- 770 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
OLTA
Yorucu bir hafta geçirmişti. Cuma günü okul çıkışını iple çekiyordu. Hafta sonunu ilçeye uzak olan köylerinde, annesinin yanında geçirecek, annesinin mis gibi tarhana çorbasını içecekti. Muhtemelen annesi çeşmeden kovalarla su getirirken o, köyün yaşlı minibüsünden inecek ve annesi: “yavrıııım” hoş geldin! Seni ne kadar da özlemişem .”diyecekti. O da annesinin elindeki su kovalarını alıp evin yolunu tutacaklardı. Evin okuyan tek çocuğuydu. Ablaları ilkokulu başarıyla bitirmesine rağmen. Gız çocuğu da ohur muymuş.Namısımıza leke getirirler.Sonra elalemin yüzüne bahacak yüzümüz galmaz demişti.”babası. “Namıs” kelimesinin namus olduğunu ortaokula başlayınca öğrenmişti. En büyük ablası köyden ilçeye taşınan bir akrabalarının oğluyla evlenmişti ve kendisine şehir yerinde annelik yapıyordu. Bütün gece bunları düşünmekten gözüne uyku girmemişti neredeyse. Sabahın yaklaştığını perdenin yırtıklarından sızan ışıklardan, dışarıdaki araç trafiğinin artmasından ve dükkânların darabanlarının seslerinden anlamıştı. Olsun dedi uykusuz kaldım; ama annemi köyümü düşünmek bile güzel. Şimdi koyunlarımızın çoğu doğurmuştur, tavuklarımız kuluçkaya yatmış civciv çıkarmıştır. Aklının bir kenarında yarı ihtimal duran bu düşüncelerinin cevabını akşam köyüne döndüğünde alacaktı. Nasıl da özlemişti köyündeki arkadaşları ile mahalle aralarında maç yapmayı, geceleri geç saatlere kadar dar sokaklı köy yollarında gezmeyi. Evlerinin birkaç kilometre uzağındaki ırmakta balık tutmayı özlemişti en çok da. Şehirle ilgili anlatacaklarını ağzı açık dinleyen arkadaşlarına şehri ballandıra ballandıra anlatmayı seviyordu bir de. Oğlum burdaki evler ne ki, şehirde kocaman apartmanlar var bir tanesi bizim köyün bütün evlerini içine alır.”demişti bir keresinde de arkadaşları onu hayran hayran dinlemişlerdi. Okuldan çok samimi olduğu bir arkadaşı vardı Selim. En iyi anlaştığı arkadaşı oydu. Diğer çocuklarla pek frekansları uyuşmamış onlara pek ısınamamıştı. Selim: “Köyünüzü öyle methettin ki, gidip oraları görmek arzusu uyandı içimde. Beni de götür bir hafta sonu.” demişti. Sabah okula vardığında; Selim ailenden izin al bugün köye gidiyorum seni de götüreyim.”dedi. Selim sevinmişti. Okul çıkışında ilk iş dükkâna gidip babasından izin istemek oldu. Babası Selim’in arkadaşını tanıdığı ve Selim de köye gitmeyi çok istediği için , “tamam.”demişti. Köyün minibüsünün hareket saatine birkaç saat vardı. Aslında köyün bu tek emektar minibüsünün belli bir hareket saati yoktu. Sabahtan akşama kadar çarşıda oyalanan köylüler hareket saati yaklaşınca alış verişlerini yapmaya başlarlar böylece herkesin toparlanıp bir araya gelmesi sürekli gecikir, köylülerin biri gelse diğeri giderdi. Minibüse vaktinden önce varıp bindiler. Şoförün: “Çaar şu milleti gedek galan aaşam oldu.” demesinin Selim’in yüzünde bıraktığı anlamsız mimikleri izlerken için için gülüyordu. Homurdanmaya benzer bir ses çıkararak çalışan minibüs aslında birkaç köyün minibüsüydü. Birkaç köyün içinden geçtikten sonra en son kendi köylerinde kalıyordu. “Derslerin nasıl yiyenim, zayıfın mayıfın yok zahar.”diyen köylülerine, “yok emmi.” Çok çalışıyom derslerime. Anama söz verdim okuyup büyük adam olacağım.”dedi. Köye vardıklarında zaman bir hayli geç olmuştu ve hava iyice kararmıştı. Eve vardığında sofra serilmişti. Akşama kadar bağda bahçede çalışan, akşam davarları sağan annesi, babası eve gelmeden de yemeği hazırlardı. Annesi çok sevinmişti onu görünce; babası ise sadece hoş geldin oğul demişti. Babası onu çok severdi; ama bunu pek belli etmezdi. Bunu küçükken aynı odada yattıkları gecenin birinde annesiyle babasının konuşmasından duymuştu. “Biz babamızın yanında çocuklarımızı sevmeye utanırdık, çocuğumuz yanımızda ağlardı da onu gucağımıza alamazdık.”demişti babası. Dedesinin ölümünden sonra da kendisi büyümüş olduğundan mıdır yoksa babasında eskiden kalan bir alışkanlık mıdır, babası bir gün kendisinin başını okşamamıştı. Arkadaşını tanıttı annesine ve babasına. Zaten onlara daha önce sık sık bahsederdi Selim’den. Babası yemekten biraz sonra saate bakıp geç oldu artık yatalım. Yarın erken kalkacağız tarlada çok işim var. Buğdaylar kuruyor acilen biçilmesi lazım demişti. Gece odalarına çekildiler açık pencereden evlerinin önünden geçen derenin şırıltısını dinleyerek bir süre konuştular. Sonra uyudular. Sabah horozların sesiyle uyanmıştı. Uyandığında babası çoktan tarlaya gitmişti. Güneş yükselmeden epeyce bir çalışmış olmalıydı. Öğle sıcağında ekin biçmek bir hayli zor oluyordu. Selim uyandıktan sonra kahvaltıyı yaptılar ve oltalarını alarak ırmağa balık tutmaya gittiler. Bıçak, tuz ve ateş de almışlardı yanlarına, ırmağın kenarında pişireceklerdi balığı. Ve biraz da oltaya takmak için hamur. Yarım saatlik bir yürüyüşün ardından ırmağa vardılar. Irmağın bu mevsimde suyu pek az oluyordu. Saatlerce ırmak kenarında uğraşmalarına rağmen balık tutamamışlar ve bir hayli de acıkmışlardı. “Selim sana bir balık yedirmedim mahcup oldum.” dedi. Selim; ziyanı yok, sıkma canını dedi. Selim gerçekten adı gibi halim selim bir çocuktu. Evin yolunu tuttuklarında güneş köyün arkasındaki dağlara yaslanmıştı. “İkindi vakti oldu .”dedi. Köyde oğlak güttüğü zaman gölgenin boyundan saatin kaç olduğunu çıkarmayı öğrenmişti. Selim’e bunları anlattı yolculuk boyunca. Eve yaklaştıklarında derenin kenarında civcivleriyle gezen tavukları ve onlara çobanlık yapar gibi kasım kasım kasılan horozu görmüştü. Horoza bak be! Nasıl da kasılıyor. Vatan kurtaran kahramanlar gibi göğsünü gere gere yürüyor, diye düşündü. Horoz bulduğu bir yeme tavukları çağırıyordu tuhaf bir ses çıkararak. Aklında şimşekler çakmıştı o an. Cebinden oltayı çıkardı. Selim’in derede mi balık avlayacaksın oğlum.” Diyen alaylı bakışları arasında ucuna hamur taktığı oltayı horozun önüne attı. Horoz sazan gibi oltadaki hamura koşmuştu. Hamuru ısırmıştı; ama yutamamıştı. Selim’e gördün mü oğlum sazan yakaladım sazan! diyerek zekice bir bakış attı. Selim’in şaşkın bakışları arasında oltayı yavaşça kendine doğru çekti. Horozu yakalamıştı. Biraz çırpınmanın ardından. Biraz aşağıdaki ceviz ağaçlarının altında kuytu bir yerde horozu kesti Selim’e sen ateş yak! Ben de bunun tüylerini yolayım dedi. Horozun tüylerini yolduktan sonra onu küçük parçalara ayırdı ve közün üzerine tuzlayarak yerleştirdi. Yarım saate kadar pişer. Derisi yanar; ama olsun közde pişen tavuğun eti çok lezzetli olur dedi. Selim: Senden korkulur be oğlum! Şeytanın aklına gelmez bu yaptığın. Benim de aklıma o an geldi, dedi Selim’e. Seni köyümüze getirdim iyice bir ziyafet çekmeden götürmem. Bu horoz galiba bizim komşunun horozu. Yarım saat sonra et pişmişti ekmek yok böyle idare et. Horozun etinin tamamına yakınını yemişti iki arkadaş. Bir süre daha oyalandıktan sonra eve geldiler. Annesi koyunları sağmış, yemek suyunun ocağa koymuş tavukları yemliyordu. Bir taraftan da kendi kendine söyleniyordu.
—Ne oldu ana? dedi.
—Oğul bizim horoz yok.
Her zaman erkenden eve gelirdi. Bugün yok. Anne kümese baktın mı belki kümese girmiştir.”dedi Selim’e bakarken. Ya da tilki yemiştir derede falan. Annesi tilkiye beddua ededursun yaptığı tilkiliği tilkinin üzerine yıkarak evlerinin ahşap merdivenini tırmanıp içeri girdiler.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.