- 2312 Okunma
- 16 Yorum
- 3 Beğeni
HANİFE TAŞI
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Birlikte yürüyoruz. Başım Babanın omuz hizasında. O ne görürse aynısını görüyorum.
Cuma çarşısından yıldırım hızıyla geçiyoruz. Buraları tekin değil onun için. Her an bir şey hatırlayıp ağlayabilir. Basmaları görünce mesela. Ya da balkabağını.
Tentelerin üzerinde gezinen yüklü bulutlar da bizimle hızlanıyor sanki. Bu koca çarşının içinde aralıklara kurulmuş küçük köy tezgahlarının üzeri açık yalnızca. Önlerinde soluklanıyoruz az. Bulutları görüyoruz o zaman. Bizim kadar sinirli ve isyankarlar. Arada pis ağızlı martılar deliyor göğüslerini. Dikilip hiçbir şey takılmamış direklere dolanıyorlar. -Bulutlar mor birer yün yumağı. Allah dolamış da atmış aşağıya. Kullarım bakıp bakıp, hiçbir şeyin cefasız olmadığını görsünler diye.-
“Baba dursak burada. Kalbin çok hızlı atıyor yine.”
Baba beni duymuyor.
Rami Hocanın karısı selam verdi az evvel. Ellerinde kırmızı poşetler vardı. İçleri yemekliklerle dolu. Birini ayakkabısının üzerine oturtup, varis çoraplı bacağına yasladı. Diğeri elinde. Önce geri kayan eşarbını çekti öne. Terini sildi. Sonra gülümsedi. Arkasındaki sergide eflatun bir çarşaf ve iki yastık kılıfı dalgalanıyordu. Pazarcı araya girip mandallardan söktüğü kılıfları gençten bir kadına satana kadar ilahi bir ışık gibi dikildi orada. Eskiden çok gelirdi bize. Göğsünde koca bir gülü olan bordo penyesini giyerdi ekseri. Annemle balkonda oturur, çok gülerlerdi. Gülerken şişkin göğüsleri hoplardı. Ağızlarında eksik dişlerin siyah boşlukları, kaymak yanaklarında derin yarıklar vardı. Sigara içer, sonra deli gibi öksürürlerdi. Kahkahadan duruldukları kısa vakitlerde, sigaralarının izmaritlerini saksılardaki toprağa gömerlerdi. O zaman sardunya kokardı elleri. Annem Necmi Dayımla gittikten sonra da geldi bir iki kere. Ama hiç balkonda oturmadı. Elinde yemek tepsisi, burnunu çeke çeke mutfağa girdi ve tepsiyi tezgaha bırakıp gitti. Merdivenlerde duydum sesini. “Yiyin gelir alırım boşları.” İşte, durdu bize baktı az önce. Güldü ve selam verdi. Onu bile görmedi Baba.
***
Sanayinin birinci kapısında, mermercinin önünde ince çocuklar misket oynuyor. Baba elindeki bastonu salladı onlara. Şaşkın ve küstah bakışlarla süzdü onu çocuklar. Sonra yeniden çıngıraklı gürültülerine geri döndüler. Baba kızdı. Şah damarı seğirdi burnumun dibinde. “Açılın len ordan!” diye bağırdı. Çok sesli. Mermercinin çırağı koştu geldi gürültüye. Çocukları bir yana ittirip babaya doğru yürüdü. Şakağında ve burnunun üzerinde gösterişli zerrecikler parlıyordu. Az evvel poğaça yemiş belli. Ağzının kenarında peynirli maydanoz parçası. Üstüne sigara da içmiş. Tam önümüzde durdu.
“Allah aşkına Seyit Amca. Her gün, her gün usandık ama. Aynı şeyleri tekrarlayıp duracaksan patronu bekle. Cumaya gitti, gelir birazdan.”
Baba kaşlarını çattı. Elini bastonunun üzerine koyup, gözleriyle dükkanın duvarına yaslı mezar taşını işaret etti.
“Narin’im görüyor musun? Silmediler o yazıyı daha. Kaçtır geliyorum, rica ediyorum. Ya o ismi silin, ya da yanına bir soyadı ekleyin diye.”
Çırak da çattı kaşlarını. Mırıldandı önce, başını salladı. Tepemizde yine o mor bulut. Hepimizin yüzünde şekilsiz gölgeler. Çocuklar iplere dizdikleri tenekeleri bir köpeğin kuyruğuna bağlamakla meşguller.
“Bey amca, onu reklam için koyduk oraya. Niye anlamıyorsun?”
Hep beraber üzerinde yalnızca “Hanife” yazan taşa baktık. Ne kadar da eski. Ve sıradan bir şeymiş gibi görünüyor. Ha simitçinin tezgahı ha da mezar taşı. Aklıma Hafız Amcanın delikli sesi geliyor. “Analar her çocuk doğurduğunda bir de taş doğururlar da, kanatları nurdan melekler onu bebeğin döşüne gizlerler. O taş büyür, dert olur insana. Şuramda bir sızı var dedikleri, hep o taştandır, efendime söyleyeyim.” Sonrasını hatırlamıyorum. Her şey çok yarım.
Yürüyüp uzaklaştık oradan. İleride, kaldırıma yığılmış çocukların önünde durduk. Çırak arkamızdan söylenip girdi içeri. Çocuklar kuyruğuna teneke bağladıkları kör köpeği saldılar. Köpek gerisine baka baka döndü sanayi sokağını. Gözden kaybolduğu o çok uzaklardan bile geldi tıngırtılı inlemeleri. Baba, cebinden çıkardığı bozuk liraları saymadan uzattı çocuğun tekine. Sarı başlı çilli çocuk şaşırdı evvela. Sonra uzanıp aldı paraları. Gülünce salçadan sararmış dişleri göründü. Diğerleri de toplandı etrafımızda.
“Paylaşın” dedi Baba. “Fakat bir istirhamım var.”
Geri dönüp, mermercinin duvarına yaslı Hanife taşını gösterdi değneğiyle. “ Oradaki ismin yanına bir soyadı yazın boyayla.”
Avucu havada kaldı çocuğun. Şaşırdı. Diğerlerine baktı. Hep beraber omuz silktiler.
“Kimin soyadını yazalım” dedi sarı başlı çocuk. Paraları cebine sokuyordu o sıra. Baba iki yana salladı başını. “Benim ki olmasın da…”
***
Ertesi gün oldu bugün. Sabah daha ama. Yine mermercinin önündeyiz. Çocuklar piyasada yok. Hanife taşı hala orada yaslı. Tepemizdeki bulut akıp itmiş evleklere. Tükenmiş. Şimdi tepsi gibi bir güneş var yerinde. Camlardan evlere dolacak az sonra. Kemikleri ısınacak betonların.
Taşa bakıyoruz. Hanife’nin yanında belli belirsiz bir karaltı var. Taze silinmiş bir yazı.
“Silmişler yazdırdığımı görüyor musun” dedi Baba. Düşecek gibiydi. Koluna girdim bu defa. “O ismi mermer taşta gördükçe annen ölecek sanıyorum. Ölür mü o hiç. Hamurlu elleri var onun. Gece yatarken dirseklerinden kurumuş unları temizliyorum.”
Bana söylüyor. Kimsenin annesi ölmez tabi. Karısı ölür mü bilmiyorum henüz.
Yürüdük öyle. Ağladı mı ne biraz. Ben şeffaf şeyleri göremiyorum. Her şeye izin var ona yok. Geçen geceydi belki. Belki dün gece. Kapı açıldı. Annemle ben sofadayız. Niye ordayız bilmiyorum. Necmi Dayım göründü kapıda. En son gördüğüm gibi genç değil, kırlaşmış biraz. Hiç gülmezdi, güldü. “Gidiyoz kız” dedi anneme. El ele tutuştular.
“Ya ben” dedim.
“Sen dur burada. Allah yüze kadar saysın dedi.”
Hiç başlamadım daha saymaya. Baba görüyor beni. Fakat duymuyor. Onu öylece bırakmak olmaz. Kim izleyecek onu geceleri. Ağzı ardına kadar açık, kolları iri gövdesinin iki yanında. Boğulacakmış gibi horluyor. Arada bir sinek konuyor bıyığına. Uyanır gibi oluyor. Elini atıyor yanındaki küçük sehpaya, bardağı güç bela kavrayıp suyunu içiyor. Yine dalıyor sonra. Ben her gece başında.
Sokaktan düdük sesleri ve patlayan adımlar geçiyor. Karanlığın içinde bile karanlıklar var. Kaçan var, kaçamayan var. Evler eteğime dökülmüş oyuncaklar gibi. Herkes rüyasında ne konuşuyorsa duyuyorum. Bir de olmaması gereken yataklarda sabahlayanları. Saatin tavuğunu, doğalgaz borusunun hırsla gazlamasını, buzdolabının durup durup titreyerek çalışmasını ve kilimin eşiğe doğru kaymasını yavaş yavaş. Kudretli güneş çıkana kadar.
Büyük marketin derin çöpünün yanından geçiyoruz. Sinekler uçuşuyor, kanatları yok. Bir yere dalıp dalıp yükseliyorlar. Az daha yaklaşıyorum. Kör köpeğin ağzı açık. İki eli yukarı kalkmış. Kuyruğunda salça kutuları. Ölmedi daha. Necmi Dayısı çok uzaktaymış onun. İki vasıta değiştirip gelecekmiş. Kör köpek bekliyor. Ağzında eğri bir elem, herkesin sığındığına sığınıyor.
“Bak terbiyesizlere ne yazmışlar duvara” diyor baba. Köpeğin az ötesinde. Sineklerin dinlendiği duvarda. “İçimdeki piç, terk etme beni hiç!”
***
Zamanın işi gücü ne? Eze eze akıllandırıyor her şeyi. Bana kalsa dünya delileriyle iyi. Ama bana kalmıyor işte. Rüzgar eteklerimi bir yana itiyor. Otları ve limon çiçeklerini de. Sedirleri de tabi. Baba iki çıplak tümseğin önünde. Başını göğsüne batırmış. İlk defa gerisinde duruyorum. Yanımda o köpek. Gözü kör değil artık. Allah’ın büyük ve merhametli elleri varmış. Ölmeden de yetmiş bir Çingene çocuğu. Kuyruğundaki tenekeleri alıp arabacığına atmış. Budur değil mi; kiminin acısı, kiminin ekmeği olur.
Baba artık inanmıyor bizim yaşadığımıza. Üzerinden zaman geçti. Bir de eli ayağı tutar bir hatun. Ki bir hatun her derde deva imiş.
Annem Necmi Dayımla haber salmış benim için “Gelsin artık” diye.
Allah niye yüz dedi bilmiyorum. Hikmetinden sual olunmaz. İlk defa sayıyorum.
Bir.
A. EGİNDENİZ
YORUMLAR
Özlemişim... Tebrikler usta kalem...
Sayın HakkınSesi'nin tarz değişmesinden bahsetmesi benim de biraz önyargılı okumama sebep oldu. Gerçekten tarz değişikliği var mı? Belki cümleler daha kısa, belki değil. Ama okurken elimde bir Engindeniz öyküsü olduğundan şüphe etmedim: Oturan ve sokağı seyreden kadın sahnesi silik de olsa var; ya da başta anlatılanın öykünün sonunda tamamen veya geri dönülmez bir şekilde değiştiği fikri de orada.
İlk elde verilen izlenim, basit bir olayın detaylarla zenginleştirildiği oldukça yanlış: Karmaşık ilişkiler sadelikle özetleniyor demek daha doğru gibi. Saygılarımla.
İlhan Kemal tarafından 5/16/2013 4:58:11 AM zamanında düzenlenmiştir.
Baba, eli- ayağı tutar bir hatuna kavuşunca, "Hanife Taşı"nı da, Hanife'nin ölüp ölmediğini de umuruna saymamıştır, muhakkak. "Zaman her şeyin ilacıdır" derler; oysa, tüm hatırları, hâtıraları un-ufak eden bir değirmendir, kadın ölmüşse...
Tebrik, teşekkür ve selâm ile Aynur Hanım...