allah aşkına!” diye itfaiye aracının önüne geçip aracı durdurmuşlar. İtfaiye elamanları bir kuş hızıyla evin merdivenlerini basamaklıdalar.
Kapı, balyozlarla güm güm diye birkaç kez dövüldü. Nihayetinde kapı kilidi kırılarak kapı açıldı. Üzerleri maskeli sırtları oksijen tüplü birkaç itfaiye erinin bana doğru yaklaştığını gördüm. Biri benim koluma girerek beni yangınların arasından aldı ve alelacele dışarı çıkardı. Diğer itfaiyeci ise su hortumuyla mutfakta yanan her şeyi söndürdü. Tüpü alarak dışarı çıkardı. Mutfak dışında pek zarar gören yer yoktu.
Ev sahipleri, gelip evlerini bu durumda görünce çok üzüldüler. Can kaybı olmamasına da çok sevindiler. Şunu bir kez daha anladım ki bir insanın vadesi yetmeyince ölmüyor, başına ne gelirse gelsin. Bir kimsenin eceli geldiği zaman, ne bir saniye geri, ne de bir saniye ileri gider. Yüce yaratıcının kader ve kazasına inanmaktan başka çaremiz olmadığı apaçıktır. Ama tedbiri alıp takdiri Yüce Allah’a bırakmak gerekir. Bir de işi ehline bırakmak gerekir.
20.11.2007
Akdağmadeni
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.