- 773 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kadındı geceydi ve seviliyordu doruklara kadar çıkılacaktı sevgi adına…
Biz acılarımızın üstüne basa basa yürüyerek, bu günlerdeki yaşama ulaştırabildik kendimizi…
Dar zamanların genişleyebileceğini düşünerek verdiğimiz uğraşla bu günlere uzattık kendimizi…
Aslında korkularımızdı, korkusuzluk korkusunu yenerek gözlerimizin kapaklarını kapatmayı öğrendik kâbus sonrası gecelerde…
Biz artık hayatımızı, kimseye teslim etmeyeceğimizi öğrendik yaşamın güçlü şartı buydu kullandığımız…
Bir gün tek başımıza kalarak hayatı zorlaştıracağımızı biliyorduk, kavlimiz vardı, bu tekliği aşarak çoğul yaşama ulaşacağımıza dair…
Yaşamın şartı vardı, yaşamak için, iyi yaşamak için, yaşatmayı öğrenmeliydik, bu kuraldan kayanlar, düştü, bu kuralı ezenler, düşürüldü, bu kuraldan cayanlar yaşamdaki anlarımızdan cayıldı, bunları bana anlatırken sevgili, gözün yaşlı idi ama sen de kaypaklığından vaz geçemediğin için, cayıldın benden, unutulamasan bile artık sevgiye dahil güzel cümle anlatımlarında yoksun artık ve sen vazgeçilemeyenlerin arasında değilsin artık…
Art arda gelen tutarsız davranış ve isteklerindi beni hayatın tüm dikenlerinin üstünden yürüten…
Son perdenin, son oyununda olduğunu sadece sen biliyordun, bu sinsi gülüşlerinin arasında…
Yaşamın gizlileri olabileceği gibi sinsiliklerle yaşamı da vardı, bu tercih senindi, o masum duruşunun ardına sakladıkların, benim sonumdan ziyade, bendeki sonunu yeşertiyordu, ağlamalarınsa bu sonun damgasını vuruyordu…
Hayat senli güzeldi sevgili, “sen gülüşüne bir ömür verilir” dediklerim aklıma geldi, bir ömür daha bu yüzden verdim, sana yetmedi, artık sabahlar çok zor geliyor geceden kalma düşlerin üstüne basmakla seni sevdiğim inkâr edilemezdi…
Bir tünel ve paramparça düşüncelerle bir ben.
Adımlıyorum ziftin yumuşak yerlerine basa basa, tüm geçmişimi koyduğum bir terazi kefelerinin art arda oynayışını ve iyilerle, kötülerin an be an yer değiştirdiği bir açık, görünür kapışmaları bunlar ki tartışmanın sonunun nereye gideceğini kestiremeden, sen haklıydın, ben haklıyım kelimeleri arasına döküyorum, tüm geçmişimi bu tünel boyunca…
Oysa tüm şehir başka bir yaşamın içinde ve de sen koca bir dünya, koskocaman bir şehir ve küçücük dünyasına koskocaman bir dalgalı yaşamı sığdırmış bir ben…
Camdan yüzüme süzülen ilk ışık her gün aynı şeyleri yaptırıyordu bana… Bu gün ise gözlerime düşen ilk ışığın ardına sığınan yüzü ve de gözleriydi, göz bebeklerinden bana doğru yansıyan ışığın rengini seçmeye çalışıyordum, kahverengi bir rüzgâr esiyor gibi gelip oturuyordu göz diplerime…
Her gün yaptığım bu ışıksal savaşımdan ardında kalan tek şey onun gözlerine olan tutsaklığım ve tutkum durmayasıya beni utkuya atar…
Zorluyordum geceden kalma düşlerimin etkisini onun gözlerinin rengine devşirerek…
Bu kadar sevmenin azıcık emeği idi bu…
Zorluyordum kendimi özünde sevdiğim şeylerin koşmalarına, belki de esaretin özlemi buydu, darbelerin sesi buydu veya renklerin cümbüşü buydu…
Düşünüyorum tüm sevenlerden fazla mıydı benim sevgim, hayır, sadece ben tutkuluydum, belki de ona…
Düşünüyorum onu kendime an be an hatırlatmamın altında kalan sebep neydi, onu kaybetme korkusu mu, yoksa onun sesinin benim ruhumu dinginliğine ulaştırması mıydı?
Ne olursa olsun sesinin tınısını beynimin zapt edişi, gözlerimdeki görüntüsünün varlığı ile birleşmesiyle, koskocaman sevdiğim ve saydığım, özendiğim, insan çıkıyordu karşıma…
Ben galiba sevmelere tutsaklığımı beynime kilitlenen sevdiğimin sesi ile özdeşleştirmiştim…
Bir başka deyişle çoğu zaman onun ses tonu ile ben, bir başka ben oluyordum ve bu başkalaşım, benim dinginliğim ve de sakinleşmem demekti…
Ben tüm gürültüleri onun sesinin tınısına gizleyip, kendime has bir tını veya ses demeti yaparak sakinleşiyordum…
Karma karışık bir rüya ertesi solgun bir sabah, güneşin odama sızması umrumda değil, titrek bir yürek ve darmadağın düşüncelerin parçalandığı an zamanları, sabahı zor olan bir gece sonrası tutmaya çalıştığım anılar, hepsi süzülmüş yerlere doğru, ağzımın içi sanki tuzlu su ile çalkalanmış gibi, bir biri ardına yapışan anıların gözlemciliğini yüklenmişim gibi, ellerim titreyerek tutmaya çalışırken tek cümlelik bir sözünü, farkındasızlıkla, sabah olmuş galiba ki bu anlar kaybolma çabasında, neden her yerde senin izlerin sanki örtünmüşçesine etrafımda dolanıyor, oysa ben senin geldiğini ve de buralarda olduğunu yüreğimin titreyişinden anlarım, evet yine buralardasın açsam da gözlerimi kayıplıklarda olamazsın, seni sevmişim yar, seninle örtünmüşüm bir kez, senle alışmışım nefes almalara, senle başlamış kızgınlıklarım, senle yoğunlaşmış sevinçlerim, sevmenin dar zamanlarını senle yaşamışım bir kez, seni tutmak ve de senle barışmaktı yüreğimdeki istek hayatı…
Olmayasıya bir istekle olmayasıya bir duruş bu, kendini hırpalayan, kendine acı veren sadece yalnızlık veren bir duygu bu, artık baharın tüm çiçekleri sende kalsın...
Şimdi gidiyorsun, şimdilerde ben gidiliyorum, önümde bir dehliz, ardım ise düşmesi kolay bir tepe…
Şimdi sen gitmeye devam ediyorsun ya, ben dökülüyorum ya darmadağın, üzüntüm mü var sanıyorsun, yok be can yok, ben senden ziyade seninle beraberken ki sevmelerimi özleyeceğim galiba…
Evet, senden sonra ben de gidiyorum hayatı yeniden tutmaya, hem de hoşça kal demeden
Kalmadı tüm çınar ağaçlarının altlarındaki gölgelikler, kalmadı gün döndü çiçeğinin güneşi takip ettiği zaman, çünkü gece, çünkü sessizlik, çünkü ağlamaların hıçkırıkları gömüldü kimsesizler mezarlıklarına, sen neredesin bilmem ama galiba tüm mezarlıklar sen kokuyor...
Çünkü kayboldu "sevgi" kelimesindeki beş harf, öyle dedi şair öyle olmuş olgu, hayat bu derken sadece pişmanlıkların da gömüldüğü bir anı kaldı geride...
Boş ver be yolcu bırak gitsin daha çok baharlar var önümüzde, istersen kışa kal ama unutma yaz sonu kurur bütün yapraklar... Yapacağın tek şey beklemekse ömrün yetecek mi sadece onu düşün...
Ve siyah bir nokta konur “iyi yaşadım ki” cümlesine.
Kaybolmuş zamanların bir çoğul sevgi yazısı okudum bu gün, hepsinin sonunda siyah bir nokta var, çoğunda gözyaşı ıslaklığı, çoğunda da kelebeklerin kanat çırpışları var, kısa bir yaşama uzayabilen, gülmelerin önüne hep ağlamalar yapışmış, sararmış tüm yaprakların tarifleri var ve toprağın otsu kokusu tarif edilmiş, acının hiç resmi yok hep kelimeler sıralanmış art arda, ben şaşkın bir halde bakarken bir tek gülme resmi gördüm o da sessizdi ve yanında bir not vardı, benim adıma yapışmış bir resim bu sorar mısınız sevgide kaç kez gülebilmiş...
Çoğu zaman ki an gelir o anda kendimize isyanlardayken, hak etmedim ki diye haykırırken aslında zamanın ardında kalan gülüşlerimizle yüzleşiyorduk ki o zamanki çoğul gülüş sahtelikle yapıştırılmış yüzümüze, ihaneti gördükten sonra ölümü düşünürken işte o zaman has gülüşümüzle karşılaştık, biraz acılıydı o ama gerçekti, sadece küskündü, sadece isyankârdı en çok içinde sakladığı isme, dudaklarında söyleyemediği çok kelime vardı dökülmek için sere serpe ama bazı kelimeler söylenemiyordu ki belki de söylenmesi en kolay olan öfkeli kelimelerle yapılmış cümlelerdi onlar ama söylenmek istenmiyordu çünkü geçmişte kalan kendine acınıyordu, bağrınamadan, bazen sıralanır cümleler en öfkelisinden en çok kanatana doğru, işte o zaman kapanıyordu tüm kapılar ve hepsi siyah boyanıyordu hayata dahil olmak için...
Çoğu zaman gülmekten ölmek durumuna düşüyordum, "hayata dahil olmak gerek" derken, nelerimizi vermedik ki nelerimiz kalmadı dahil etmediğimiz, kaçıncı son bahar bu kendimizi sararmış yaprakların arasından toplayıp hayata dahil etmedik, kaçıncı yaz bu derilerimizin güneş ışığı ile kavruluşu ve kaçıncı yaz bu yüreğimizi hayata kurutup yeniden başladığımız, neler kalmıştı kaybetmediğimiz sadece utkuydu elde ettiğimiz nelerimizse ve hayat elde kalanlarla devam ediyordu, bizden alınanları düşünüp alana, "üstü kalsın " dediğimiz kaç zamanımız heba olmamıştı, biz kimsesizliklerin çocuklarıydık, daha o zamanlarda, daha ilk sevdalarımızda yitilmiştik, şimdilerde artık yüreğimizin cidarları kalınlaştı aldırmıyoruz can yanmalarına, aldırmıyoruz artık gidenin arkasından bakarken geçmiş yaşananlara, sadece hayıflanmalarımız kalmış geride zaman zaman onlara da boş ver deyip dönüyoruz güneşe doğru, bir de yüzümüzü, bedenimizi güneşte kavuralım diye...
Bir gün artığında kalmış güneş, akşam olmuş umutların çoğul sıkıştığı an ki hayatı sollamış geçmiş sevinçlere hasret bir ışık süzülmüş bir resmin üstüne…
Asılı kalmış gözler bunca yılın ardında kalan yürek darlıkları ile mutluluğa özlem duyduğu an zamanına ulaşmaydı belki de bu, belki de defedilmiş kahırları okunmayasıya boyuyordu siyah rengi maviye çalarken…
Resim ve gözler, resim ve kadın bakıyordu yılların ardında kalan örülmüş ağları yırtarcasına…
Kadın bakıyordu resimden bana bakarcasına, boynumu uzatıyorum gözlerini takip ederek, yıllar dedim yıllar bu resmin ardına saklandı galiba, iyi ki istemişim, garip bir sahiplenmenin verdiği onurdu bu… Tüm pervasızlıkları geride bırakarak, gözleri konuşuyordu tek kelime ile “güven” diyordu öz temaya “ güven…”
Tüm düşünceler tek çerçevede toplanıyordu “inandım” sana derken, hayatın “ güven ve de inandım” kelimelerine asılmış kaç zamanı vardı ki çemberinde dolanırken tekrar tekrar inanmadık.
Resim ve kadın, resim ve de gözler, tutsaklığın uzun yolunun ilk adımı, hayatın tek tutunması ile gelen duygusal bağ…
İşte yanılgıydı belki de sadece yaşam ve beklentiler, hepsi özden olsa da sadece yanılmışlıklarımız çıkardı ortaya...
Elbette kelimesine takıldı bu gün kalem elbet veya elbet bir gün hayat bendeki zili çalacak, çalacak ki yaşam şaşkınlıklarım gün yüzüne düşecekti ardından da sadece boşvemişliklerimiz dökülecekti…
Geçmişi göz ardı edemediğimiz hayatımızdaki düşüncelerimizi veya yaşamlarımızı yan yana getirmeye çalışmaksa düpedüz dağılmak demekti düşünce yapımızda…
Sadece baktığımız hep yılların ardı idi ve de yanılma şansımız yok diyorduk, kendimizden emin olarak her şeyi ben istedim yaşadım diyorduk, aslında o kadar saplanmış istem dışılıkla olaylar zinciri vardı ki sadece belki değişir belki düzelir deyip kabullenişe geçiyorduk istemesem de, aslında iradeye hükmetme sonuydu bu, sadece iç arzuları düşlemek veya yaşamak istiyorduk, gerisi hep belkilere ulaşıyordu…
Oysa sahip olamadığım duygularım vardı, vazgeçemediklerim vardı, derinlere gömdüklerim vardı, ara sıra çıkarıp tekrar acılandıklarım vardı, çoğaldıkça çoğalıyordu belkilerim sonunda çaresiz tüm belkilere teslim etmiştim dimağımı ve işte perperişanlığın anlarının başladığı zamanlardı ki ardından parçalanmış benliğimle dağılmış ve de dökülmüş ruhum çıkmıştı karşıma acımasızca bakıyordum kendime, zorlamasına geçen yılları kovalamak artık beyhude idi sadece topu topu dürüst bir sevginin peşinden sürüklenmeydi bunların tümü belki de…
Aslında çözümsüzlük pişmansızlıktan geliyordu, laf dinlemez, söz geçmez bir yürek titreşimini taşırken, çaresizlikle bakıyordum giden sevginin ardından, sadece şaşkın beyhude bir ataksızlık, bir tutukluk, sanki bir tutsaklığın bukağılanmış adımlarını atıyordum, giden aşkın mecalsiz adımlarının ardında, gidiyordu, tüm boş vermişliğini sığdırıyordu adımlarının arasına, o kadar pervasızdı ki benim sandığımdan da fazla idi, yılları eskitmiştik oysa altında ezildiğimiz an zamanlarının olayları ile büzüşmüştük hayata, sakıncasızdık kendimize, apaçık bir görüş açısında meydanları dar etmiştik kendimize, şimdi ise dar bir çerçevede belkilerin gölgesinde yaşam nefeslerindeyim, hayat bu derken kısaltılmış cümleleri ekliyordum bir birine ve ben sevmenin yükü altında ezilenlerle aynı safta duraksamıştım, önüm yamaç, ardım dikenli çitlerle çevrilmişçesine duraksamıştım hayatın bu an zamanında çaresizce…
Zoru zoruna sokmuştum kendimi dört köşeli bir çiziklenmiş yaşamın içine…
Şimdilerde anlıyorum ki ben hayatı senle kazanıyordum veya öyle sanıyordum, bu çift yönlü düşüncelerdi, beni vur kaç, vurul düş, itil ki eğrilesin, tutun ki düşmeyesin, denen çoklu olgularla baş etmemle durabiliyordum ayakta...
Eğitilmiş bir beden taşıyordum sanki acıların bağları bir bir çözüldükçe, çıplak ve duru bir benlikle tekrar tekrar savruluyordum hayatın pervasız boşluklarına doğru...
Her yeni gün sen eksikliği ile doğdukça, her gün yeni bir acı türü peydahlanıyordu bedenimde...
Sanki dosttan saklanmış, bir düşmandan kopup gelen bir ihanet saplandı bedenime...
Saklanmış, gizlenmiş sır olmuş düşünceler vardı aslında, tünelin karanlıkta kalmış köşelerinde…
Tümüyle sahipsizliğini koruyordu bir pandora kutusu gibi, deşildikçe derinlere, karıştırıldıkça gizemlerine sığınan dürtüldükçe kendi varlığının içine saklanan, gizli düşünceler vardı gecenin tünelinin ucundaki kadında…
Kurulmuş bir öykünün kahramanından biriydi elde ettikleri hiçbir zaman elde edemediklerini geçemiyor, oyunun kuralını bozdukça kârlı çıkıyor, zamanın tümünü gecenin karanlık sesiyle birlikte kendi için kurguluyor kendi için uyguluyordu.
Adamsa sadece mutluluk hazzının nefesleri arasında kadının sahte gülüş ve uğraşlarına kurban ediyordu inanmışlığının ardında kalarak sinsi gülüşlere karışıyordu gecenin içindeki sessizliği…
Geceydi, hüzünlüydü, buruktu, hep eksik kalmış düşüncelerle doluydu, kimsesizliğin saklandığı sessizlik, acınası bakışlara sığınmış ürkek bir yüzün umutsuz bakışlarını saklarken gözlerinde, yalnızlığını kendine saklarken, kadının bakışlarındaki gecede korkuluydu yalnızlık…
İkilem düşünceler tünel boyu devam ediyordu, iyiler ve kötüler sahnedeydi sanki ıssız, sessiz, mor karanlığın izbe kokulu tünel boyunda…
Oysa hayatın zor açılan kapıları zorlanıyordu, art arda monte edilmiş kapı kilitleri tek tek açılmaya zorlanıyordu, zordu hayatın doğru yüzü, zordu hayatın dikenlerini avuçlamak, zordu dar nefeslerle hayatın karanlığında nefesleri zorlamak…
Kimselere hediye edilecek hayatımız yoktu, aslında, hediye edilemeyecek, gömülemeyecek anıların bir biri ile çarpıştığı an zamanları yaşanıyordu, gecenin kadınının gözlerine karşı aslında korku savaşımı veriliyordu...
Kadındı, geceydi ve seviliyordu, doruklara kadar çıkılacaktı sevgi adına, ruhsal yapıda...
Adamdı ar peşinde koşuyordu, özlem içiyordu ve şarkıların tınısında bedenini çürütüyordu, kadınım dediğinin gözlerinde kendini görürken…
Sevginin tepe ucunda fırtınalar vardı, rüzgâr sarsıyordu telli kavağın yaprakları gibi tepe noktasındaki sevgiyi, bedenlerini kimsesizler kulvarında döküyordular sevgi adına, “seni ben gerçekten sevdim” diyenler, kırılıyorlardı, kırılganlıkları ayrışıyordu, artıyordu kırılmalar bedenselden ziyade ruhsal kopuşlarla, aslında hayat akışkanlığını korurken, kaypaklığını da savuruyordu o cümlenin peşinden koşanlara, oysa tüm uğraş ve çetin savaşlara rağmen hayatın hakkı verilemiyordu ve bir yerlerdeki eksik hep devam ediyordu ve paylaştıkça güzelleşen hiçbir olgudan elde ettikleri hiçbir şey yoktu, sadece hayal düşmesi, sadece şaşkınlığa gövde serişiydi ellerinde kalan…
Kahverengi bir rüzgâr esiyor gibiydi yüzüme çarpan esintinin kokusu sen doluydu...
Yalnızlığı yaşarken saklanılacak yerler vardır, ya ilk çocukluğuna dönecek bakışların ya da yılların ardında kalan zamanlara dalarken beyazlaşmış olacak saçların, bu iki zaman atlaması insandaki devşirmeyi gösterir, hele dişlerin kesilmeye başlamışsa...
Mustafa yılmaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.