En Duygusal, Kırılgan Varlık
EN DUYGUSAL VARLIK�
Bir çoğumuz güzel güzel yaşayıp gidiyoruz değil mi... Çoğumuzun sağlığı da yerindedir. Gözlerimiz görmekte, kulaklarımız son derece iyi duymaktadır. Sapasağlamızdır, ve sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi gelir bize. Evet, ölümün varlığından haberdarızdır da, yine de tam bir hissetme yoktur ölümü bizde. Hemen hep yaşayacakmışız gibi, gelir.
Bırakın ölümü, yaşlanmak bile çok uzaklardadır bir çoğumuz için, gencizdir, ve bir sorun da yok gibidir. Fakat bu konuları en iyi yaşlılar bilir ki, bu gençlik kalmayacaktır, daha da önemlisi bu gençliğin kalıp kalmayacağı bile kesin değildir. Bir telefon konuşmasının yarıda kesilmesi gibi, ya da masaüstü bilgisayarda çok önemli bir şey yaparken bir anda elektriklerin kesilmesi gibi, gencecik, taptaze insanların da hayatları, kendilerinden beklenmedik bir erkenlikte son bulabilmektedir.
Yaşlı olmayı hiç düşündük mü fakat? Yaşlıları anlamayı hiç aklımıza getirdik mi? Onların bir zamanlar buraların efendileri olduklarının ve her işi onların yapmalarının yanı sıra, günümüz dünyasının bu günlere gelmesinde onların da bir nesillik payları olduklarının ne kadar bilincindeyiz? Mesela bir çok evlat dünyaya getirmişken, hatta o evlatlardan da torunları dünyaya gelmişken, birden kendinizi ikinci planda bulmak, sizin fikrinizin bazen sadece lafta dikkate alınması , çoğu zaman da hiç alınmaması, yani hiç �takılmamanız� size ne hissettirirdi?
Sadece bayram ve kandillerde hatırlanmak, telefonlarda öylesine, kural gereği gibi konuşulmak, ve düşüncelerinize hiç değer verilemesi sizi belki de büyük bir bunalıma sokacaktı. Çünkü artık size yaşlı ve daha tecrübeli, daha da fazla bu dünyada yaşamış gözüyle değil de, kelimenin tam anlamıyla �eski� gözüyle bakılmaktadır. Siz dünyada kaldıkça ve onun arkasından gittikçe, bir de bakmışsınız zaman geçmiş ve siz artık dünyaya yetişemez olmuşsunuz. Yeni nesiller gelmiş ve onlar da dünyanın geçici güzelliğinin peşine öyle bir düşmüşlerdir ki, bu peşinden koştukları şeyin içine kendilerini neyin, kimin getirdiğini dahi unutmuşlardır. Samimi olun, kaçımız dede-ninemizi günde Birkaç kez olsun hatırlıyoruz?
Ama onları hatırlamak bile işimize gelmiyor değil mi.. Yani onları hatırlamak bile bilinçaltımızda dünyadaki nihai yerimizi, tabi o kadar yaşayabilirsek, ve dışlanmayı, ve takılmamayı, ve sevilememeyi ve belki de en çok ölümü hatırlattığı için midir nedir bilemiyorum, bize hiç sevimli gelmiyor. Bazılarımız tatillerde eğlenecek yer ararken, bazılarımız bayramlarda yaşlıları ziyaret etmeyi uyulması gereken sıkıcı bir kural olarak görüyorlar. Bazılarımız onları bayramlarda vb. hatırlamanın pek büyük bir maharet olduğuna inandırmışken kendilerini, ancak pek azımız hayatın her alanında ve zamanında onların varlığının bilincinde.
Ve ben bu dünyanı unutturma planlarının arkasında boğulmuş olan insanlığa sormak istiyorum, şimdi çok sevip uğruna canımızı düşünmeden verebileceğimiz çocuklarımız bize ileride aynı muameleyi toplumla adeta anlaşmış gibi gösterdiklerinde, acaba nasıl hissedeceğiz? Neden bunu düşünmüyoruz? Zaten her an kapılarında bekleyen ölüm tehdidi yetmezmiş gibi bir de insanların onlara daha yaşarken ölmüş hissi vermeleri, onlara belki en büyük darbe oluyor.
Belki de en acı nokta şudur: yavaş yavaş yaşlanırsın, gözlerin eskisi kadar iyi göremez. Renklerin tadına artık varamıyorsundur. Kulakların da duyamaz, seslerin lezzetinden mahrumsundur. Belin bükülmez, bükülse doğrulmaz... Ani bir hareket yapacak olsan iki gün acısını çekersin. Ve yine günlerden bir gün 70 yaşındaki bir dostunun daha ölüm haberini alırsın. Eğer eşin oradaysa, çünkü genellikle en fazla o yanında durur, tabi hayattaysa, ona dersin ki �vaay, vay, demek o da gitti. Kim kaldı ki zaten bizden...� sayarsın isimlerini kalan olduysa, tabi, en son sen kaldıysan, giyotinde sıra kendine gelmiş gibi hissedersin. Sonra birden gözün yine kapıya gider... �ah� dersin, �ah şu kapı bir açılsa� hatta belki bunu içinden bile söylemek zorunda kalırsın, zayıflığını eşine belli etmemek için, için çocuk ya da torunlardan hatta komşulardan birinin şu kapıdaki tozları silkeleyerek içeri girmesini, ve onların gözlerindeki yaşamı, gözlerini net olarak göremesen de hissetmeyi deli gibi isterken. Ve sonra saate bakarsın tekrardan, o da yaşlanmıştır artık, neredeyse duracak. Alışılmadıkça ve gençlerin anlayamayacağı kadar yavaş ilerlemektedir o akrep. Çünkü o akrep artık senden alacağını almıştır, artık seni zehirlemiştir. Artık o sana hoş görünmez, sadece gençlere canlı ve hareketlidir. Sonra yine -eğer hayattaysa- eşinle birlikte eski günlerden konuşmaya başlarsınız, �ah� dersiniz içinizden, öyle �aah�lar çekersiniz ki, duysa sular akmayı bırakır. Ama artık her şey geçmiştir.
Yaşlıysan, iki sebebi vardır yemek yememenin: birincisi zaten yediklerini harekesizlikten dolayı yakamazsın, ikincisi de tuvalet ihtiyacın geldiğinde ölmeyi başkalarından yardım beklemeye tercih edeceğin anı düşünür ve vazgeçersin yemekten ve içmekten. �Hayat yemiş bitirmiş beni zaten, daha ben ne hayat yiyeceğim ya!� dersin.
Yok, amacım yaşlılar haftası geldi, ve bir hafta sonra insanlarımızın büyük çoğunluğu bu haftadan bihaberken geçecek olmasından dolayı yazmıyorum bunu. Şu sıralar yaşlı bir yakınımı da kaybetmedim çok şükür, onlar onlarcasını halihazırda -diri ya da meftah- kaybetmiş olsalar da! Amacım sadece büyüklerimize biraz daha önem göstermemizin gerekliliğini insanlarımıza hatırlatmak. Onları insan yerine koymanın önemini vurgulamak. Bir kez olsun onlar bize bir öğüt verdiklerinde bunu ciddiye almak ve bir nedeninin olduğunu düşünmek, düşündürmek. Ve hatta belki şu an telefonu elimize alıp, eğer uzaktaysalar, gerçekten de onlara olan sevgimizin farkında olaraktan ve onlar için gerçekten endişelenerekten bir �Nasılsın dedecim-nenecim-babaannecim-annanneciğim- büyükbabacığım-büyükanneciğim dedirtmek...
Unutmamalı ki onlar sevgililerimizden de, çocuklarımızdan da, eşlerimizden de duygusaldırlar artık...