- 564 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Ellerim Kocaman Oldu
Nereye gittiler ki şimdi? Birden ellerim kocaman oldu masanın üstünde. Sırtım bu rahatsız sandalyeden şikâyet etmeye başladı. Kendimle kaldım uzun uzun. Edecek tek kelime bulamadık ikimiz. Sus pus olmuş dudaklarımızın yerini gözlerimize verdik, onlarla delik deşik ettik zırhlarını birbirimizin. O saydı döktü büyük bir iştahla, onların yanında ne hallere soktuğumu kendimi… Sanki üzerine kat kat giysi geçirdiğim yırtık pırtık, kirli bir çamaşır vardı içimde. O da o çamaşırı yüzüme vurup duruyor, dürüst olmamakla suçluyordu beni. İlle de bir parça gölge düşsün istiyordu yüzüme… O eksik gediği, hatayı ortaya döksün…
Ben de boş durmadım, ona saldırdım büyük bir şevkle. Dostum olmadığını haykırdım… Eğer öyle olsaydı sakladığım parçamı en çok onun ortaya dökmekten korkması gerektiğini; o kusurlu, beni eksik bırakan şeyi onların gözünden uzak tutmakla aslında onun sandığı gibi sahtekârlık falan yapmadığımı, aksine esas sahtekârlığın benim kendim gibi olmamı, tamama ermemi önleyen o hatalı yanımı onlara göstermek olduğunu anlattım ona.
“Kendin gibi olmak mı?!” dedi. “Yani benim gibi mi?”
“Tabii ki hayır!” dedim, elim sobaya değmişçesine yerimden sıçrayarak. “Gerçek ben gibi… Yani şu an senin karşında kendini savunmaya, senin bu düşmanca tutumun karşısında darmadağın olmadan, var gücüyle ayakta kalmaya çalışan asıl ben…”
“İkiyken üç mü olduk şimdi?” dedi güçlü bir kahkaha savurarak. “Başkaları da var mı?”
İlk kez gülümsedim ona. “Haklısın” bakışları fırlattım yüzüne. Böyle hakarete varmayan sözler ettiğinde, sadece bir tespit yaptığında içinde bulunduğumuz duruma dair, üçten ikiye düştüğümüzü gösterdim ona böylece. Varmaya çalıştığım ben’le arama girmediğini, hatta belki de O olduğunu…
“Yani ben hoşuna giden bir şey söylersem, ya da hoşuna gitmeyen bir şey de olsa en azından iyi niyetle, canını yakmadan söylersem, ulaşmaya çalıştığın o eksiksiz halin mi oluyorum şimdi?”
Bu kez gülümseme sınırlarını epey zorladı dudaklarımdaki kıvrım… Hatta sınırı aştı, basbayağı gülüşe dönüştü.
İkisi kafenin kapısında göründü nihayet… Kaç yıllık arkadaşlarım… Dost aşamasına geçecek o sınırı çoktan aşmıştı paylaştığımız onca yıl. Ama onlar yokken baş başa kaldığım kendim, hani şu ulaşmaya çalıştığım değil de patavatsız olanı, yılların ille de dost olmaya yetmeyebileceğini düşünmeme neden olmuştu ilk kez, ‘o saklamaya çalıştığın parçan’ diye hatırlatıp dururken… Tamama erdiğim o halimmiş gibi davranmamın beni eksiklerimden kurtarmaya yetmeyeceğini, eğer gerçekten dostlarıma değer veriyorsam içeride kalan o ’yırtık, kirli çamaşır’ı da ortaya çıkarmam gerektiğini; çünkü o hatalı, gözlerden ırak tutmaya çalıştığım parçamın sandığım kadar da benden uzak olmadığını, hatta beni tanımlayan şeyler arasında en önde gelenlerden olduğunu uzun uzun anlatmıştı bana, onların burada olmadığı o dakikalar içinde. “Onlara söylemelisin!” demişti.
“Buldunuz mu bari?” diye sordum masaya geldiklerinde, onların beni bu kadar uzun zaman yalnız bırakmasına neden olan o şeye sitemler yağdıran bir sesle.
“Kalmamış.” dedi Şeyda… “Neyse, bizim orada bir parfümeri var. Oradan alırım.”
“Keşke bu kadar oyalanmasaydınız…” diye mırıldandım, az sonra edeceğim itirafı kara kara düşünerek. Çünkü oyalanmayıp hemen gelselerdi, yalnızlığımda kuyular açacak kadar çok zaman geçmeseydi yani, o derinlere inmeyecektim ben de… Benden başka sadece tek bir ben olduğunu keşfetmeyecektim içimde. Yani düşmanım olarak gördüğüm bu patavatsız, dırdırcı kızın o diğer ben’in aslında ta kendisi olduğunu...
Ona gülümsemeye başladığım o an’ı hiç yaşamayacak; ilk kez kızmadan, dosdoğru, gerçekten görerek bakmayacaktım gözlerine… Ve kendimi tastamam halimle, eksiksiz gediksiz orada bulmayacak, kulak vermeyecektim onun sözlerine.
Şeyda aradığı rimelden söz ediyordu hala. Başka bir rimel markası önerdi Özlem. “Onu bir dene diğerini bulamazsan.” dedi.
“Bir şey söyleyeceğim.” dedim. Benim de bu havadan sudan muhabbete bir yerinden ilişeceğimi düşünerek çok da önemsemeden bir baktılar şöyle yüzüme. Herhalde bir marka da benim önereceğimi düşünüyorlardı.
Bizimki gibi uzun bir zamanı deviren dostluklara mahsustu bu iç bayacak kadar sıradan, gündelik şeylerden söz etmek… Birbirine bu kadar aşina olan insanlar gerek görmezlerdi çünkü çok da derinlere inmeye. Yüzeyde kalabilirlerdi.
Olsa olsa çok önemli bir durum neden olabilirdi yüzeyden uzaklaşmalarına. Ama şimdiye ilişkin olmak kaydıyla… Mesela âşık olabilirdi arkadaşlardan biri. Ya da aşk kadar yoğun olmasa da başka bir duyguyla sarsılabilirdi bir anda dünyası. O zaman rimeller, rujlar çok ötelere savrulurdu güçlü bir rüzgârda. Her kelime o yeni duruma dair olur, ruhla dolup ışıldamaya başlardı.
Ama önceden olmayan o şey şimdiye değil de geçmişe dairse, yoğun bir şekilde ’ihanet eden hain’ bakışlarına maruz kalabilirdi söz konusu o insan. Çünkü ortaya çıkan bu yeni şey tanıma sürecinde ortaya çıkması gereken bir şeydi. Henüz şekle şemale ulaşmamış o imgeyi karşındaki o insana uydurabilmek için o yabancı bahçede gezinirken onu da görmeliydin mutlaka. O yeni tanınmaya başlanan kişinin arkadaşlık sınırından içeri girebilmesi; o bahçede güle oynaya, hep birlikte gezebilmek için…
“Bir ara bir klinikte tedavi gördüm ben. O ara psikolojim çok bozuktu. Üst üste değişik durumlar olmuştu yaşantımda. Ölümler, ayrılıklar peş peşe gelmişti. Epey zorlandım o ara.”
Yüzlerine bakamadığımdan sözcüklerin etkilerini göremeden, bodoslama gidiyordum buz dağlarına doğru. Her an bir gümbürtü kopabilirdi… Ve akabinde de büyük bir savruluşla onlardan çok uzaklara göçebilirdim. Onlara bahçemi gezdirirken göstermediğim o gizli köşe yüzünden ilelebet kovabilirlerdi beni, üçümüze ait o cennet bahçeden. Tüm bunlara hazırlamıştım kendimi.
“İyi de neden yüzümüze bakmıyorsun?” dedi Şeyda. Hani şu aradığı rimeli bulamayıp da beni uzun uzun kendimle baş başa kalmak zorunda bırakan arkadaş… “Yani yıllar önce bir klinikte tedavi gördün diye çok mu yüksek bir mertebeye erdin şimdi? Ben de nişanlanmıştım bir ara ona bakarsan. Size söylemeye gerek bile görmedim. Çünkü söylemeyi gerektirmeyecek kadar az bir yer kaplıyor şu an hayatımda. Yani bir sırrı var diye herkes senin gibi ille de böyle gizemli pozlar takınıp kırk yıllık arkadaşlarına çalım satmıyor hanımefendi. Bizim de az buçuk bir gizemimiz var herhalde.”
Nasıl baktıysam ikisi de kahkahalara boğuldu. Ben de katılmakta gecikmedim onlara. “Yalnızlık nasıl bir şey böyle?!” diye sordum kendime, gözlerimden yaşlar gelirken. “Nasıl kendine göre büyütüp küçültüyor her şeyi? Kuyular açıp hayatı nasıl olmadık derinliklerden, olmadık anlamlara bürüyerek gösteriyor? Üstelik ‘gerçek ben’ olduğuna inandırarak beni…”
Ellerim Kocaman Oldu Yazısına Yorum Yap
"Ellerim Kocaman Oldu" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.