- 716 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Gülüşlerine Okyanusları Getiriyordu
Böyle bir hayat istemiyorum ben! Böyle çıplak, tüm mahremini ortaya dökmüş, pişkin bir sırıtışla meydan okuyan bana… Hiç kolaylaştırmaya çalışmayan işimi… En sarp tepelerini gözüme gözüme sokan…
Bir sıra, bir düzen gözeterek ilerletmeli beni üzerinde. En sonda görmem gereken yerlerini yolun en başında göstererek nefesimi kesmemeli hemen… Adım adım ilerlememi sağlayacak o sabrı verecek bir umut payı bırakmalı en azından bana.
Mesela birini çıkarmalı karşıma. Yaşı epeyce ileri… İmbiğinden süzüp damıtarak gösterebilecek bana, sil baştan hayatı… İnsansı köşeler, şekiller verebilecek kadar çok yaşamış; o anlamsız, biçimsiz, kocaman hamura… Adımlarıma bir rota, anlam verebilecek biri…
O güzel adamı hatırladım şimdi: Dayımı… Daha çocuk sayılabilecek bir yaşta, sayesinde sezer gibi olmuştum, bazılarının yüzünde hayatın bambaşka anlamlara büründüğünü… Öylelerinin, kendilerine yaklaşan her şey gibi onu da kendilerine benzetmeye başladığını bir noktadan sonra… Tıpkı güneşin üzerine vurduğu bomboş bir duvar gibi onu da kendisi olmaktan çıkarıp sıcacık, ısıtan bir şey haline getirdiğini…
Şimdi hatırlayamadığım bir nedenle dayım bizde kalıyordu o zamanlar. On beş yaşındaydım. Henüz belirgin bir fikrim yoktu hayatın neye benzediği hakkında. El yordamıyla karanlıkta ilerler gibi; her an toslayabilirmişçesine bir duvara, kollayarak kendimi; ürkek, sarsak adımlar atarak belirsiz bir yere varmaya çalışıyordum. Yerin niteliği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Belirgin tek şey onu düşündüğümde içimde uyanmaya başlayan o duyguydu. Kadife gibi okşayan bir şey… Ipılık…
İşte dayım o yere varmamda yardımcı oldu bana. Önce aydınlatmakla başladı işe, karanlığımı. Sakınmadan ilerleyebilecek kadar görmemi sağladı her şeyi. Ama çırılçıplak olarak değil, hayata bir ayna olabilecek kadar görmüş geçirmiş bir insanın yüzünde dönüştükleri o güleç yüzlü halleriyle... Sanki o yanımdayken herkes ve her şey kendini bana sevdirme yarışına girişiyordu. Sanki dayım gözlerini bir süreliğine ödünç veriyordu bana o anlarda. Onun gibi gülümseyen gözlerle bakıyordum ben de her şeye. Gülümsenen bütün şeyler gibi onlar da parıldamaya başlıyorlardı hemen.
Kitaplar vardı bir de, en az gülümsemesi kadar dünyayı sevimli bir çehreye bürüyen… Bana sorardı sık sık, okuduğum kitapları. Oysa okulumdan hemen hemen hiç söz etmezdi. Düzeni getiren, nizamlı, kurallı hiçbir şeyi içine sokmazdı sohbetlerimizin. Ama kitaplar söz konusuysa hemen bozardı bu kuralını… Çelişkiye düşmeyi göze alarak sorgulamaya başlardı okumanın yaşamımda kapsadığı o yeri. Sanki birlikte çıktığımız bu yolculukta hedeflediğimiz yere varabilmenin olmazsa olmaz bir koşulundan söz ediyordu ne okuduğumu sorarken. Sanki gözü gibi baktığı çiçekleri solacaktı yanlış bir şey söylersem. Nefesini tutar, beklerdi.
O zaman anlar gibi olurdum, çiçeklerle kitaplar arasındaki o koparılamaz bağı. Sanki penceresindeki sardunyalara her sabah verdiği su gibi, kitapları da ona can veriyordu. Toprağı kurumaktan kurtuluyor, kökünden ucuna hayat bulmaya başlıyordu birden. Belki bu sayede bu kadar derinden duyabiliyordu susuz bir toprağın çığlıklarını. Biraz kitapsız kalsa, içi kurumaya başlasa çiçekleri hatırlıyordu hemen… Ve susuz kalan, kuruyan diğer insanları…
Belki de bu yüzden bu kadar canı gönülden koşuyordu herkesin yardımına. Can suyuna kavuşan toprağında uç vermeye başlayan tomurcuklar öyle bir sevince boğuyordu ki içini, tek bir kurumuş yaprak bile görmeye tahammülü yoktu. Somurtan her yüze savaş ilan ediyordu.
İşte bu yüzden asık yüzlü bir öğretmene dönüyordu birden, bana kitaplardan ne zaman söz etse. Varmaya çalıştığım o yer, daha doğrusu o duygunun kaynağına, yani insanlara dokunuyordu sanki yazarları, şairleri sıralarken bana. Kendisi gibi hayatı imbiğinden süzebilecek insanlardı onlar da. Benim ulaşmaya çalıştığım o noktaya çoktan varmış…
En çok mahallenin evsizine yemek taşırken görürdüm, süzülüp posalarından arınmış bir hayatın neye benzediğini. Hiç sektirmeden ona üç öğün taşırdı kendi payından ayırdığı ne varsa. Hatta asla taviz vermediği gururunu hiçe sayarak çoğu zaman payının dışına da çıkar, buzdolabında ne bulduysa götürürdü sokağa. Bunu yapmaya onu zorlayan neydi, anlayamazdım.
Zamanla görmeye başladım o farklı bakışı. O evsiz adamda ve herkeste benim göremediğim o farklı şeyi görmesini sağlayan… Naif ve sevimli bir şeye dönüştüren, hayatı... O şey her neyse, yüzünde hep aynı yoğun şefkatin belirmesine neden oluyordu. Sanki karşılaştığı başka başka insanlar değil de kendisinin farklı görünümleriymişçesine hoşgörülü, kocaman bir tebessüm göndermesine yol açıyordu herkese.
Aynaya bakıp da bir ayıbını yakalamış gibi, kendine nasıl yaklaşıyorsa aynen öyle, yargılamadan; usul usul yaklaşıyor, şöyle bir bakıyordu yüzlerine uzun uzun. “Seni çok iyi tanıyorum.” der gibi... “Ayıplarından, günahlarından sıyrılmış; gerçekte nasılsan o halinle…” Ayıp mayıp kalmıyordu o zaman.
Kitaplığa kaydı gözüm… Orhan Veli’ye takıldı kaldı. Dayım giderken vermişti kitabı, kendinden bir iz kalsın diye belki. Sardunya saksılarından birini de bırakmıştı. Her sabah, kuruyan bir toprağa can veriyordum artık. Ama dayımın kafama kazımak istediği o bağı bir türlü kuramamıştım hala. Suyla toprak arasındaki o koparılmaz bağı kuramamıştım kitaplarla aramda.
İşte o kitap gözlerimdeki şeffaf perdeyi kaldırdı birden… Ve Orhan Veli’nin mahçup yüzünü getirip koydu önüme. O mahçubiyette saklı koca bir dünyayı da saklandığı yerden getirip sokuşturmaya başladı odama. Sığabildiği kadarı bile yetti; şair bakışı konmuş bir dünyanın nasıl bir dönüşüme uğradığını anlatmaya. En başta püfür püfür deniz esintisiyle doluyordu şair bakışı değmiş bir dünya. Sınırları, duvarları yok eden bir köprü oluyordu o deniz kokusu…
Bazılarına mahsus o anlamsız sevinci anlamaya başlıyordun o zaman. İki adım ötende duran o adamın aslında hiçbir zaman tam olarak yanında olmadığını, orada olmasının sadece geçici bir durum olduğunu, her an yeniden yollara koyulabileceğini anlıyordun.
Belki yarın, belki de yıllar sonra olması fark etmiyordu yolculuğun. Önemli olan her an gitti gidecek o eğreti duruş, yüzünde gezinen o sürekli esintiydi çok uzaklardan gelen... Ölümü hatırlatan bir uzaklık veriyordu bakışlarına, gülüşlerine okyanusları getiriyordu.
Ölüm yaşamın orta yerinde durunca, nedensizlikten de kurtuluyordu adımların. Ne zamandır ihmal ettiğin bir akraban gibi hemen sahipleniveriyordun, kollamaya başlıyordun yaşamı. Ölümün buz yüzü karşısında sıcaklığını daha bir derinden duyarak… İşte o zaman çoğu insana tuhaf gelen, hayata gerçek değerini verenlere mahsus o gizemli tebessüm gelip yerleşiveriyordu dudaklarına.
Orhan Veli kitabını çektim çıkardım diğerleri arasından. Kapaktaki derin bakışlı, mahzun adama baktım. “Neler görüyor kim bilir?!” dedim o yüzü gördüğüm her zamanki gibi. Onun gözlerini kısa bir süre de olsa ödünç alma isteğiyle sayfaları çevirmeye başladım hemen. Hangi sayfa olursa olsun deniz esintileri getirecekti odama, biliyordum… Ve o denizin kıyısı haline getirecekti her yeri. O şiirleri okurken O ve dayım gibi ben de yaşamla ölümün iç içe geçtiği o sınır çizgisinde sağa sola yalpalayıp duracaktım. O zaman tüm insanlar inanılmaz derecede birbirine benzemeye başlayacaktı, ben de onlara… Hayat çıplaklığından utanacak, en süslü giysilerini giyinecekti.