- 592 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yalancı Ali-2
LaTekmen’den (büyüklere) Masallar
…Erkek serçe, bacanın tepesinde bir süre kıpırtısız kaldı. Sonra aklına ne geldiyse aniden hareketlendi. Kanatlarını çırparak üç kere sıçrayıp yere indi. Okulun sap çatısında güneşi seyreden dişi bir serçe vardı. Hızlı adımlarla yanına gitti. Dişi, dünyaya boş vermiş gibi; onun aklı başka şeyde, arsızca sokulup kur yaptı. Kabardı, kuruldu, yamuldu. Şekilden şekle girerek etrafında döndü, cilvelendi ama dişinin derdi değil bir şey olmadı. Dans etti; olmadı. Öttü, şarkı söyledi; olmadı. Göz süzdü, dil döktü; olmadı. Yanına iyice sokulup sürtündü. Cik cik yaptı, makas aldı, çimdik attı; gene olmadı. İstediği olmayınca arsız arsız gülüp kızardı, sonra patlıcan gibi morardı, sonunda da caydı. “Amaan sende!”dedi, “kendini beğenmiş şey! Burnu bir karış havada. Sevimsiz şey! Hem de huysuz, çirkin şey! Ohhoo!” dedi, “sana mı? Sana mı kaldık? Ooo! Elimi sallasam ellisi be! Kibirli şey…”
Tosbağa kayasının yanındaki erik dalları serçe kuşlarıyla doluydu. Uçup gelmiş, tepe dalına yeni konmuştu ki, konar konmaz büyük bir gürültü koptu. Bir sürü serçe önceden anlaşmışlar gibi acı çığlıklar atarak, dalları, yaprakları birbirine katarak beraberce uçtu. Ne olduğunu anlayamadı ama çaresizce peşlerinden koştu…
Okul önündeki düzlükte ak yakalı, kara fistanlı kızlar yedi kiremit oyunu oynuyordu. Erkek çocuklar da tosbağa kayasının üstünde, derin muhabbetler içindeydi. Kuşlar yırtık sesleriyle, kanat çırpmalarıyla ortalık velveleye verince, ne oluyor diye korkup onlar da ürktü. Ne olduğunu anlayamayan kızlar da oyunu bırakıp donakalmışlardı. Güler, bu şaşkınlıkla elindeki bez topu kiremitten kuleye değil de oraya doğru fırlattı. Demir yumruk Veliko da fırlayıp yerinden kalktı. Kuşlar pır edince ürkmüştü ya, şimdi de çok kızdığı anlaşılmaktaydı. Koşup kızlara on adım kadar yaklaştı. Sinirden tir tir ediyordu. Kendini kasıp; “Ayşe Nur, Ayşe Nur!” diye bağırdı, “deli misin sen? Attığın taş birimizin başını yarsaydı!”
Ayşe Nur, Veliko’nun bu hırsından hiç de korkmadı. İstifini bozmadığı gibi üstüne üstlük bir de kendine has alaycı tavrını takınıp; “salak!” dedi demir yumruk Veliko’ya, “taş diil, toptu bi kere o! İyisi mi gözlük al kendine Herodot gibi…” deyip bir de çirkin çirkin güldü. Hoşlarına gitmiş olacak, bütün kızlar kahkahayla güldü. Veliko da utancından yerin dibine girdi. Hâlbuki o, dövüşçülüğüyle ünlüydü. Ünlüydü ünlü olmasına ama karşısındaki bir kız. Ya da bir sürü kız. Demir yumruğu kızlara karşı pamuk gibiydi. Sakinleyip hemencik sustu. Fakat Ayşe Nur’un aşağılayıcı lafı Veliko’dan çok Herodot’a dokunmuştu. Herodot, kavgayı sevmez. Dövüşmeyi bilmez. O, tarihçiydi bir kere. Boksör değil ki! Elini kızlara doğru uzatmış, başparmağını işaret parmağıyla orta parmak arasından çıkarıp ayıp bir işaret yaparak; “gancıklar!” diye bağırdı. “gördünüz mü bubanızın sopasını. Aldınız mı ağzınızın payını?” Bu sefer erkekler güldü. Kızlar utanıp morardı. Topu atan Ayşe Nur değil, Güler di aslında. Şiş bademcikli Güler, kısık sesiyle okul kapısına doğru bağırdı.
“Örtmeniim!”
Sonra ötekiler, yarış edercesine.
“Erkekler oyunumuzu bozuyo.”
“Pis pis sövüyo.”
“Ampirikuku diyo.”
“Ayıplı elini sallıyo.”
“Öğretmeniim…”
Herodot ve diğerleri kayanın üstünde, ya da yerdeki çimenlikteydi ama Veliko, kızların yakınındaydı. Şikâyetçi sesleri öğretmen duyacak diye korkup hemen uzaklaştı. Osmanov, çok güvendiği arkadaşı demir yumruğun bu korkaklığına içerlemişti ama sesini çıkarmadı. Şu Herodot ibnesi okuldan çıkınca eline sakın geçmesin! O, dört göz… Gözlüklü kör ibne sevdiği Güler’e nasıl söver! Sövmek bir tarafa; ona yan gözle bakanın gözünü oyardı. “Veli…” dedi, sinirli. “hadi süle, bu dört gözü napayım şindi? Gözlüğünü mü kırayım, çenesini mi? Ya da dilini koparayım… Ya da çirkin elini bi yerine sokayım. Ha? Süle ne yapayım?”
Veliko:
“Boş ver Osmanov!” dedi, sakin. Veli, lider biriydi. Mert biri. Güçlü, kuvvetli. Sol yumruğu demir gibiydi. Vurduğu yerde gül bitmez. Gül değil karaçalı dahi bitmez. Hem, vurduğu yerden ses gelir. Hem solaktı. Solak yumruğu yiyenin feleği şaşardı. Hem de ıslak yerden bile toz kalkardı. Ama yumruğu ne kadar sertse yüreği o kadar inceydi. Yani, güçlü kuvvetliydi ama iyi biriydi. İyi yürekli. Büyük küçük bütün çocuklar onu severdi. Çünkü içi dışı bir, dosdoğru ve dost biriydi. İki kere iki dört; kesinlikle böyleydi. “Dört göz, Güler’e süğmedi…” dedi, “niye süğsün? O, yırtık donlulara süğdü. Güler yırtık mı?”
Böyle deyince, Osman, sustu. Usulca çöküp kayanın üstüne oturdu.
“Boş verdim…” dedi.
Veliko:
“Sen de bi daa süğme!” dedi, Herodot Selim’e.
Herodot Selim:
“Tamam, Veliko. Töbe!” dedi, itaat edercesine…
İsa öğretmen, elindeki cetvelle arka sırada oturan Osman’ı işaret ederek; “kırk iki Osman!” diye seslenmişti bir gün. O zaman Osman’ın kalbi küt küt etmişti. Hızla ayağa kalkmıştı ama sesi çıkmamış, tek kelime söyleyememişti. “gel bakalım tahtaya…” deyince çaresiz gitmişti. “Yaz bakalım. Al tebeşiri eline… Adını, soyadını yaz şu kara renkli densize.” Yazmıştı elleri titreyerek; Osman Osmanoğlu diye. “Güzel!” demişti öğretmen. “adın Osman. Soyadın da Osmanoğlu. Adın hazreti Osman’dan gelsin diyelim, es geçelim. Ya da Osman Gaziden... Öyle diyelim ve soyadının manasını nedir onu söyle de öğrenip bilelim!”
Önce korkmuştu. Öğretmen tahtaya kaldırdı, sözlüye çekecek ya. Anasını satsın, akşam da hiç çalışmamıştı. Hoş, çalışsa ne olacak. Tarihten zaten çakmazdı. Hele hele rakamlı tarihler aklında hiç kalmaz. Korkması, elinin, ayağının zangır etmesi bu sebeptendi. Soyadının manasını sorunca çok şaşırmıştı aslında. Niğbolu savaşı kaç yılında, hangi ayda, hangi günde yapıldı diye sormadığı için sevinmiş, az da olsa rahatlamıştı. Ama çok değil az rahatlamıştı. Çünkü bunun cevabını da bilmiyordu. Al Osmanoğlu soyadını vur Sırp sındığı savaşına anasını satayım! Ya da aksak Timurlu Ankara savaşına… Soyadın tarihle ne alakası varsa. Düşünmüş, düşünmüş; düşüne kalmıştı kara tahtanın başında. Ulan tarih dersiyle bunun ne alakası var? Kakasın Vahdettin’in anasına avradına! Ulan kara kıro! Ulan kıvırcık Arap! Ulan muskacı molla! Ya da kızıl Urus… İsa öğretmene oldum olası gıcıktı. Allah için böcek kadar sevmiyordu ki içinden sövüp sayıyordu boyuna. Dese şimdi ona; Osmanoğlu, Osman’nın oğlu demektir. Manası budur. Tatmin olmaz hırbo! Ulan başka ne desin ki? Lanet olsun babası yok ki burada, sorsa da anlatsa! Dedesinin bilmem kaç sene önce aldığı soy ismin anlamını nerden bilsin. Hiçbir şey demese, durup suskun kalsa; ellerinde cetvel kırılacak. Yalan yanlış bir şeyler söylese ki, bu sefer bir değil iki cetvel kırılacak. En iyisi boş ver, bir cetvelcikten kıyamet mi kopacak demişti içinden. Altı üstü cetvel işte. O da tahtadan. Tahta da kavaktan anasını satayım...
İsa öğretmen, kimine göre Arap’tı. Kimine göre İranlı bir mollaydı. Kimine göre Türk değil Kerküklü bir Kürt. Kimine göre Arap değil Tatar’dı. Kimine göre Adanalı, kimine göre Maraşlı, kimine göre Hataylı… Kimisi de diyordu ki; ne İranlı, ne Fizanlı; o, su katılmamış komünist. Kızıl bir komünist. Birileri de diyordu ki; bunların birisi değil. O, buralı oğlu buralı. Bizim buralı. Yani, Kırklareliliymiş bu kıvırcık saçlı kara adam. Vay anasını! Anası, babası köylüler gibi çiftçiymiş. Vay anasını! Ulan yalan! Çiftçi çocuğundan öğretmen mi olur? Çiftçi çocuğundan çiftçi olur. Çoban olur. Sığırtmaç olur. Amele olur, işçi olur… Çiftçi çocuğundan memur olur mu? Evleri yayla mahallesindeymiş. Yalan. Bağları, bostanları varmış. Yalan. Köy mü orası! Şehir yerde manda, sığır, davar mı olur? Her neyse. Cinsi, cibilliyeti ne olursa olsun. Memleketi neresi olursa olsun. Oldum olası sevmezdi onu. Çünkü kendine göre bir sürü sebebi vardı. Hem kime ne? İster sever, ister sevmez. Öyle ya, kimseyi alakadar etmez. Kime ne? “Biliyom…” demişti aniden. Unutmuş da yeni hatırlamış gibi, “Osmanoğlu, Osman’nın oğlu demektir…”
“Babanın adı Osman mı senin?”
“Hayır. Ramazan…”
“Ee?”
“Bubamın… Bubamın bubasının… Bubasının büyük bubasının bubası… Yani, dedemin dedesinin dedesi… Onun dedesinin adı Osman’mış.”
Böyle çaresizlik içinde saçma sapan sayıp sıralarken bir gürültü kopmuş; gülmekten herkes hop kalkmış hop oturmuştu. Gâvur İsa, ya da molla İsa veya namı diğer papaz, ya da komünist öğretmen o zaman kükreyip bağırmıştı.
“Susuun, susun! Sıra size de gelecek. Bilemeyen sersemin çekeceği var! Aferin Osman, geç yerine. Sözlüden beş verdim sana. Pekiyi...”
Ders bitmiş teneffüse çıkmışlardı. Bütün sınıf Osman’ın peşinde…
“Helal olsun Osmanof!”
“Nası olur yaa? Anlamadık…”
“Ne yalandı be! İnek nası da yuttu!”
“Yutar oğlum! Örtmen diil ki, Allah’ın odunu…”
“Odundan örtmen olur mu?”
“Nasıl olmuş acaba?”
“Belki de örtmen diildir gerçekten…”
“Duğru ya…”
“Gelmiş bu dağ küğüne… Bi takım elbise üstüne… Boynuna bi yular… Ayaklarına da iskarpin… Kim bilecek? Gelince demiştir; ben örtmenim. Kim bilecek? Alnında mı yazılı?”
“Muhtar bakmıştır oğlum! Cüzdansız mı bu? Nüfusuna bakmıştır…”
“Hem garısı da var. Hem iki tane de gızı var. Dedesi gelmiş geçen sene. Biliyonuz mu, Savi dede adamın askerlik arkadaşıymış.”
“Dedesi Keşirlik’liymiş.”
“Aa! Bizim Keşirlik mi?”
“Aa!”
“Oğlum, ben orayı biliyom!”
“Ben bilmem. Karısı Keşirlik’ten olsa ne olacak? Kendisi kıro oğlu kıro!”
“Saçları gara bi kere onun, sallama!”
“Bubası kırmış o zaman. Kırçıllı saçlı…”
“Ondan kıro oğlu kıro… Kır demek yani.”
“Eşeğin adını neden cingöz koymadı da kör oğlu koydu yalancı? Çünkü bubası körmüş de ondan…”
Yalancı Ali:
“Bi gün geldi yanıma…”
Tilki Dilâver:
“Kim geldi?”
Yalancı Ali:
“Kim olacak? O geldi.”
Tilki Dilâver:
“Selamaleyküm dedi…”
Kara Hüseyin:
“Selamaleyküm Ali!”
Sivri kaya Murat:
“Ve aleyküm selaam hoca efendi!”
Dümbük Şaban:
“İskemlesinden kalkıp çak ayağına mı geldi?”
Yalancı Ali:
“Oğlum! Geldi dediysem… Yani, lafın gelişi… El edip çağırdı işte. Gittim. Alicim dedi. Emret örtmenim, dedim. Şindi git bizim fakiraneye… Yani, evi küçücük ya o yüzden. Çoban golibası gadar. Ulan bizim dilsiz Horali’nin golibası onların evinden büyüktür ha! Hemen örtmenim dedim. Dur ulan Alicim, dedi. Durdum örtmenim! Nereyi gidiyon lambur lumbur? Size örtmenim! Fakiraneye… Ulan ne işin var bizde? Bilmen örtmenim! Şindi git bize. Fakiraneye. Su bitmiş hanede. İngen telefon etti…”
Teneke Aziz:
“O da ne be?”
Yalancı Ali:
“Dedi, kap kuvaları, git çeşmeye. İstersen çeşmeye diil şekerli göle… Tamam mı? Tamam örtmenim. Koştum hemen. Gittim fakiraneye. Seslendim Keşirlik küğlüsü ingeye…”
Dümbük Şaban:
“Huu! Komşu komşu…”
Kepçe Recep:
“Hi hi hi…”
“Oğlum, kapıya tık tık yaptım; seslendim igee deye.”
Kepçe Recep:
“İngee! Evde misiin? Evdeyiiin! Hi hi hi…”
“Kes ulan!”
Kepçe Recep:
“Köpeğe baksanaa…”
“Kes ulan! Açtı Keşirlikli dedenin gızı kapıyı. Tutuşturdu bi elime güğüm, öbür elime de kuvayı. Düştüm yola, koştum hemen. Bi elimde güğüm, bi elimde leğen… Az gittim uz gittim…”
Naci:
“Nereyi yalancı, nereyi?”
Kamil:
“Nereyi olacak ulan? Bi şişeye beş mum yakacak, tur dağına varacak. Orda Musa’yla buluşacak. Nereyi olacak; iki elimde iki kuva, çeşmeye gidiyom dedi ya! Ulan Naci, ne adamsın be!”
Yalancı Ali:
“Az gittim, uz gittim. Neyse… Hızır geldi, yetişti peşimden. Baa iki kanat verdi. Uçtum, gittim çeşmeye. Su yok. Çeşme akmaz… Pır ettim uçtum; gittim gürgen dereye. Gürgen dere sırf köpük, damla su yok, neyleye. Gittim Beyit’in inine. Vay anasını o da ne? Boz ayı kapıda bekleye. Döndüm gerisin geri. Ulan ne yapsam ne etsem? Uçtum Göksu deresine. Göksu anasının gözünde! Su yok. Ulan su yok! Gittim kir alçağı içine. Ordan kiraz bayırı dibine. Bi yerde su yok! Boş kaplarla nası dönerin, susuz ingeme ne derin? Gâvur İsa beni öldürü. Öldürmese bile süründürü. Burnumu tozlara sürttürü. Cetveli kavamda kırar. Boş kuvalarla nası gitmeli, emret örtmenime ne demeli! Cetvel düştü aklıma, baktım ellerim parça parça. Hem de kan içinde. Acaba ne etmeli!”
“Dünyada bi yudum su galmamış de.”
“Yutar mı? Ya da insanlıktan anlar mı? Ne demeli!”
“De ki; gittim çeşmeye, gan akar. Almadım. Uçtum gürgen dereye, gan akar. Almadım. Vardım dallı bunara, gan gaynar. Almadım. Suğuk su gan; almadım. Goca gaynaklar gan; almadım. Cümle sular gan olmuş ben ne yapayım? Almadım. Alır mıyın hiç! İngem su istedi gan diil ki, alır mıyın hiç!”
“Yutar mı? Ya da insanca sülesen anlar mı? Uçtum geldim küğe. Dereler, bunarlar gurumuş ama iki gözüm iki çeşme! Dayandım kapıya. Bi elimde güğüm, bi elimde dümbeke. Kodum onları yere. İkisi de boş. Langır langır… Tak tak tak! Nerdesin ingee? Dünyada bi yudum su galmamış. İçimi de kurşun askerler sarmış. Korkunun kırkı delikli üç para! Üç kere tık tık tık. Bağrım tık babam tık tık… İngee! Elini ayağını öpeyim düğme! Bak kuvalar… Aa! O da ne? Ulan kimin oyunu bu? Kuvaların ikisi de dolu!”
“Geldin mi Alicim?”
“Geldim inge!”
“Ay eline sağlıık, eline sağlık! Su gibi aziz ol Alicim. Koluna kanadına kuvvet…”
“Saçı zülüflü, yüzü gülüşlü, gözü süzüşlü inge! Şalvarı güllü, fistanı düğmeli inge! Sakın gâvur İsa’ya süleme! Gulaklarını aç ve beni iyi dinle!”
“Söyle Alicim!”
“Dünyada bi yudum su galmamış. Bi damla su… Hızır, ganat taktı da dağı bayırı aştım. Uzak diyarlara vardım. Su yok. Hep gan. Gürgen dereye vardım, gan akar. Göksu’ya vardım, gan akar. Suğuk sudan, goca gaynaktan gan gaynar. Her yer gan... Dallı bunar gan, babının bunarı gan, Ayvaz’ın gölü gan… Her yer gan… Tam üç saat uçtum uçtum dolaştım. Üç gün… Üç ay… Üç sene… Bilmiyom kaç sene. Bi damla su bulabilene canımı veririn. İşte iki kuva su; başka da yok. İdare et. Bu sular saa yeter. İlyas bu gadar verdi. Dedi ister iç, ister geber. Yani inge, bu su gürgen derenin suyunun suyu... Göksu’nun suyunun suyu… İlyas yurdunun suyu… Bin süzgeçle süzdüm bunu…”
“Ay, eline sağlık Alii, eline sağlık!”
“Kısa kes yalancı!” deyip yumruğunu göstermişti o zaman Veliko. “şu yumruk var ya, şu yumruk…” demişti, “o uzun çenene bi vurdum mu kanlı gözlerinde şimşekler çakar yarım saat. Kısa kes! Hatta iyice kes en iyisi.”
“Kestim Veliko!”
Gene gidip tosbağa kayasının üstüne oturmuşlardı şimdiki gibi. Osmanov, Veliko, Herodot, yalancı, tilki, kedi, cemse, sivri kaya, ergele budala, kara duman, ekşi mama… Bir sürüsü.
“Bi gün…” demişti Osmanov, “çok çok eskiden bi gün. Gazi Osman gelmiş süğütlü kasabaya. Obasıyla, goyunu, guzusu, çobanıyla… Süğütlerin gölgesine gelince atının başını çekmiş. Oov demiş. Bunu Herodot daa iyi bilir. Süğütler yeşil, otlar yemyeşil, yerler ak çiçeklik… Toprak verimli. Gün güneşli. Dere gürül gürül ve derin. Gölge serin mi serin. Gurmuşlar kıl çadırları oraya. Çarçabuk da devlet gurmuşlar. O zaman Osmanlının Arap atları, boz da gurtları varmış. Heybeleri, torbaları, yalın kılıçları varmış. Osman gazi padişah olmuş. Pala bıyıklı, dik başlı, kalın kaşlı ve aslan bakışlı. Gözleri çekikmiş, tam bi Orta Asyalı… Bozkırlı veya yaylalı… İç deniz guruyunca susuz galmışlar. Mezopotamya’dan kaçmışlar Ergenekon’a. Dişi gurt yol göstermiş, sonra gelmişler Anadolu’ya. Herodot daa iyi bilir. Bursa’ya… Gazi Osman’ın çadırındaki bekçiler boz gurtlarmış. Yani, Asena’nın torunları… Osman Gazi kağanmış o zaman. Padişah diil. Kağanın çok güzel bi garısı varmış ama bi sürü de cariyesi mi ne varmış. Yanlış anlaşılmasın, hizmetçi olarak yani... Herodot daa iyi bilir bunu. Cariyeler hep seçmece. Hepsi de güzel mi güzelmiş bal hatun gibi. İşte onlardan biri Nur Sabah’mış. O Nur Sabah isimli cariye de büyük nenemin büyük nenesinin en büyük nenesiymiş…”
Yalancı Ali:
“Dünyada bundan daa büyük yalan olamaz. Pes yani! Ulan Osman aga, beni bile geçtin yalancılıkta be! Oğlum, kırmanço örtmen yok şindi burda. Olsa da inansa deyelim ama biz bizeyiz şu tosbağa kayasının sırtında. Atma bu gadar palavra! Rica ederim arkadaşlar; bundan sonra yanımızda Osman varsa, baa yalancı demeyin.”
Veliko:
“Kees kes! Kes yalancı! Şu yumruk var ya şu yumruk! Uzun çeneni…”
Yalancı Ali:
“Kestim Veliko.”
Osman:
“Bu yüzden bizim soyadımız Osmanoğlu’dur. Tek bu yüzden… İşte o gazi Osman, çok büyük dedem olur. En büyük dedem… Soy ağacımızın kökü odur.”
Veliko:
“Zırvalama Osmanov!”
Osman:
“Tamam Veliko…”
Tahta iskemlede otururken sırtı ağrımış olacak ki, kollarını kartal gibi açıp uzun uzun gerindi. Uzun boylu, iri yapılı, kara yağız bir adamdı. Alışık olmayan Çatak köylüleri, köylerinde böyle iri kıyım birini görmedikleri için ona bir sürü yakıştırma yapıyorlardı. Yok, Adanalıdır, Urfalıdır. Yok, Anteplidir, Maraşlıdır. Siirtlidir, Vanlıdır. Şuralıdır buralıdır. Şu milletten, şu cibilliyetten… Şu ırktan, şu fıtrattan… Dilden dile, kulaktan kulağa anlat babam anlatırlardı bir sürü uydurmaları. Bilmiyorlardı ki, aslında o adam gibi bir adamdı. Gerinmesi bitince başını kaldırıp bakındı. İkindi güneşi batı dağının üstündeydi. Çok parlak. Bu yüzden gözleri kamaştı. Bakışlarını hemen çekti. Hem de elleriyle siper etti. Gözleri düzelince güneşin gittiği yöne değil de uzak güneylere baktı. Sonra da kuzey batıdaki dağların yüksek tepelerine…
Kış bitmiş, karlar erimiş. Dereler selleşmiş. Güneş, çatak köyüne yakındı artık. Mevsim bahardı yani. Ağaçlar usul usul, otlar hızla yeşeriyordu. Doğa, bayram sevinci içinde. Kirli eskilerini çıkarıyor, temizlerini giyiniyordu. Kuşlar cıvıl cıvıl, arılar vızır vızır. Rengârenk kelebekler, börtü böcek sinekler, çekirgeler, yılanlar, çıyanlar… Kuzular meleşiyor, develer güreşiyor, atlar kişniyor, eşekler anırıyor, köpekler havlıyor… Tavuklar gıt gıdak, horozlar ürü üüü… Kış somurtkan, yaz gülüşlüü…
İkindi güneşi karşı dağların üstünde. Ufuk henüz kızıllaşmamış. Gök süt mavisi renginde… Derin vadi mavi buğunun içinde… Doruklar süt değil kül maviliğinde. Gürgen dere de yeşil vadinin içinde.
Adı beylik vadisi olan bu yer; bir ucu dağlardan başlayıp geliyor, köyün içinden geçip güneye doğru uzayıp gidiyordu. İçindeki gürgen dere de şeytan kayalıklarındaki dövünmesini, ak ak köpürmesini bırakıp vadi boyunca sessiz ve sakin ağır başlı bir dere gibi akıyordu.
Köylüler, gürgen derenin bu iki haline şöyle yorum getiriyordu; şeytan kayalıklardaki bağırması, çığırması, köpük köpük çağlaması tabiatın zorluğuna isyanı, vadinin düzlüğündeki sakinliği, dinginliği ise insanlara, hayvanlara, yani tüm canlı hayata duymuş olduğu büyük saygısı...
Büyük bir karasinek, arsızca geldi yanına. Arsızca vızıldayarak birkaç kez başının çevresinde dolanıp uçtu. Elini savurarak kovdu. Sinek uçup gidince dağlardan ılık bir yel geldi, kara yüzünü okşadı. Bu sırada servi kavağının taze yaprakları kıpırdayıp ışıldadı. Sonra eriklerin, ayvaların, kayısıların yaprakları da binlerce titreyip ışıldadı. Yelle birlikte bahar kokusu gelmişti ama içinde sığır boku kokusu, beygir sidiği kokusu gibi başka kokular da vardı.
“Heey! Osman oğlu!”
Aslında çocuklar, onun köy kahvesine gittiğini, bir daha da gelmeyeceğini sanıyorlardı ama yanılmışlardı. Kapı önünde olduğunu görünce, bir de Osman diye seslendiğini duyunca şaşırdılar. Osman da şaşırmıştı tarih sınavında olduğu gibi. Şaşırmamış, korkmuştu aslında. Koşup geldi.
“Ne oldu?”
“Ne oldu denmez, sıpa!”
Osman; başını eğip sustu. Zaten hep böyle olurdu.
Öğretmen:
“Ne var denmez! Efendim denir. Askerlik arkadaşı mıyız biz?”
“Ben köle miyin? Sen sahip misin? O günler bitti örtmenim! Ağam yok, paşam yok, beyim yok, efendim...”
“Peki peki! Kaldır öyleyse başını, eğme! Bak ne diyeyim sana. Bu dediğim küpe olsun kulağına. Hiç unutma! Elin değdikçe hatırla. İnsan bir insan, insanoğlu bir insana boyun eğmez. Eğmemeli. Büyük olsun, küçük olsun. Fakir olsun, zengin olsun. Güçlü olsun, güçsüz olsun kimse kimseden üstün değildir, kimse de kimseden aşağı değildir…” Sonra merdivenlerden inip yanına geldi. Ellerini omuzlarına koyup; “unutma! Tamam, mı?” dedi. Lakin bu mevzu küçük bir çocuk için oldukça ağır, lafı değiştirdi. “Neyse… Şimdi bir koşuda git. Annen evdeyse sor bakalım yumurta var mı? Varsa alıp getir.”
Osman:
“Tamam.” dedi.
“Hele dur! Önce içerden iskemle getir bana.”
“Tamam…”
Osman, bir koşuda eve gitti, çabucak da geri geldi.
“Yok” dedi, “anam evde yok…”
“Peki, sağ ol Osman!”
O anda içine tuhaf bir gariplik çökmüştü Osman’ın. Çokça zaman böyle olurdu. Okuldan çıkıp gider; bakar kapı kilitli. Anası yok. Geceleri kâbusla uyanıp kalkar, anası yok. Acıkır, ekmek istesin; anası yok. Tarifsiz bir can sıkıntısı basar. Daralır, soluk alamaz, boğulur gibi olur. Babası yoktu zaten. Kimsenin anlayamadığı, kimseye de anlatamadığı babasızlık acısı da cabası, üzülüp kahrolur.
Karanlık bir gecenin sabaha karşısında köye yeşil brandalı bir cip gelmiş. Söylenene göre, içinde omuzu üç yıldızlı bir subay varmış. İki kişi daha varmış yanında takım elbiseli. Onlar da sivil kimselermiş. Ramazan, yani lakabı Bulgar Ramo olan babası onlarla birlikte gitmiş. Gideli üç yıl olmuş. Gidiş o gidiş, bir daha dönmemiş. Kimine göre; Bulgaristan’a gitmiş ve başka biriyle evlenmiş. Kimine göre; ölmüş. Ya da öldürülmüş. Kimine göreyse gizli bir görevdeymiş. Devlet görevi… Yani, ölü mü, sağ mı ne olduğu kesin değildi. Bu yüzden hep bir umut içinde; bir gün çıkıp gelecek diye beklemekteydi.
Okul önündeki düzlükte, arkadaki bahçelik yerde ileri, geri, aşağı, yukarı gezindi durdu; içindeki tarifsiz sıkıntıyla, kimseyle konuşmadan... Aah ulan ah! Garipsemişti. Şu babasızlık. Anası var ama yok. Gariplik ufacık yüreğine çöreklendi engerek yılanı gibi. Dünya umurlarına değil âlemlerin. Güler oynarlar. Bu duruma kızdı. Ev, bark bulmaz anasına, gitmiş gelmez babasına, oyun oynayan kızlara, lak lak yapan arkadaşlarına, namussuz sandığı öğretmenine, herkese, her şeye kızdı. Batsın ulan bu dünya!
Garipler gibi boynunu bükme demişti öğretmen. Baban ölmedi, yetim değilsin. Anan var, öksüz değilsin. Boyun eğme, kimsenin kölesi değilsin. Öyle demiş, öyle nasihat etmişti. Başın dik olsun. Dik dur, dik gez. Kimse kral tanrı değil, sen de kul değilsin.
Ulan, insan insana boyun eğer mi? Aslında diyordu içinden, öğretmenden niye şüpheleniyorum ki! O iyi bir adam. Yumurta varsa al getir demiş; ne var bunda? Yumurta istemiş, kötülük bunun neresinde. Fakirdiler ya… Babası yoktu, paraları yoktu, muhtaçtılar ya… Yalan değil. Onlardan yumurta alacak, onlar da para kazanacak. Yani yardımcı olacak. Tek gayesi bu, art niyeti yoktu. Ama acaba? İçindeki engerek depreşip duruyor, şeytansı fikirler getiriyordu aklına. Canı bu yüzden çok sıkılıyordu. Tamam dedi sinirli. Dur dedi. Dur bakalım. Görürsün. Görürsün gününü. Görürsünüz… Koşup tosbağa kayasına gitti. Gittiği gibi Herodot’un yakasına yapıştı. Yapışır yapışmaz gözlüklerini çekip aldı. Herkes şaşırıp kaldı. Neyin nesidir bu, kimse anlayamadı.
“Süle ulan inek!” dedi Herodota, “gözlüğünü mü kırayım, çeneni mi? Süle! Ben adamın canına okurun ulan! Çanına ot tıkarın! Süyersin ha! Babayı gösterisin ha! İstersem buğazını sıkıp solucan gibi buğarın…”
Herodot:
“Süğmem dedim ya…” diye kekeledi, “süğmem Osamanov! Ben Güler’e süğmedim ki! Güler’e süyer miyin hiç! Ayşe Nur’a süğdüm ben…”
Osman:
“İyi…” dedi, “al şindi. Kırarsam dünyayı da göremezsin, orta mektebe de gidemezsin. Al gözlüklerini. Benden bulma…”
İçi daraldıkça daralıyor, sağda solda dolaşıp dalaşacak birini arıyordu. Herodotu ve diğerlerini orada bırakıp bir koşuda eve gitti. Kapı kilitli, güzeller güzeli anası gene yoktu. Geçip ambar evine gitti. Saçak altına sakladığı kuş lastiklerini aldı, bir cep dolusu da taş toplayıp okulun yolunu tuttu. Cep dolusu taşı, çizme lastiğinden sapanı, bir de sinirli başıyla duvar dibindeki çalılıkların arkasına geçip saklandı. Sapanı çatalından tuttu, meşine taş koydu, lastikleri gerip nişanladı. Anasını bellediğim kız milleti dedi içinden. Saçı uzun aklı kısa! Kısacık aklı da ya yayık ağzında ya da sidikli apışında… Lastiği saldı, taşı fırlattı. Kızlar hala yedi kiremit oyunu oynuyordu. Kırık kiremit kulesinden kırmızı tozlar çıktı. Yıkılıp tuz buz olmuştu. Kızlar şaşırıp sağa sola bakıştılar. Kim attı bu taşı? Acaba kim yıktı kuleyi! Erkeklere baktılar. Bir sürüsü tosbağa kayasının üstünde; derin bir sohbetin içinde. Tabii ki kızlarla alakaları da yok. Yeni kiremitlerden yeni bir kule dizdiler, oyuna devam ettiler.
Osman, çalılık arkasına diz çöküp iyice siperlendi. Çatal elinde, gözleri hedefte; meşine yeni bir taş yerleştirdi, lastikleri gerdi, nişan aldı ve saldı. Yeniden kırmızı bir toz çıktı ve kiremit kulecik yeniden yıkıldı. Ulan amma da nişancıymışım deyip kendisine şaştı. Tabii ya dedi. Aslında çok nişancı olduğunu şimdi hatırladı. Biliyor, dere boylarında az mı kuş avlamıştı. Kızlar gene dizdiler kiremitten kuleyi. Gene yıktı. Onlar dizdi, o yıktı. Üç kere, dört kere yıktı ama öyle hınçlıydı ki, ne yapsa hıncı geçmiyor, bir türlü sakinleşemiyordu. Kulenin canı cehenneme dedi içinden. Kızların da… Sonra okulun yüksek basamağında oturan öğretmene baktı. Tahta iskemlende, bacak bacak üstüne atmış, bir de sigara yakmış; üüf gel keyfim gel! İkindi güneşi karşı tepede, ders yok çocuklar oyun peşinde; ooh gelsin bedava maaş! Ulan yarsam şunun başını! Yarsam mı acaba? Canının sıkılmasına kim sebep oldu? Kim olacak? O. Git eve diyen kimdi? O. Yumurta isteyen kimdi? O. Yumurta yerine başka şey ye ulan! Açsan bok ye! Ama birden aklına geldi. Ulan dedi kendi kendine. Belki de çocuklarına istemiştir, yazık! Bana ne ulan dedi sonra. Ne yazığı? Bana ne onun bunun çocuğundan? Ben köle miyim? Hizmetçi miyim? Gitsin kendi karısı istesin. Sakat mı? Ayakları mı yok, dili mi yok? Gitsin istesin. Bana ne! Evet, evet… Çok iyi biliyordu ki, yumurta bahane, asıl niyet başka… Namussuz herif! Babası burada yok ya… Anası dul kalmış bir karı ya… Irz düşmanı herif! Meşine taş yerleştirdi, lastikleri gerdi, iyice gezledi ve koyuverdi. Acı bir vınlama işitildi. Çünkü taş yuvarlak değil keskin köşeliydi. Vınlamanın peşinden cırtlak bir ses işitildi. Vay anasını! Çok nişancıydı ya hesapta. İyi gezleyememiş olmalı ki, hedef şaşıran taş, alnına değil de üstteki teneke tabelaya gitmişti. Tamam, düşman vurulmamıştı ama ödü patlamış gibi fırlamış, elindeki kıymetli sigarasını bile atıp telaşla beline sarılmıştı silah nerde diye. Sonra ayakları dibine düşen çakıl taşını görünce meseleyi çakmıştı.
“Kim bu köpeek?”
Tosbağa kayasındaki çocuklar, telaşla fırladılar yerlerinden.
“Kim bu utanmaz köpeek?”
Koşup geldiler yanına. Hepsi şaşkın, aval avaldı.
“Kim attı bu taşı? Kimse çıksın!”
Kimse bir şey bilmiyordu.
“Kim attı ulan?”
Herkes susuyordu.
“Kaçtı mı? Bulup getirin onu! Çabuk…”
Kim kaçmış? Kim atmış? Ne atmış? Kimi bulmalıydılar? Şaşkın ördek gibi koşuştular. Ne aradıklarını bilmeden, birbirlerine çarparak, çarpışarak… Okul etrafında dönüp durdular dolap beygiri gibi. Otluk içlerine, avlu diplerine, duvar arkalarına, yol kenarlarına, ağaç altlarına baktılar. Isırganlıkları, labadalıkları, baldıranlıkları didik didik aradılar. Araya araya bahçeliklerin yukarısındaki harmanlık yanına varınca durdular.
Biri soyuk derili gürgen kurusuyla ısırganlık içlerini karıştırıyor, biri harmanlıkta rasgele aranıyor, biri ahlatın dalları arasına bakıyor, yalancı Ali ıslık çalıyor, kızlar da ne olduğunu bilemeden onlara bakıyordu.
Koca Gülsüm:
“Veliko…” dedi, kalın sesiyle “ne arıyoz biz?”
Veliko:
”Sahi ne arıyoz biz?” dedi.
“Oğlum…” dedi, tatar Şaban, “örtmene taş atanı arıyoz ya!”
“Ha! Öyleyse ne işimiz var ta anasının damında? Burdan atılan taş orayı nası gider? Ta okul önüne… Hem de terslemesine?”
“Duğru ya!”
“Aşağıdan gelmiştir taş. Garanti. Ya da yan taraftan…”
“Garanti…”
“Atan her kim ise salak mı ki aynı yerinde galsın. Kaçmıştır.”
“Çoktan kaçmıştır…”
“Ee? Kaçıp burayı gelemez mi?”
“Gelemez mi?”
“Kesin gelmiştir.”
“Garanti…”
“Arayın o zaman!”
Ödlek Musa; “Velikoo!” diye bağırıyordu durmadan “çık ordan! Çık çık! Çabıcak çık! Temel yılanı var orda. Orası temel yeri... Gâvur evi temeli… Temel yerinde ısırgan çok çıkar. Bi de yılan… Dev gibi. Galınlığı insan beli gadar. Uzunluğu gavak boyu gadar… Başı inek başı… Çatal dilli, sivri dişli… Gıpkırmızı ağzı samanlık içi gadar. Çabık çık! Gızdırmadan… Çabık kaçalım burdan. Çabık, çabık…”
Sümsük Necati:
“Bize ne ulan!” dedi, “bize ne?”
Selim:
“Sankilim bize ne!” diye Necati’yi destekledi.
“Bize ne mi?” diye bağırdı Veliko. “bulamazsak sıra dayağına çekiliriz ulan! Falakaya yatırılırız. Anamızdan emdiğimiz burnumuzdan gelir. Bulmalıyız…”
“Kimdi acaba?”
“Bakın arkadaşlar!” dedi Ali, “bence canımız tehlikede.”
“Neden?”
“Oğlum, neden olacak? Her kim ise belki tabancası bile vardır.”
“Sahi yaa!”
“Sahi valla. Nereli olduğu belli diilmiş bi kere bu kıvırcık örtmenin. Ya aşiretten bi yerden geldiyse! Yani kaçıp tüydüyse! Gan davası yüzünden… Oğlum, o memlekettekilerin eniği enceği tabancalı. Beş yaşındakinin bile belinde tabancası varmış. Garıların, gızların bile… Canımız tehlikede! Bulamadık deye örtmen gızar ama... Bulamazsak o gızar, bulursak gene tabancalı adam gızar. Sıra dayağına çeker ama… Çekerse çeksin.. Kör kurşunla delinip deşilmek daa mı iyi? Maçası sıkarsa kendi arasın düşmanını. Kendi bulsun. Gan davası güderken bize mi sordu? Dimi ama! Öldürmeselerdi o zaman sinek öldürü gibi birbirlerini. Bize ne! Hadi Veliko, çık ordan, canımız tehlikede. Hem, taş atıldığını kim gördü? Hem… Belki de kurşundu tenekiyi delen. Hanginiz gördü? Gözüyle gören var mı? Yalan mı yani? Evet, taş diil mermi…”
“Duğru…” dedi Metko, “kim gördü?”
“Gören var mı?”
“Hem bize ne! Taş atmışlar, saçma atmışlar, laf atmışlar... Adam olsaydı da gül atsaydılar. Bize ne!”
Uzun Zührelerin avlu boyundaki viranelikten çıkıp aşağı inmişlerdi. Kızlı erkekli bir sürüsü, okulun güney duvarı dibine çökmüşler; çaresiz, ne yapacaklarını bilmez haldeydiler. Yalancı Ali, makineli gibi konuşuyor, onlar da dinliyordu.
“Derviş Bey gelmiş bi gün. Adana’dan…”
Maytap İsmail:
“Hatay’dan…”
“Derviş Bey, ta Hatay’dan kalkıp gelmiş… Ulan dangalak, dur azıcık! Kavamı garıştırma! Derviş Bey, Adanalı ama Arap diil bi kere. Babayiğit bi Türkmen beyi… Ağa oğlu Derviş Bey, Adana’nın çukurdaki ovasından… Bi gün Urfa’ya gelmiş…”
Maytap İsmail:
“Maraş’a…”
“Maraş’ın bi küğüne… Sus da dinle be! Su koyuverme hemen! İsa’yla alakalı bişey anlatıyoz herhalde!”
Maytap İsmail:
“İyi, tamam. Anlat bakalım. Bi sürü uyduruk hikâye…”
“Derviş Bey, Zülfikar ağanın oğluymuş. Zülfikar ağa, Adana çukurunda çok ünlü o zaman. Derviş Bey, ondan da ünlü… Çok toprakları varmış. Yedi bin dönüm. Daa da çok. Yedi bin tane goyun, yedi yüz tane inek, at, eşek… Tavuk, gaz, ördek… Çok malları varmış. Çok malı çok paraları varmış ama aşiret ağası gibi bi ağa diilmiş. Yani, Derviş Bey… O beymiş. Hem de okumuş. Hem de Ankara’nın yüksek mektebinde yedi sene…”
Maytap İsmail:
“Dokuz sene…”
“Belki de… Ağa diil, bey. Türkmen beyi. Urfa’ya gelmiş, bunların küğüne…”
“Kimin?”
“Kimin Olacak, İsaların. Yanında dokuz adamı varmış. Hepisi iyi giyimli, hepisi iri kıyım, hepisi bıyıklı. Ve saçları, suratları... Hepisi gara saçlı, gara sakallı, İsa gibi. Kemerlerinde sivri gamalar, bellerinde tabancalar, omuzlarında silah ve fişekliklerinde mermiler… Atları Asya atıymış. Arap atı alacaklarmış. Gelmişler Urfa’ya. Küğün en büyük ağası da Halo o zaman. Halo Ağa’nın çiftliğine gitmişler. Çiftlik küğden uzak bi yerde ne hikmetse. İsa’nın bubası olan adam; Halo Ağa benim demiş Derviş Beye. Yalan atmış. Onları misafir etmiş çiftlikte. Goyun, guzu kesmiş; yidirmiş, içirmiş. Gerçek bi ağa gibi. Sabah olunca kalkmışlar. Tokalaşıp el sıkışmışlar. Parada pulda anlaşmışlar. Dokuz Arap atını Derviş Bey’e satmışlar. Satan Halo ağa diil, İsa’nın bubası. Derviş Bey, atları almış; yalancı ağaya paraları saymış. Para filan diil, çil çil altın saymış. Sonra vedalaşıp ayrılmışlar. Herkes yoluna. Derviş Bey ve adamları gitmiş. Giderken de hakkını helal et ağa demiş. Bi de helalleşmişler anlayacağınız. Derviş Bey, Adana’ya gitmiş. Yalancı, yani sahte Halo Ağa da küğüne. Esas ağa küğdeymiş o vakit. Küğ dediysek kasabadaki evindeymiş. Ev dediysek, yani konağındaymış. İsa’nın bubası kâhya o vakit çiftlikte. Belki de kâhya başıdır. Yoksa ağanın yerine geçip goca Derviş Bey’i nası gandırsın? Dokuz Arap beygiri nası satsın? Başka türlüsü olamaz. Demek ki baş kâhya… Baş kâhya demek ağanın yarısı demek… Ya da sağ bacağı…”
“Sağ golu oğlum!”
“Sağ golu… Ulan, adamın sağ golu insana büle yapar mı?”
“Ne yapmış ki? Satmışsa beygirleri, ağanın haberi vardır. Götürüp veri altınları ona.”
“Nah veri!”
“Vermemiş mi?”
“Veri mi? Bi kese dolusu altın bu! Veri mi? Halo, çok yaşlı o zaman. İhtiyar mı ihtiyar gambır bi ağa. Dokuz tane gızı varmış ama bi tane oğlu yokmuş. Garı milleti işte, ne olacak. Saçı uzun, aklı kısa. Çiftliği kim yönetecek. Gızlar mı? Dizginler bu şerefsiz İsa’nın şerefsiz bubasının elindeymiş. Goca çiftlik onun idaresinde… İstediğini yapamaz mı? Yapar. Ağam demiş ağasına, bi bey geldi demiş Adana’dan. Çukurova’dan. Adı Derviş’miş. Bubasının adı da Zülfikar’mış mı neymiş. On dokuz adamıyla geldi, çiftliği sarıp kuşattı demiş. Hepisi ızbandut gibi. Hepisi toplu, tüfekli, kılıçlı hançerli. Elimiz golumuz bağlı, bişeycik yapamadık demiş. Dokuz Arap atımızı çaldılar, bastılar gaza kaçtılar. Bereket versin ki, çiftliği yakmadılar…”
“Derviş Beyler kamyonla mı gelmiş?”
“Otobüsle… Oğlum, adamlar at sırtında gelmiş. Otobüs nerden çıktı? Yalan uyduran ben miyin? Sahtekâr oğlu İsa’nın sahtekâr bubası. Ağayı ben mi gandırdım? İsa’nı şerefsiz bubası. Gandırık ağa ayağa fırlamış. Sağa, sola emirler yağdırmış. O zaman korumalığını yapan çok adamı varmış. Yirmi dokuzunu Derviş Bey’in peşinden yollamış. Yakalayın, hepisini gebertin; dokuz yalabık Arabımı geri getirin demiş. Golay mı? Mal canın yongası mı? Adam onları bi çuval altın sayarak ta Suriye’den almış. Bırakır mı peşlerini. Ben olsam ben bilem bırakman. Halo da bırakmamış tabii. Otuz dokuz adamını Derviş Bey’in peşine salmış…”
“Ee?”
“Ne ee si?”
“Ne olmuş sonra?”
“Ne olacak?”
“Oğlum, Derviş Bey’i yakalasalar ne olacak ki! Adam olup biteni açık açık anlatır, mesele anlaşılır. İsa’nın bubası da boku yer! Beygirleri satmak, altınların üstüne yatmak… Bu gadar golay mı bu işler?”
“İşte onu diyoz biz de! Minareyi çalan kılıfını hazırlamaz mı? Hazırlar. Dönüp gelmiş kırdaki çiftliğe. Garısı, gızı, gızanı çiftlik evindeymiş hepsi. Çok kavi iki beygir varmış ahırda. Bi tane de yaylı talika. Koşmuş besili beygirleri. İki tane garısı varmış, garıların da yedi gızanı varmış. Arabaya binmişler, deh demişler. Yedi kese altın sandık içinde, kaçmış gitmişler…”
“Nereyi?”
“Nereyi olacak, İzmir’e…”
“Amma atın haa! Ulan Urfa nere, İzmir nere? Hem de beygir arabası üstünde.”
“Oğlum, İzmir kim dedi size? Kaçmışlar Suriye’ye.”
“İsa örtmen Suriye’den mi gelmiş bizim küğe?”
“Orda saklanmışlar yedi sene. Sonra ger gelmişler gene. Dedik ya Halo Ağa çok yaşlı. Adam üç ay sonra nalları dikmiş…”
“Yani? Hırsızın çaldığı yanına galmış.”
“Nah galmış! Galır mı? Diyoz ya işte! Gulaklarınla dinle oğlum, ağzınla diil!”
“Eee?”
“E si B si yok! Yidiriler mi yedi kese altını boklu götlü bi cingeneye? Düşmüşler tabii peşlerine…”
“Ağa ölmedi mi?”
“Öldüü…”
“Ee?”
“Ananın… Oğlum, adam öldüyse çocukları yok mu?”
“Ulan, hani çocukları yoktu ya?”
“Ulan manyak! Demedik mi on dokuz tane gızı varmış deye.”
“Gızlar mı düşmüş?”
“Ananın… Yetmiş dokuz tane de torunu varmış adamın. Demedik mi?”
“Aa! Anladım.”
“Aferim!”
“Yani, torunlar düşmüş sahtekâr adamın peşine…”
“Sahtekâr, İzmir’de denize girmiş bi gün. Yüzmesini de bilmezmiş. Urfa çölünden gelen biri yüzmeyi nerden bilsin. Sen biliyon mu Herodot?”
“Hayır…”
“Gördünüz mü? Kim biliyo? Derede yüzmeğe benzemez denizde yüzmek oğlum! Buğulup ölmüş o dakkada. Zaten ölmese bile Haloğlu torunlar yaşatır mı adamı? Tabii ki bulmuşlar onları Menemen’e yakın bi yerde. Hepsini tek tek öldürmüşler; ocaklarına da incir ağacı dikmişler…”
“İsa ölmemiş mi? Öldürmemişler mi? Neden peki?”
“Neden olacak; bulamamışlar onu. Haloğlu torunlar sülalesinin kökünü gazımak için geldiklerinde İsa evde yokmuş.”
“Yokmuş mu?”
“Yokmuş. O zaman örtmen mektebindeymiş, Gökçeada’da. Bu sayede kurtulmuş. Şindilik kurtulmuş. O anlık yani. Ölümden kurtuluş yok oğlum! Bak gördünüz mü? Gelip buldular işte. Önünde sonunda buldular. Kaçmış kaçmış bilmen kaç sene. Sonunda kaçmış bizim küğe. Çatak içindeki bu küçücük yere. Hadi kurtulabilirse kurtulsun bakalım şindi! Ölümden öte küğ var mı? Yok. Çatak’tan öte başka küğ yok. Az ötesi Bulgariye ama hadi bakalım, sıkarsa kaçsın orayı da görelim bakalım. Oğlum, başımız belada! Yani beter beladaydık kaçmasaydık. Tikenlik içlerini, çalılık diplerini, gavur temelliklerini… Bıraktık da iyi ki kaçtık. Bize ne ulan! Sıkıysa gitsin kendi arasın. Sıkıysa kendisi yakalasın taş atanı. Ya tikenlik içinden hoppadak çıksaydı Halo’nun gara torunu! Bize yalan attı. Yalancı oğlu yalancı! Göt korkusundan… Bi kere delip geçen taş diildi. Tenekiyi taş deler mi ulan? Mermiydi o. Garanti…”
“Ama silah sesi işitmedik hiç!”
“Olsun… Susturucu takmıştır, ne bilelim biz. Çıksaydı karşımıza tikenlik içinden ızbandut gibi. Eşkıya gibi…”
“Tabanca elinde. Susturuculu…”
“Ucuz kurtulduk valla!”
“Ulan attın gene! Kim anlattı bu masalı? Savi dede mi?”
“Ananın… Nakiriş nene. Garıların ağzında hep bu var oğlum! Küğ çalkalanıyo, duymadınız mı?”
“Ben duymadım valla.”
“Ben de duymadım.”
“Ben de…”
“Be duydum ama başka türlü…”
“Başka türlü mü?”
“Ulan başka türlüsü de mi var?”
“Anlatayım mı?”
“Bi de sen anlat. Ne olacak, dinleriz anasını satayım.”
“Dinleyin o zaman… Daa Cumhuriyet ilan edilmemiş. İmparatorluk içinde… Anlattığım Osmanlı imparatorluğu…”
Veliko, ayağa fırlayıp; “kes Hüso!” diye bağırdı. “bırak anlatma! Osmanlıdan kime ne? Bizim Osman yok. Asıl o nerde?”
Kızlı erkekli köşe bucak kaçak birini aramışlar, kimseyi bulamayınca gelip duvar dibinde toplanmışlardı ama aralarında Osman yoktu.
“Osmaan!”
“Osmanoov!”
“Yok lan, Osmanoğlu yok!”
“Yok…”
“Osman Gazi’nin son torunu…”
“Halonun torunu ta Urfa’dan geldi ama Osman yok!”
“Yürüyün!” dedi, demir yumruk Veliko.
“Yürüyün!” dediler hep birden.
Sürüyle tosbağa kayasının yanına koştular. Kayanın yanında yoktu. Koştular aşağıdaki tozlu yola. Yolda yoktu. Oradan çeşme yokuşuna. Oralarda yoktu. Köy içine gittiler sürüyle. Yoktu. Orada yok, şurada yok, burada yok; koşup eve gittiler sonra. Evde de yoktu. Osman oğlu Osman değil, yok oğlu yok. Sanki yer yarılmış da içine girmiş…
Nenesine sordular; bilmiyordu. Dedesi ölüydü; soramadılar. Babası firardaydı. Anasını çok aradılar. Sonra sürüyle Beyit’in mağarasına koştular. Sefil halde buldular. Ona sordular. Sağır olmuş; duymuyordu. Anlatamadılar. Dilini yutmuş; konuşamıyordu. Anlayamadılar. Osman oğlu Osman’ı da bulamadılar…
Yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış.
Doğrucuyu dokuz köyden kovarlarmış.
Bir de onuncu köy varmış.
Hadi birlikte bulalım…
Tevfik Tekmen. 1982-Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.