Altın Bilezik
Komidinin üzerindeki saat Adil’e işe geç kaldığını haykırırcasına 07.30’u gösteriyordu. Kıl payı yetişilecek minibüsler, içine basılacak su dolu hendekler, tedirginlikle yanlarından geçilecek sokak köpeği çeteleri aklına geldiğinde bedeninde hissettiği bıkkınlık son noktasına varmış olmalıydı ki, her gün neden işe gider bir insan?, diye iç geçirerek isyan etti. Uyku, esir aldığı ruhunu terk etmesin diye vakit kaybetmeden müdürü aradı, gece boyunca ağrıyan dişi yüzünden gözlerine uyku girmediği yalanını uydurdu. Havalar ısındığı için üşüttüğünü söyleme hatasına düşmedi. İshal, baş ağrısı, halsizlik gibi günlük yaşamda çok sık karşılaşılan rahatsızlıkların çalıştığı yerden izin alması için yeterli ikna edici özelliğe sahip olmadığını biliyordu o yüzden müdürü kendisine izin vermeye mahkûm edecek diş ağrısı yalanına başvurmuştu. Müdür, Adil’e izin vermiş olsa bile ona inanmadığını belli eder bir edayla;
“Kendinize iyi bakın Adil Bey” demişti. Yemedim bunu Adil! Bu yaptığın hiç adilce değil. Bir insanın işe gitmesini engelleyen hiçbir neden yoktur ancak biz burada çalışırken sen hepimizin bildiği üzere tatlı uykundan vazgeçemiyorsun.
Şirketteki, izin alanların bahanelerine burun kıvıran çalışanlar olarak nam salmış bir grup işçinin hakkında düşünecekleri rahatsız edeci şeyleri aklından geçirerek huzursuzca uykuya daldı Adil. Pişman olmuştu! Yine de, üç saat sonra kalktığında, günün kuşluk vaktinde işe yetişmek için yollarda koşturan insanlarla gövde mücadelesi yapmak yerine evinde, dilediği koltukta oturmanın çok garip bir duygu olduğunu düşündü. Eşyalar, o işten eve döndüğünde olduğu gibi yorgun yorgun bakmıyorlardı. Dışarıdan gelen seslerde bile dikkatini dağıtıcı bir özellik yerine günün anlamına uygun bir ahenk vardı sanki. Gel gelelim bu saatlerde evde olmanın kederli bir yönü olduğunu da fark etmişti. Pencerenin aralık kalan perdesinden süzülen ışığın odasını aydınlatmasına ve masasını göz kamaştırıcı bir parlaklığa boyamasına alışık değildi. Öte yandan durmuş hissi veren zaman yalnızlığa hazin bir duygu katıyor, saate her baktığında ise gerçekte zamanın hızla aktığının farkına varıyordu. İşte böyle, beklemediği bir anda gelişen tatil düşüncesine henüz alışmaya başlamışken telefonu çaldı. Şirketten arandığını düşündüğü için tedirgin bir şekilde açtı.
“Alo?”
“ Merhaba. Adil Ahzar ile görüşecektim..”
Genç birine ait ve nedense insana güzel olduğunu düşündüren bir kadın sesiydi.
“Ben Adil”
“Adil bey Gülizar Ahzar anneniz yanılmıyorsam?”
“ Evet, annem.”
“ Anneniz ufak bir rahatsızlık geçirdiği için Akyazı Devlet Hastanesi’nde şuan. Sizden buraya gelmenizi rica edecektim. Yanında refakatçisi yok”
“Öyle mi?”
“ Evet, gelin lütfen. Numaranızı Gülizar hanımdan aldık.”
Gövdesinin merkezinden tüm sinir uçlarına kadar uzanan bir huzursuzluğun kıpırtılarını hissetmeye başladığında Adil aynı zamanda, farkında olmadan ve sinsice tasarladığı günün geriye kalan bölümünün düşündüğü gibi geçmeyeceğini ve telefonun öbür ucundan gelen iç içe girmiş boğuk seslerden hemşire olduğunu düşündüğü muhatabının bir hastane koridorundan seslendiğini anladı.
“Hemen geliyorum”
Anneniz ufak bir rahatsızlık geçirdi.. Adil, gün ışığının uğramadığı odasında bulunan çizgileri soluk hatlarla şekillenmiş eşyalarına baktı. Bitmek üzere olan sigara paketi, kül tablasından taşan izmaritler, yığın halinde kitaplar, etrafa gelişi güzel saçılmış kirli eşyalar… Neden bir kadın gibi tertipli olamıyorum? Az sonra değiştireceği eski eşofmanlarını gözden geçirdi. Evinin acınası hali (hatta dış cephesi bile), odasının bakımsızlığı, üstesinden gelinmesi gereken tüm zorlayıcı işlerin eksik görüntüsü ona merkezinde bulunduğu çaresizliğin bir dışavurumu gibi geldi. İçinde yaşama etki eden, onu değiştirip şekillendiren benliğine karşı bir acıma hissetti. Ama her şeyden önemlisi boğazını düğümleyen ve kalbinde korkunç bir sızıya neden olan o düşünceydi: Annesi, az önce arayan hemşireye sormayı akıl edemediği için bilmediği bir rahatsızlık sonucu hastanede yatıyordu!
Adil için hayatta bundan daha elem verici bir durum olamazdı.
Sabah işe gitmediği için sevinçle atan kalbinin damarlarında gezdirdiği neşeli kana sahip gövdesiyle yalnızlığını paylaştığı biçimsiz odalar arasında amaçsızca volta atarken hayattan memnundu. Oysa şimdi.. İçi acıyordu. Daha önce Gülizar Hanım hastanede yatacak kadar rahatsızlanmamıştı. Bu günleri de mi görecektim? Başlangıçta, annesi dünyaya bir Adil getirmek için tarifi zor sancılar ve bitmek bilmeyen ıstıraplar çekmemiş miydi? Adil’in küçük bedenini sevmiş ve hayatın tüm kötülüklerine karşı üzerine titremişti. Yıllar geçtikten, annenin beli bükülüp saçları ağardıktan sonra bile elinde avucunda neyi varsa Adil’e sunmuştu. Peki, otuz yaşına basan Adil akıp giden bu yıllar boyunca annesine ne sunmuştu? İşte Adil’i perişan eden, tüm benliğini sarıp kuşatan bu kasvetli düşüncenin yıkıcı etkisiydi. Yaşamı boyunca kendisini doğuran kadına sadece eziyet verdiğini zamanın bedeniyle bir hareket ettiği şimdi noktasında anlamış olması hissettiği acıyı daha da arttırıyordu.
Adil, beyninde mosmor bir ağrı gibi zonklayan annesinin hastanedeki rahatsız görüntüsü yüzünden ağlamaya başladı. Kendisini çaresiz hissediyordu. Hayat elinden akıp gitmiş ve o bırakın annesini kendisine bile güzel bir yaşam sunamamıştı. Zavallı annesinin televizyonda ve mağazalarda gördüğü eşyalara heves edişine sadece tanıklık yapan Adil’in içinde yaşama dair bir hırs uyanmaması onu unutulmaz karakter Oblomov’a benzetiyordu. Tek suçlunun kendisi olduğuna karar verdi ve insafsızca yargıladı kendisini.
İçinde hiçbir şey için geç olmadığını söyleyen karanlık bir umut yeşerdi ansızın. Doğruydu, eğer Adil biraz daha hırslı olsa Türkiye’de farklılığın fazla olmadığı sosyal sınıfın güzel bir noktasına yerleşir ve ailesine güzel bir hayat yaşatabilirdi. (O yıllarda ülkemizde ya fakirdiniz ya da orta sınıfa dâhildiniz. Bir de zengin sınıfı vardı ki Adil sadece televizyonlarda tanıklık ettiği için bu sınıfı direkt atlıyordu.) Evet, çok sevdiği o romanları okuyacağına matematik derslerinde bir iki formül ezberleseydi her yıl ismi ve şekli değişen üniversiteye başlama sınavlarında birkaç yüz bin kişinin önüne rahatlıkla geçebilirdi. Doğrudur, bunların hiç biri olmadığı gibi Adil, iş hayatında bir tecrübe sağlayacak bir meslek öğrenmek için de ızdırap verici çıraklık dönemlerinden geçmemişti. Ama olsun, hiçbir şey için geç değildi ve Adil geriye kalan yaşamında annesini hiç olmadığı kadar mutlu edecekti. Bunu bir şekilde başaracaktı.
Adil kendini yola attı. Parlayan güneşin altındaki cadde ve sokaklar yoğun bir tozun içine gömülmüş gibiydi. Sinir bozucu homurtularıyla geçen otomobillerin üzerinde dans eden sıcak dalgası susuzluğu çağrıştırıyordu. Asfalttan yayılan sıcaklık Adil’e evrende biriken tüm merhametin tek bir sıcak nefes olarak yeryüzüne üfürüldüğünü düşündürdü. Yolun karşısında kaldırımda yürüyen insanları gördü. Yaşlı bir adam ağır aksak adımlarla ilerlerken arkasında fark etmediği bir sokak köpeği sanki adamın geride bıraktığı izi bir sınıfa sokmaya çalışır gibi itinayla havayı kokluyordu. Genç bir esnaf, dikildiği dükkânın kapısı önünde kaldırımdan geçen güzel bir kıza ve vücudunun kimi kısımlarına düşünceli bakışlar atıyordu. Adil’i kayıracak şekilde icraata başlayan kaderin hamlelerinden biri çok geçmeden geldi. Elinde bebek arabasıyla ilerleyen genç bir kadın gördü. Yolun karşısına geçerek kadına seslendi.
“ Hanımefendi! Bir saniye bakar mısınız?”
Kadın tedirgin bir şekilde Adil’e döndü. “Evet”
“ Çok şirin bir bebeğiniz var. Sizden bir soruma cevap vermenizi rica edeceğim. Biliniz ki bu sorumu bir anne olduğunuz için size soruyorum. Bana vereceğiniz cevap çok önemlidir o yüzden lütfen ne kadar ciddiyetle size sorumu yönelttiğimi anlayınız.” Şaşkın kadın “Tamam” diyebildi sadece.
“ Siz bir annesiniz. Benim de bir annenin görüşüne ihtiyacım olacak. Lütfen söyleyin bana, bir anneyi ne tür bir hediye mutlu eder? Annem hastanede yatıyor. Ona acılarını unutturacak nasıl bir hediye almalıyım?”
Şaşkınlığından kurtulan kadının yüzünde, Adil çok belirgin bir tuzağa düşmüş de bunun farkına varan kendisiymişçesine zekice bir ifade belirdi. Vereceği cevabı yıllar öncesinden tasarlamış ve uzun süredir içinde sakladığı cevabı vermek için bu soruyu sorma gafletine düşecek birini bekliyormuş gibi mutlu ve kendinden emin bir şekilde “ Sadece ziyaretine gidin, böyle durumlarda bir anneye verilecek en iyi hediye oğlunun kendisini ziyaretidir. Muhakkak hediye alacaksanız bir demet çiçek kâfidir”, dedi. Adil kadının verdiği cevap karşısında etkilenmedi. Aklı ruhunu huzura kavuşturacak muhteşem hediyesindeydi. Kadın Adil’in yüzünde beklediği aydınlanmayı göremeyince “Altın bir bilezik” dedi. “ Kadınlar takıya bayılır, altın bir bilezik tüm kadınları mutlu eder.” Adil iki sebepten ötürü altın bilezik fikrini hemen benimsedi. 1. Annesine karşı hissettiği ezikliği, onun için, zor zamanlarda başarması güç işlerin üstesinden gelebildiğini kanıtlayarak yok edebilirdi. 2. Cebinde sadece on lirası olan Adil bir bilezik parası elde edebilmek için kaderin öngördüğü zorluğa seve seve katlanacaktı. On lirayla bir gram altın almak mümkün değildi ancak o ne yapıp edecek önüne çıkan bu şansı olumlu bir şekilde değerlendirmesini bilecekti. Vakit kaybetmeden Adapazarı’ndan Serdivan’a gitmek için şehir merkezinden kalkan minibüse bindi. Böylelikle hem üniversiteyi aynı sınıfta okuduğu ve o yıllarında ailesi maddi ihtiyaçlarını karşılaması için gerekli parayı yollayamadığından devamlı Adil’den borç para isteyen arkadaşı Sait’in, adı Aktif Mobilya olan mağazasına yol almış oldu hem de cebindeki on lirasından iki lirası eksildi. Sait mezun olan her Biyolog’un ortak kaderini paylaşmış, (işsizlik) ancak ince eleyip sık dokuduktan sonra insanların mobilyalara gösterdiği saf ilgiyi fark etmişti. Ufak çapta işlettiği Aktif Mobilya birkaç senede kendi ürünlerini piyasaya sürecek büyüklüğe ulaşmıştı. Aktif Mobilya’nın atılımlarından haberdar olan Adil’in gözünde Sait uzun süredir borç para istenecek insanlar listesindeki parlak yerini koruyordu. Üniversite yıllarında istemeden de olsa Sait’e pek çok kez ödünç para vermişti ve şimdi iyilik yapma sırası ondaydı.
Aktif Mobilya’dan içeri girerken Adil, annesine hediye olarak alacağı bilezik için gereken parayı Sait’in hiç çekinmeden vereceğinden emindi. Onu, koltuk takımlarını pazarlayan yirmili yaşlarında bir kız karşıladı. Adil, müşteri olmadığını, eski dostu Sait’e bir merhaba demeye geldiğini belirtti. Kız, koşar adımlarla ortadan kayboldu. Ölü mobilyalar arasından Sait’in tanıdık gövdesi belirdi. Sait kaçınılmaz kelleşmenin orta aşamasına gelmiş, çok çay içtiği için de dişleri sararmıştı. Ayrıca mobilyaları öteye beriye taşıdığından olsa gerek vücudundaki eski zarafetin kaybolduğu görülüyordu. Adil’i içten bir samimiyetle karşıladı. Eski günleri anmaya başlamadan önce anlamlı sesleri mekanik bir gürültüye dönüştüren megafonla çaylar söylendi. Bir süre saygı duydukları üniversite hocaları hakkında olumlu şeyler söylediler. Ardından sevmedikleri hocaları eleştirdiler. Çaycının, kirden kararmış bir yüze sahip küçük çırağı ikinci çayları servis ederken Adil, Sait’in yavaş yavaş meşgul bir iş adamı kılığına bürünmeye başladığını fark etti. Vücudunu bir tedirginlik kapladı ve bilezik alması için gerekli parayı Sait’ten istemenin çok zor olacağını ilk kez o an anladı. Zor olacaktı çünkü cesareti kırılmıştı, çünkü utanıyordu, çünkü o tanıdıklarından daha önce hiçbir zaman borç para istememişti. Sait kısa muhabbetin sonunu getirecek cümleler kurmaya başlamıştı bile. “ Ne iyi ettin de geldin, her zaman beklerim Adil.” Kalkacak gibiydi. Adil’in aklı durmadan, farklı bir zamanın değişik bir boyutunda yaşayan hayaletinin Sait’ten borç para isteyen olası senaryosunu kuruyordu. Bu kısa film karelerinde bazen Sait parayı memnuniyetle uzatıyor ama çoğu zaman öfkeli bir yüz ifadesiyle finansal durumunun kötü olduğunu, Türkiye ekonomisindeki olumsuz dalgalanmalardan etkilendiğini ifade ederek Adil’i geri çeviriyordu. Cimri Sait imgesinin yarattığı umutsuzluk dışında, farklı bir nedenden dolayı borç para isteyemeyeceğini anladı Adil. Arkadaşı tarafından güler yüzle karşılanmıştı ve Sait muhabbet boyunca yüzüne içinde hayranlığın da sezildiği ilgi dolu gözlerle bakmıştı. Hareketlerine dikkat etmiş, sözleriyle herhangi bir yanlış anlaşılmaya sebep olacak bir cümle kurmamaya özen göstermişti. Birkaç yıl önce, bir barda tanıştığı hayat kadınını anımsadı. Adil’in görünüşünden hoşlandığı ve insanca duyguların içine gömüldü için Adil ile bir orospu gibi değil de her an flört etmeye hazır genç bir kız gibi şakalaşan satılık kadını düşündü. Bu durum aynı, işsizliğin kol gezdiği Türkiye’de üniversite okuduğu için amele olarak da işe alınmayan insanların hazin durumunu çağrıştırıyordu. Sait’ten borç para isteme konusunda Adil, hoşlandığı adamın gözünde değerli bir kadın gibi davranan o orospuya özenmiş ve alacağı hediyeyle annesinin rızasını kazanma pahasına bile olsa borç para isteyerek Sait’in gözünde küçülmeyi guruna yedirememişti.
Sait ayağa kalktığında Adil’in tüm umutları tükendi. Aktif Mobilya’dan cebinde altın bir bilezik parası olmadan çıkacağına olan inancı kuvvetlendi. İçinde kaçıp giden cesaret ve arzu gibi umutların yerini alan tükenmişliğin verdiği çöküntüye rağmen Sait’in elini gülümseyerek tutmayı başarabildi. “ Daha sık uğramaya çalışacağım.”
Adil Serdivan’ın sokaklarına geri döndüğünde saatine baktı. Zaman hızla geçiyordu. Güneş gökyüzünden kayar gibi ufka doğru ilerliyor, ilerledikçe de sıcaklığını ve parlaklığını yitiriyordu. Adil, daha fazla vakit kaybetmeden annesine hediye edeceği bileziği almak için lazım olan parayı bir yerden temin etmesi gerektiğini biliyor ancak kimseden canı pahasına bile olsa borç para isteyemeyeceğini anladığı için kendisini çaresiz hissediyordu. İki arabanın yan yana zor geçtiği dar yolun kaldırımında ilerlerken aklına bir fikir geldi. Bu yeni fikri heyecanla karşılayan Adil koştukça detaylarını kurguladığı planını gerçekleştirmek için evine gitti. Odasına girdiğinde onu ilk karşılayan çıkarken yere bıraktığı eşofmanları oldu. Pencere kapalı olduğu için en son içtiği sigaranın kokusu odaya sinmişti. Evde karanlık gölgeler oluşturan eşyalara baktıkça odalarda yaşayan Adil’i tanıdığı biriymiş gibi dışarıdan görebiliyor ve alışkanlıklarına karşı derin bir nefret duyduğunu hissedebiliyordu. Hızla eline geçirdiği bir çuvala kitaplarını doldurmaya başladı. Doldururken hiçbir kitabı ayırt etmiyor, hayatı boyunca saklamayı düşündüğü eserleri gözünü kırpmadan çuvala tıkıyordu. Bu eserlerin içinde Nabakov’un romanlarından tutun da Sagan’ın popüler bilim adına yazılmış denemelerine kadar bir yığın kitap göze çarpıyordu. İçi kitap dolu çuvalı sırtına yükleyip Adapazarı’nın merkezinde bulunan İlk Sahaf kitapevine gitti. Adil’i gözlüklü, yaşlıca bir adam karşıladı. “ Bu kitapları satmak istiyorum.” Adam çuvala sonra Adil’e baktı.
“ Bunların hepsini alamam. Son zamanlarda satışlarımız çok kötü. İnsanlar ikinci el kitap almak da istemiyorlar. İnternet sitelerinde zaten aklımın almadığı fiyatlarla bir yığın kitap satılıyor. Sen bunları geri götür genç. İçinden seçip birkaç kitap alayım, buraya kadar geldiğin için” Adil gözlerini kıstı. “ Vitrinde ikinci el kitap alınır yazıyor. Buraya kadar gelenin kitapları alınır diye bir şey yazmıyor.” Öfkesi sesine yansımıştı. “ Tamam, alacağım kitaplarını. Ancak çok fazla kitap getirmişsin genç.” Adil çuvalın içinden yılların birikimi kitaplarını bir bir çıkardı. Eline aldığı her kitabı gururla tutuyor, kitapları masaya bırakırken de sanki adama, mekânında böyle güzel kitaplar var mı, dermiş gibi bakıyordu. Gerçekten de kitapçı Adil’in getirdiği romanlardan etkilenmiş gözüküyordu. Ancak yine de almaya isteksiz bir ses tonuyla “ Tüm bunları kiloyla alırım. Hayır dersen en fazla üç tanesini alacağım, haberin olsun.” dedi. Çaresiz razı oldu Adil. Adamın eline tutuşturduğu yüz on iki lirayla kaldırıma çıktığında içinde mağlup olmuş birinin hislerini taşıyordu. Altın bilezik efsanelerde anlatılan büyülü bir nesneden ibaretti o an. Yanından güzel bir kız geçti. Mavi gözleri, sarı saçlarıyla öylesine hayat dolu gözüküyordu ki Adil bu kızın annesinin hiçbir zaman ölmeyeceğini düşündü. Oturduğu bir bankta batmakta olan güneşin gözünü alan kızıl ışığının izin verdiği ölçüde kaldırımdan geçen insanlara baktı. Tüm bu insanlar anne kaybına nasıl katlanıyorlardı. Yolun karşısında, üzerinde Güzeller Meyhanesi yazan tabelayı gördü. Kısa süre sonra meyhanenin bir masasında az önce oturduğu banka bakıyordu. İçkisini yudumlarken masasına gelen güzel dansözleri umursamıyor, kendisine göz atan açık saçık kadınları görmezden geliyordu. “Öylesine çaresizsin ki” dedi bankta oturan hayaletine. Kendisine acıdı Adil, gözleri doldu. Yüz on iki lirasının doksan lirasıyla rakı ve bira içti, sarhoş oldu, bilinci uyuştu ve annesini unuttu.
Meyhane masasında sızan Adil tam olarak on altı saniye süren bir rüya gördü. Rüyasının garip atmosferine tarifi zor bir acı hakimdi. Annesi ölüyordu ancak Adil’i yanında göremediği için ölümü üzüntülü bir şekilde gerçekleşiyordu. Canı bedeninden çıkarken o etrafına bakıyor Adil’i görmeyi umut ediyordu. Kafasını devirdiği masadan on altı saniye sonra kaldırdığında, gördüğü rüyadan arta kalan hüznü tüm benliğini kapladı. Akyazı Devlet Hastanesi’ne doğru yola koyuldu. Hastanenin önüne geldiğinde annesinin ölüm anıyla yüzleşemediğini, başından beri kendisini o ölene kadar oyaladığını anladı. Doktor az önce Gülizar Hanımı kaybettiklerini açıkladı. Adil’e içeri girip Gülizar hanımı son kez görebileceğini söyledi. Adil bir an düşündü. “ Hayır” dedi. “ Görmek istemiyorum”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.