- 770 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
GÖZYAŞI
Eğitim ve öğretim bir milletin olmazsa olmazıdır. 1998-1999 Eğitim ve öğretim yılında İstanbul’un Gazi Osmanpaşa ilçesinde mevcut olan Kazım Karabekir Kız İmam Hatip Lisesi öğrencilerin sevinçleri vardı. Umutları vardı. Gelecekleri vardı. Sevinç ve neşeleri vardı. Gökyüzünde katar katar uçan turnalar kadar özgür, denizin derinliklerine süzülen balıklar kadar sevinçliydiler. Umut yüklü öğrenciler, cıvıl cıvıl seslerle uçuyorlardı sıcak ülkelerin sevgilerine. Ana kucağına ve baba sevdasına uçuyorlardı. Memleket sevdasına, vatan aşkına, meslek hayatına uçuyorlardı…
Öğretmen olmak zor bir meslektir. Ancak öğretmenliğin sevilecek ve takdir edilecek yönlerini anlatmakla bitmez. Zaten anlatılmaz yaşanır… Yorgunluklar, sınavlar, dersler ve ödevler derken öğrenciler yoğun bir tempo içinde ezilir giderler. Öğretmenler de öyledir. Bazen onlar sizi tanıyamazlar, o kadar yorgun, şaşkın ve sıkıntılıdırlar.
Öğrencilerin ders sıkıntıları yanında, onların sosyolojik ve psikolojik problemleri de vardır. Onlar bu yaşlarda bir arayış içindedirler. Bütün serapları su sanarak, hızla ona koşarlar, hem de hiç bıkıp usanmadan koşarlar. Koşarlar yorulmadan, istediklerini elde edemeyince de yıkılırlar. Bir sonbahar yaprağı gibi yığılıp kalırlar umutsuz kara topraklarına… Topraklarsa onları kucaklayan, tek dost ve arkadaştır. Benim bağrı yanık kara toprağım. Herkesi dost bilen, herkese kucağını açan ve sevdiklerini saran kara toprağım. Kara toprağımın bağrı yanık çiçekleri. Başörtüsü zulmüne maruz kalan sonbahar çiçeklerim. Benim gökyüzündeki özgürlüğün temsilcileri olan güvercinlerim. Lacivert başörtünüz ve tesettürünüz bu güvercinlerden farksızdı gökyüzüne süzülürken...
Öğrenciler, bir bahçenin solmayan gülü ve çiçeğidir. Onlar, etrafa ışıl ışıl mutluluk saçarlar. Nerde boynu bükük bir gül görsem, dertli bir öğrencimi hatırlarım. O gül ile konuşmadan, hal ve hatırını sormadan, derdini dinlemen asla ayrılmam. Belki o gül, beni ve benim gibi öğretmenlerini unutur ama öğretmenler, güllerini ve çiçeklerini asla unutmazlar. Unutmayın; sevgi emektir, çiledir, korumaktır ve yardım etmektir…
Öğretmenler gelir, öğretmenler gider. Öğrenciler gelir, öğrenciler gider. Giden gider, gelen gelir. Ama eğitimin bahçesi asla gül ve çiçeksiz kalmaz, kalamaz…
Karne sevinç demektir. Mutluluk demektir. Umut yüklü göz parıltıları demektir. Ancak bu karne başka bir karneydi. Öğrencilerin karne alımındaki hüznü görmenizi istemezdim. Karne gününde üzülen, ağlayan hem de hıçkıra hıçkıra ağlayan öğrenciler vardı. Ağlayan öğrencilerimle ben de ağladım. Neden ağlanılır? İnsanların bir beklentisi olur, o beklenti oluşmazsa o zaman üzülmek kaçınılmaz olur. Ağlayan öğrencileri ben öyle algılıyorum. Ağlamak güzeldir. Ağlamak başa dönmektir, kendini tanımaktır. Bir gün kendinizi tanımayı unutursanız ağlayın durmadan ağlayın işte o zaman kendinizi tanırsınız. Bu öğrencilerim ağıtlarıyla kendilerini tanımışlardı.
Karne günü karneler veriyordu. Bütün 10. Sınıf öğrencilerinin karnelerinde sadece ve sadece bir zayıf vardı. O tek zayıf da Milli Güvenlik dersiydi. Milli Güvenlik derslerinin karnede sıfır ya da bir düşmesi, onları derinden yaraladı. Dört yüz elli kişilik onuncu sınıf öğrencilerinden üç yüz elli tanesi, takdir ve teşekkürlerini Milli Güvenlik derslerinin zayıf olasından kaçırdılar. Tek suçları derslere başörtülü olarak girmek istemeleriydi. Milli Güvenlik dersine giren Albay:
“Ben, başörtülü öğrencilere ders vermem; onları yok yazarım, onlara sınav yapmam ve basarım sıfırı.” diyordu ve dediğini de yapıyordu. Öğrencilerin önlerinde iki seçenek vardı. Ya inançları gereği olan başörtülerini çıkaracaklar derslere ve sınavlara gireceklerdi Milli Güvenlik dersinden “beş” alacaklardı ya da inançları gereği başörtüsü takacaklardı ve karnelerinde Milli Güvenlik dersleri “sıfır” olacaktı. Onlar ikincisini tercih ettiler ve Allah indinde kazananlardan oldular. 10. Sınıf öğrencilerinin karnelerinde tek zayıf, milli güvenlik dersiydi. O da başlarının kapalı olmasından dolayıydı. Sanki okulları Milli Eğitim Bakanlığı yönetmiyordu da Milli Savunma Bakanlığı ya da Genelkurmay Başkanlığı yönetiyordu. Okul idaresi, bu duruma sesini bile çıkaramıyordu. Sanki burası Milli Eğitim Bakanlığına bağlı bir okul değildi de Genelkurmay başkanlığına bağlı bir kışlaydı. Milli Güvenlik dersine Hasdal kışlasından bir albay gelip de derse giriyordu. Sanki okulda o dersi verecek bir tarih öğretmeni yoktu. O yıllar ülkemizdeki liselerin tamamına yakını böyleydi. İmam Hatip Liseleri bu durumdan daha çok paylarını alan okullardı.
Bu okulda başörtülü öğrenciler var diye bu albay, bütün basın yayını anında okula getiriyordu. Ertesi günü bu öğrencilerin resimleri ve haberleri gazete manşetlerinde veriliyordu. Ana haber bültenlerinde öcü gibi gösterilerek veriliyordu. Basın yayın öğrencilerin yanlarında olması gerekirken adeta postal yalıyordu. Garip olan şu ki postal yalamaya doymuyorlardı. Kız öğrenciler hüngür hüngür ağlıyorlardı. Öğrencilerin gözyaşlarından, üzüntülerinden kederlerinden adeta mutluluk duyuyorlardı. Körpecik yavruları vatan, millet düşmanı gösteriyorlardı. Okuma haklarını acımasızca ellerinden alıyorlardı. O günleri biz yaşadık, biz gördük. Biz üzüldük, biz ağladık. Öğrencilerimiz ağladı, öğrencilerimiz üzüldü. Öğrencilerimizin eğitim hakları acımasızca engellendi. Allah aşkına adalet, hak, hukuk neredeydi?
Derse gelen bu albay, öğretmenler odasına girmez kendini farklı hisseder ve farklı görürdü. Kendini devletin özel arabası getirir ve götürürdü. Bir de özel şoförü vardı.
Kendisine:
“Bizim gibi belediye otobüsüyle niçin okula gelmiyorsunuz?” Diye sorduğumuz zaman kendisi şöyle cevap verdi:
“Üzerimdeki elbisenin bir şerefi var. Ben bununla halk otobüsüne binip de halkla okula gelemem.” derdi. Acaba halk otobüsüne binen sivil kıyafetli halkın şerefi yok muydu? Yorumu size bırakıyorum…
Kaç tane başörtülü öğretmen arkadaşımız, başörtüsünden dolayı ekmeğinden oldu. Meslekten atıldı. Çocukları aç ve susuz kaldı? Okuldaki idareci, öğretmen ve diğer personeller fişleniyordu. Her nedense İmam Hatip Lisesi öğrencilerini ve diğer liselerdeki başörtülü öğrencileri bu vatana düşman olarak görüyorlardı. Onları hakir görüyorlardı. Onları gerici ve yobaz diye aşağılıyorlardı. Görüşlerine karşı çıkanları aforoz ediyorlardı. Öğrenciler ve öğretmenler okulda namaz kılmaz diyorlardı.
Öğretmen ve öğrenciler gizli gizli merdiven altlarında namazlarını kılıyorlardı. Onların orada namaz kıldıklarını keşfeden bazı art niyetli kimseler öğretmen ve öğrencilerin başörtülü ve namaz kılma fotoğraflarını gazetelere ve televizyonlara servis ediyorlardı. Ertesi günü gazetelerde “Falanca okulda namaz kılıyorlar, irtica hortladı.” manşetleri atılıyordu ve akşam haber bülteninde aşağılayıcı haberlerin ardı arkası kesilmiyordu. Başörtülü öğretmenlerin bir kısmı peruk takmak zorunda bırakılmıştı. Ömürlerinde Kur’an ve Hadis-i Şerif okumamış insanlardan ne beklenirdi ki. Bu dönemin anatomisinden sadece bir bölümüne değindim.
Dışarıda kış vardı. Soğuk vardı. Bulutlar uçuşuyordu. Kız öğrencilerin, gözyaşları yağmur olup yağıyordu İstanbul Kazım Karabekir İmam Hatip Lisesi bahçesine. Yasakçılar, Allah’ın emrinden uzak insanlar ve İslam’ı irtica olarak görenler; bu acı, feryat ve gözyaşlarını görmediler, duymadırlar. Onlar, sadece acı, işkence ve ıstırap vermesini bilirler…
Darbeciler ve kumpasçılar, bütün bu acı, gözyaşı ve ıstırapları umursamadılar. Dışarıda, sokakta insanlar vardı. Bu insanlar, hareketliydiler bir yerden bir yere koşuşturuyorlardı. Onlar da yaşanan olaylardan taşlar kadar bihaberdi. Taşlar kadar duyarsızdı…
Öğrenci ve öğretmen olmak, inançlı olmak çile çekmektir. Aslına bakarsanız öğrencinin “ö”sü sizde varsa, siz çilelisiniz demektir. Çile insanlara koşmaz, insanlar çilelere koşarlar. Unutmayın ki her çileden sonra bir mutluluk vardır. Her mutluluktan sonra da bir çile vardır. Acaba siz bunlardan hangisine daha yakınsınız?
21.01.1999
İstanbul
YORUMLAR
çile ve sevinç ortak paydadır, ancak güzel anlar çabuk geçtiği için sanki az olur tadı, dertlerde geç geçer gibi olduğundan uzun sürer gelir nedense bizlere,
İDRİS ÇETİN
Selam ve saygılar...