- 466 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Sıkı Sıkı Tutuyorum
Tamam, sildim attım yüzümdeki o tatsız şeyi. Süzülüp geçeceğim aralarından. Anlamayacaklar bile varlığımı. Ama var olmam ille de gerekirse ortaya çıkmaktan da çekinmeyeceğim tabii. Hiçbir anne çocuğunu tartaklayamayacak mesela. Yok olmayı ancak böyle kabullenebilirim.
Hava ilkbahar havası sanki… Sonbahar demişler ama bahar yine de hep aynı şekilde tezahür ediyor ruhlarda. Güneşin okşama kıvamındaki sıcağı, yüzlerdeki diriliş pırıltısı, yazın mayışmış bedenlerinde gezinen o can suyu... Bahar...
O kadın ne yapıyor öyle? Tam karşımda, benim de içinde var olduğum bir çerçeveye sıkışmış kalmış, bir santim sağa ya da sola kaydırmıyor bakışlarını. Neyle dolduruyor orayı kimbilir, gerçeğinde olanlardan çok daha görünesi…? Ben şahsen kendi çerçevelerimi gerçek dünyadan kesitlerle doldurmayı tercih ederim. Diyelim karşımdaki manzara bir tablo olmayı hak etmiyor, usul usul kalkarım yerimden, uzun bir keşif gezisine çıkarım. Böylece o kadının boş bakışlarına asla yer vermem gözlerimde.
İçinde bulunduğum an’ı kaçırırsam yok olmak kendi seçimim olan keyifli bir oyun olmaktan çıkar çünkü, gerçeğe döner. Zihnimin loş koridorlarında oradan oraya savrulur dururum. O zaman herkesten çok görünürüm işte! Batarım diken diken gözlere… Parkta oturan, gezinen insanların öylesine karşılaştığı görünümlerden biri olmaktan çıkar, diğerleri arasında sırıtan, o çirkin, uyumsuz evlerden biri gibi baştan aşağı kendimle doldururum manzarayı.
Kadının tam karşısında ama onunkinden çok daha geniş bir alanı kavrayan bakışlarımla ne çok şeyi sığdırıyorum manzaraya. Karşıda, kadının tam arkasındaki evde saatlerce seyretsem tüketemeyeceğim zenginlikte bir şeyler dönüyor. Birsürü pencere ve kımıldayan gölgeler… Kimi zaman gölge olmaktan çıkarak balkonda ya da mutfağın penceresinde beliriveriyorlar tüm varlıklarıyla.
Yaşamdan birkaç soluk çalmak için öylesine yığılıverdiğimiz bir bankta mükemmel seyircilere dönüşüyoruz. Bir film seyrederken çoğu kez bulamadığımız sabrı o dinlenme anlarında buluveriyoruz birden. Sinema salonlarına hep yorgunlar gitmeli bu yüzden. Yaşamdan yorulmuş, kendinden kaçanlar…
Karşımdaki apartmandaki balkonlardan birinde yaşlı bir kadınla adam oturuyor. Bakışlarımı boş olmaktan kurtaran, dolu dolu bir şeyler var onlarda. Çaylarını yudumlayıp dışarı bakıyorlar. Onlar da iyi seyirciler, belli… Yaşlı olanların müzmin yorgunluğuyla yerlerinden kalkmak için hiç acele etmeden, yukarıdan bir yerden izliyorlar hayatı.
Sonra bir kız çarpıyor gözüme. O iki sevimli yaşlının hemen alt katında… Odasının penceresi önünde bir şeyler karalıyor deftere. Bir kalp resmi çiziyor belki de… Ya da bir geometri problemi çözüyor da olabilir. Yüzünü profilden görüyorum ama bu bile yetiyor ondaki tedirginliği çözmeme. Huzurlu bir yüzle tedirgin olanı arasındaki farkı bu kadar belirginleştiren ne, bilmiyorum. Ama o fark iyi ki de var diyorum. Çünkü benim ta buradan yakalayabileceğim kadar çığlık çığlığa bağırmasa, bu kızın yüzünde yerleşip kalacak öylece. İşte bu kendini saklamayan ifadeye güvenerek, o genç kızı annesine ya da evdeki herhangi birine emanet ederek parka dönüyorum yine.
Kadın kalkmış gitmiş çoktan. Nedendir bilmem, seviniyorum buna. Onun hiçbir şey söylemeyen varlığı boş yere işgal ediyordu orayı. Az önce oturduğu o bank seyredilmeye değer bir görünüm kazanıyor birden sanki.
Ellerimi açıp avuçlarıma bakıyorum uzun uzun. O iki yaşlı insan, alt katlarındaki üzgün kız, az önce karşımda oturan o kadın ve simitçinin bağırışları… Kaydırakta merdivenin başında kendini bir türlü önündeki kaygan şeye bırakamayan, düşmekten hala korkan o küçük kız çocuğu… Hepsini sığdırıyorum bir bir avuçlarımın içine. Sıkı sıkı tutuyorum onları…