her şeyin şekli var ölümün bile...
Nisan güneşi. Yaz habercisi. Pencerede oturmuş, sokağın sessizliğine memnun sigaramı içiyordum. Sabah erken başlar Eskişehir sokak hayatı. Önce korna sesleri, ardından bitmek bilmeyen melodik sesleriyle su kamyonları, okul zili gibi bir şeyi kesintisiz çalıyordu. Teneffüs zilinin dakikalarca çaldığını düşünün. Daha sonra seyyar satıcılar geçiyordu. Bir delilik halinde bağıran insanlar, yüksek sesle konuşmayı seven tipler, hemen yakın bir okuldan dağılan çocukların olgunlaşmamış çığlıkları, kedilerin çiftleşme arayışıyla çıkardıkları insanımsı garip sesler…
El yordamıyla yürüyordu insanlık. Bir yere takılıp düşmesi an meselesiydi.
Muzo’dan bir haftadır ses yoktu. Buhar olup uçmuştu. Hiç hoş olmamıştı. Evine gitmiş kapıyı çalmıştım. Ses yoktu. Boyadığımız çitlerin üzerinden atlayıp arka kapıyı zorladım. Faydasız. Mangal devrilmiş yerde duruyordu. Köşede kömür yığını. Sandalyeler devrilmiş, yağan yağmurdan ıslak ahşap kokusu. Bahçedeki erik ağacı dışında terk edilmiş hali vardı evin. Kızgındım Muzo’ya. Çünkü giderayak işimden etmişti beni. Patron, onun bu davranışına çok bozulmuştu. İşlerin en yoğun olduğu zamanda haber vermeden gittiği için patronun kendisi çalışmak zorunda kalmıştı. İş bittikten sonra akşam yanıma geldi. Patron, Muzo’yla takıldığımızı biliyordu. Avuçlarını birbirine sürttü ve yüzüme baktı.
“Anladım.” Diyerek elini sıktım ve kovuldum.
Bir cuma sabahı, telefon sesiyle uyandım. Arayan jandarmaydı. Ne jandarması? Benim ne işim olurdu jandarmayla? Askerliğimi yapmıştım. Yoksa tekrar mı çağırıyorlardı?
Onbeş dakika sonra mavi bir aracın içinde şehir dışına doğru yoldaydım. Asık yüzlü askerler arasında ulvi bir sessizlik içinde bekliyordum. Nereye gidiyorduk? Neden kimse benimle konuşmuyordu?
Yarım saat sonra jandarma karakolundan içeri girdiğimde öğrendim. Karakol komutanı masası üzerinde bir cüzdan duruyordu. Muzo’nun cüzdanı, hemen tanıdım.
Komutan, konuşmasını bitiremeden olduğum yere yıkıldım. Ellerim işe yaramıyordu. Düşerken masayı tutmak istedim ancak elim hayalet misali masanın içinden geçti. Ayaklarım anlam kaybına uğramıştı. Tutmayan uzuv neye yarar?
Masadaki cüzdanın içinde “acil durumlarda arayın” yazan bir kağıt vardı. Ve kağıtta kendi adımı okudum. Muzo’nun bozuk el yazısı. Cüzdanın içinden ucu çıkmış bahis kuponlarını gördüm.
Sonra beni hastaneye götürdüler. Muayene olmam için değil. Ölü bir arkadaşı teşhis etmem için. Doktor görünüşlü bir adam, emin değilim kim olduğundan, sadece bir gölgeydi. Gölge konuşmaya başladı: “Bak evlat, arkadaşın tanınacak halde değil. İstersen eşyalarını getirelim, onlara bak.”
Bir poşet içinde ölü eşyalar getirdiler önüme. Ayakkabılarından tanıdım. Kanlı siyah ayakkabılar. Bir zamanlar içine canlı ayaklarını soktuğu, yürüdüğü güzel ayakkabılar. Ayakkabılar bile ölmüştü. Kanamışlardı. Kan sıçradığı her şeyi öldürmüştü.
Beni bir yere yatırdılar. Yabancı eller bedenimi muayene ederken karakol konutanının anlattıklarından geriye kalan tek bir cümle beynimde matkap gibi dönüyordu.
“Tren yolunda intihar.”
Bu kadar.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.