- 554 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
'u'
Her insanın içinde bir yerde kendine ait Sibirya’sı vardır. Kelime fuhuşlarının ardı sıra, ortaya çıkar o soğuk yer. Odalar bomboştur. Ağızda çiğnenip, bırakılmış ekmek parçasıdır hayat. Bayat mıdır, belki asla! Doğurganlığın çayırlarında insan korkmaya başladıkça ve sınırlarındaki boşluklar genişledikçe üşüdüğünü unutup, kendi Sibirya’sında bir yaşam sürmeye çalışır. Gündüz eriyen balmumu gibidir bu hâl. Gece katılaşmaya başladıktan sonra aslında kendimiz oluruz. Yatağın içerisinde yapayalnız ve sadece kendimiz. Kendi çelişkilerimiz aslında bize var olmayı öğreten öğretmenlerimizdir. Asla meraksız kalmayın derler ve biz kendi arzularımızın cenaze merasimlerinde başlarız konuşmaya. İğreti kalır avuntular ve tiksiniriz. Oysa körler bile gözyaşlarını akıtabilirken, bunu bile bile kör olmanın daha telafi edilebilir yanı olduğu bahanesiyle Sibirya’mızı bir ömür ekvatorumuza doğru çekmeye uğraşırız. Nafiledir çabamız, can sıkıntıları doğuran, rahmi her zaman tertemiz, her yumurtasında doğurganlığın had safhada olduğu teyakkuz altında, inancımızı delik deşik etmişizdir. Hiçbir şeye inanmamaya başladığımız an, kendi kabemizin etrafında tavaf etmeye başlarız.
Bunlar ikilem sayılabilir mi? Elbette. Or.’un yanına geldiğimde, yemek yapmak için mutfağa gireceğini söyledi. Mutfağın musluğundan akan su lavaboda dolanırken, denize karışmadan önce son bakışını mimliyordu örslerime. Or.’un bilgisayarının önünde oturup, herhangi bir filmi baştan bilmem kaçıncı defa izlemeye de gönlüm yoktu. Mutfağa gidip, onu izlemek istiyordum. Soruları bir kenara bırakabilirdim de ve onun anlatabileceği başından geçmiş bir hikâyeyi de sonuna kadar dinleyebilirdim.
‘Ne yapacaksın Or. ?’
‘Makarna. Ama karar veremedim, kelebek mi yapayım yoksa spagetti mi?’
Kelebek makarnayı daha çok seviyordum, ama aç olmanın verdiği hisle fazla bir düşünme payı bırakmadan kendime, birden spagetti dedim. Gülmüştü Or. , ben de manasız bakışlarımı devam ettiriyordum.
‘Yanında da güzel bir şey yapayım.’
‘Makarna yetmez mi ya?’
‘Yeter, yeter de, yine de farklı bir ikinci çeşit yemek de olsun.’
‘Or. , yoksa sen de mi değişiyorsun?’
‘Değişmek derken?’
‘Sen demez midin ‘sofrada ikinci yemek israftır’ diye?’
‘Öyle tabi!’
‘Ama sen ikinci bir yemek yapıyorsun…’
‘Bu benim kaç gündür yiyeceğim tek yemek olacak, yanında bir de aparat olsun dedim. Gözümüz de güzellik görsün diye. Fena mı yaptım? İkinci bir yemekten bile sayılmaz yapacağım. Hem değişen esas sensin.’
‘Ben miyim?’
‘Eskiden bu kadar muhalefet değildin. Şimdi dilin pabuç gibi oluyor.’
‘Ben mi? Yalan atıyorsun…’
‘Ya, takılıyordum zaten.’
‘Hah hah…’
İkimizde gülüyorduk. İkimiz içinde gülmemiz için illa ki mutlu olmayı gerektirecek bir sebebimiz yoktu. Gülebiliyorduk gerçekten de. Yüz kaslarımız kasılmıyordu, mutlu değildik ama gülüyorduk. En azından kendim adıma bunları rahatça söyleyebilirim.
‘Green Miles filmini hatırlıyor musun?’ derken, Or.’un yine kafa dağıtma peşinde olduğunu fark ettim. Ona ayak uydurmalıydım. Hayatta şimdiye kadar pek çok profesör, zeki insan, çalışkan talebe görmüştüm görmesine, ama hiçbiriyle Or.’la yapabildiğim beyin fırtınasını yapamıyordum. Ona da bir keresinde söylemiştim hatta:’Or. , senin yanında kendimi daha zeki hissediyorum. Bunun sebebi ne acaba? Dünyada konferanslar veren, Amerika’nın bilmem hangi üniversitesinde ders veren hocaları da gördüm, ama kibir, hep kibir.’ Or.’a bu lafları söylediğimde de, hiç sakinliğini bozmadan, ona söylediğim cümlelerin içindeki sözcüklerden bir cümle kurup bana sorumun cevabını vermişti:’ Bunun sebebi var etmediğimiz kibir ve zekilik değil aslında netice. Sonuçta kirli yüzey temizlenmiş bir halde bize görünüyor. Biz de aslında var olan bir şeyi tekrardan görüyoruz.’ Bu sözlerinin ardından, Amerika lafını duyduğu için iyice sinir olmuştu ve kızgınlığını giderecek kelimeleri güçlük çekmesine rağmen şunları söylemişti devamında:’ Amerika ha? Dünyayı yok olmaya götüren bir beynin etrafında var olunan hak ve mecburiyetler gerçekten ‘brainstorm’ için mi yapılıyor? En başta koyulmuş olan kurallar dışında insanlar kendi yaşamlarını devam ettirirken temelde bazı hürriyetlere sahip oluyorlar. Ödevlerini iyi yaptıklarından, kimsenin ağladığı bir durum olmuyor ve eften püften sebepler dışında hiçbir zaman ‘hayır’ denmiyor. Bu mu brainstorm?’
Haklıydı Or. , ama haklı olması da hiçbir netice vermiyordu. Bu yüzden daha fazla kızmaya, makarnayı süzgecin içine koyarken, daha sert olmaya başlamıştı. Tencereyi mermerin üzerine koyuşu bile bir an için ürpermeme sebep olmuştu.
‘Şimdi şunun üzerinden soğuk suyla geçtikten sonra, aparata başlayabiliriz…’
‘Yapacaksın yani?’
‘İki gıdım zevkimiz var, onu da mahvetme şimdi, dur!’
‘Ne yapacaksın şimdi?’
‘Patatesleri soyayım, kızartacağım onları. Sonra da tavada az biraz margarin eritip, soğanla, yeşilbiberi pişireceğim.’
‘Menemen mi yapıyorsun Or. ?’
‘Of, saçmalama! Az bekle görürsün ne yapacağımı.’
Malzemeden yoksun olunca insan elindekileriyle en iyisini yapmaya çalışır. Bu insanın doğasına verilmiş bir yetenektir zaten. Ama Or.’da gördüğüm bu yeteneği nedense nicedir kendimde bulamıyorum. Hayata yenik düşmüşüm. Or.’un yanına geldiğimde, bir böcek vardı yer de. Ters dönmüş ve kıvranıyordu. İçimden bir his öldürmemi istese de, Or.’un bakışlarıyla beraber, böceği öldürmekten ziyade pencereden dışarı atmanın en mantıklı yol olduğunu düşününce, insanın kendi seçeneğini, yine kendisinin oluşturabileceğini bilmek güzel bir devinimdi. Aslında düşünmede hareket yok gibi gözükse de, görünen boyutları dışında bir mikro boyutta hareketlenmeler mevcuttu ve bu, bir şeyin gerçekten hareketli olduğuna inanmamız içindi. Bu devinim özgünlük sayılsaydı, kim için ne kadar pay düşerdi? Aslında biliyordum ki, özgünlük sıfatlara defalarca işkence etmekten başka bir şey değildi. Hem tahrik hem de tecavüz vardı. Sözcükler beklenmeyen bileşimlerim sonrası tuhaf yaratıklar gibi beynimde dolaşıp duruyorlardı. Eskime sürecinin ultra bir ritmi vardı kaynağından başlayıp. Gündelik bir ölümden başkası değildi bu muazzam rüyayı görmek. Evet, rüya görüyorduk ve üryan ümitlerimizin ardınca hiçbir neticenin artık evreni güzelleştirmeyeceğini iyi biliyorduk. Var olan güzellikler için de iki seçeneğimiz var gibi görünüyordu, ama biz seçenek mucitleri olarak üçüncü bir seçenek bulup, güzellikleri koruma mecburiyetini ve görevini yetirme içgüdüsünün verdiği hayvansı can sıkıntıların ardınca korumayı terk edip, mahvetmenin de dayanılmaz, sonsuz acılara gark eden müstakbel eğilimler sonrası yok etmekten de korkup, kendimizi yok etme seçeneğiyle aziz ya da azize oluyorduk. Bunların Or.’a anlatabilseydim, düşüncelerimin havuzundan yeşil yosunları çıkartıp, klorlamaktan bıkmadığım tuzlu gözlerimle dile getirebilseydim beynimi, ne derdi acaba?
Televizyonda ya da bilgisayarda bir şeyler izlediğim zaman bu duygu daha ağır basıyor. ‘Edinimi olmayan devinimler’ tabiriyle kendine kokuşma sanatına tabi oluyorum. Kokuşma sanatına dair ülke çapında araştırma yapmaya çalışmıştım bir ara. Ama Fransızca bilmediğim için, kaynakların hepsinde birkaç cümle tanımsal ifadeden başka bir şeyle karşılaşamamıştım.
Uzun kayık bir tabağa patatesleri koydu önce. Sonra da tavada biberle beraber pişirdi soğanları, patatesin üzerine döktü. Tekrar tavayı kullanma zamanı gelmişti. Biraz daha margarin ekledi tavaya. Yağ erirken, salça ekledi bu seferde. İki farklı salça eklemişti, biri biber salçasıydı sanırım. Sonra kaynamış sudan az ekledi salçanın. Yaptığı sosa biraz daha çeşni baharat attıktan sonra, az daha pişmesini bekledi. Tabağın üzerine pişmiş salça sosunu dökme zamanı gelmişti. Az ötede yoğurt vardı. Sosu tabağın üzerinde serpiştirdikten sonra, yoğurttan biraz alıp, bir kabın içerisinde kaşıkla çırpmaya başladı. Son bir çırpış sonrası, yoğurdu tabağa dökme sırası gelmişti. Yaptığı aparat adıyla yemek, güzel görünüyordu. Ama eksik bir şey vardı sanki. Or.’un kendisi söyledi sonra: ‘Sarımsak yok, o da olsaydı yemezdik bunu, yanında yatardık.’ Sıra makarnaya gelmişti. Makarnayı da salçalı yapacaktı. Ben sofrayı hazırlarken, o da makarnayla uğraşıyordu.
Sofrayı hazırladıktan sonra, tekrar Or.’un odasına geçmek istedim. Bir an için bir kitabı açıp, sesli sesli o kitabın içerisinden bir sayfa okumak istiyordum. Or.’un işi bitmek üzereydi. Tencereyi yere koyduktan sonra, tabaklara dolduracaktı. O zamana kadar okuyacak birkaç cümle olabilirdi. Bilgisayarı koyduğun masanın altına düşmüş bir kitap görünce, onu hem düştüğü yerden alma, hem de işaret edilen şeyin o olduğunu kanaat edercesine ayağımla kitabı kendime doğru çektim. Cemal Süreya’nın Sevda Sözleri’ydi. Bir ara sahaflık yapan Remzi abi şöyle derdi:’ Kitap dediğin, kendisine has bir kokusu olan varlıktır. Biz insanlar, muhataplarımızı bile kokusuna göre çevremizde sıralıyoruz. Evet, bu hayvansı güdünün ardınca, kokunun önemi vardır. Mutfaktan bağırıyordu: ‘Hadi yemek hazır, gelsene, ne yapıyorsun odada?’ diyen Or.’a kitabı göstermek ve onun söyleyeceği sayfayı açıp, okumak istiyordum. Mutfağa kitapla beraber geldiğimi görünce gülümsedi. ‘Hadi geç otur’ derken nasılda babacandı!
‘Or. , bana bir sayfa numarası söyler misin?’
‘259’
‘Emin misin?’
‘Evet’
‘Son kararın mı?’
‘Oyun mu oynuyorsun, 259 dedim işte.’
259. sayfayı söylemesi garibime gitmişti. Biliyordu, hani bir şeyleri biliyordu da söylüyordu. Ben öyle hissediyordum.
Şiiri sesli okumadan önce içimden bir kere okudum. Şiir bitince Or.’un gözlerine bakıyordum. Sanki son mısralarda kendimi okuyordum. Bir parkın ortasında elime aldığım bir çiçek ve onu bastığım avuç içimde yalnızlığım. Ve sonra bir mavi treni baştan sona arşınlayan adam olmam…
‘Kendini mi buldun şiirde?’
‘Vallahi de buldum, nasıl bir tesadüf bu Or. ?’
‘Tesadüf değil, geçen gün sen telefonda söylemiştin ya trene bineceğim diye, o gün akşamüzeri bu kitabı okuyordum. Görünce aklıma kaldı sayfa numarası da.’
‘Sen trene hiç bindin mi Or. ?’
‘Niye trene binmek bir ayrıcalık mı?’
‘Yok tabi ki, merak ettim işte, biliyorsun merakımı.’
‘Binmiştim.’
‘Ne zaman?’
‘Dört yıl önceydi sanırım.’
‘Hiç söylememiştin bana.’
‘Hiç sormadın ki sen de bana.’
‘Haklısın, peki nereye gitmiştin ki?’
‘Sivas’tan geri dönüşte binmiştim.’
‘Sivas mı? Ne alaka?’
‘Sana hiç anlatmamıştım değil mi? Evet, anlatmamışım. Yüzündeki şaşkınlıktan anlıyorum.’
‘Ne işin vardı ki orada?’
‘Dur yemek bitsin de, sen odaya geçtiğin sıra çay koydum ocağa, onu birazdan demlerim. Sonra çay içerken anlatırım sana.’
Ölümcül darbeler alıyordu neşelilik halim. En derin çizgiler bile, insan suratında beliren hançerimsi çizgilerden daha keskin olamaz. Ölüm bir geri kalmışlığın ödülü tabiata! İnsanlarda çok rahat bir şekilde, ahlak kurallarına uymadan bu ödülden yararlanabiliyor. Neden mi? Kim geri kalmak ister ki? Kendine acıma çağının bitişi sonrası, hiçbir kimseye acımamaya başlarsın ki, aslında bu senin kendine dahi adamakıllı acımadığını gösterir. Keşke tanrısal bir paradoks olsaydı bu ve gülen her şeyin bir gün tekrar güleceğine gönülden inanabilseydim. Sanatsal bir ayrıcalık da olabilirdi bu. Herhangi bir şey yapabilirdim mesela, ama bunun adı sadece yaşamak olarak kalacaksa, herkes kendince yalan söylemiyor muydu? Buut farkından dolayı, en incinmiş, en bayat bahaneler bizde. Gözyaşlarımızı gerçeğe değil, hakikate akıtsaydık elbette daha farklı olabilirdik her birimiz. Mesela kendi kibrimiz içinde yüzmemiz için bir sebep daha ortadan kalkardı ve biz çürüyen bedenlerimizi mezarlarına her gelişimizde, yok olmanın toplumsal bir argüman olduğunu fark ederek, sadece kendi ilahilerimizin sesinin kesileceğini görmediğimiz için, biraz daha rahat olabilirdik. Pablo Picasso acaba kokuşma sanatına dair mi konuşmuştu? Şöyle okumuştum bir keresinde, Picasso demiş ki:’ Hepimiz biliyoruz ki sanat, hakikat alanına ait bir şey değildir. Hakikati —en azından, anlamamız için bize dayatılan hakikati— fark etmemizi sağlayan bir yalandır sanat! Sanatçı, yalanlarının doğruluğuna başkalarını ikna edecek yolu bulmalıdır.’
Ne diyorduk, nerede kalmıştık? Beynimin içerisindeki yeşil yollardan çıkamamıştım daha. Fazlaca oksijen kazanımı sarhoş ediyordu. Çay bile hazır olmuştu, Or.’un yanındaydım. Bir olayı anlatırken yüzüme bakmaktan ziyade, odanın herhangi bir yerine bakmayı seçiyordu.
‘Anlatacak mısın?’
‘Neyi?’
‘Or. ,az önce demedin mi yemeğe başlamadan?’
‘Ha, Sivas’tan buraya trenle gelişimi mi diyorsun?’
‘Daha fazlası var mı?’
Or.’un gözlerinin altındaki şişkinlikleri saklamadığı an, toparladığı cümleleri bir olay örgüsü halinde anlatacağını biliyordum.
‘2009 yılının Haziran ayıydı sanırım. Elazığ’a gitmek için yola çıkacaktım. Ufak bir sırt çantasıyla beraber, Muazzez Halamın yanına gidecektim. O sene Hac için yine başvurmuştu, ama listede yine adı yoktu. Günlerce ağladığını söylemişlerdi. Teselli edecek bir hediye alıp yanına gidersem, onu da mutlu ederim diye düşünüyordum. Hafta sonu sabahtan akşama kadar çarşıyı gezmiştim, ama onu teselli edecek bir hediye bulamamıştım. Şehrin ortasındaki alışveriş merkezini dolaşırken, hediye meselesi aklıma takılmıştı. Yol parası haricinde son paramı bir hediyeye vermem benim için mantıklı görünmüyordu elbette, ama Muazzez Halamı az da olsa mutlu etmeliydim. İnsanların hiçbirine faydam dokunmuyordu, en azından biraz da olsa birilerini mutlu edebilme şansımı da elimden kaçırmamalıydım. Yürüyen merdivenlerden çıktıktan sonra, sağ tarafımda züccaciye eşyaları, sol tarafımda ise hediyelik eşyalar, cd’ler, kitaplar vardı. Bir anda aradığımı bulmuş gibi hissedince, hediyelik eşyalara doğru yürümeye devam etmiştim. Duvara asılacak cinsten bez üstüne Kâbe resmi çok ilgimi çekmişti, ancak onun hemen iki metre ötesinde, sunta rafın üzerinde Kâbe’nin maketi vardı. Hangisi alsam diye düşünürken, cebimdeki kırk lira birden aklıma gelmişti. Kırk liradan daha fazla veremezdim. Bez üstündeki Kâbe resmi otuz beş lira iken, maket yirmi sekiz liraydı. Bezin üzerinde parmaklarımı gezindirirken, maketten bir hediyenin ellisinde bir kadına saçma geleceğini düşünmüştüm. Aslında teselli etmekten ziyade, alacağım o iki hediyeden hangisi olursa olsun, onu tekrardan hüzünlendirmiş olacaktım.’
‘Hangisini aldın Or. ?’
‘Bezi aldım, üzerinde Kâbe resmi olan.’
‘Sonra?’
‘Hayat tesadüf müdür, yoksa gerçekten Allah’ın eliyle mi oluyor her şey, bazen insan şaşırıyor işte. Tesadüflere, olan her şeye… O gece yola çıkmıştım. Pazartesi günü gecesi işte! Öğlen gibi Elazığ’da olacaktım. Haber vermemiştim hiç. O gece yolda telefonun titrediğini fark ettim. Tam uyumak üzereydim ki, baktım annem arıyor. Telefonu açtık, konuştuk. ‘Neredesin’ dedi. Söylesem bir türlü, söylemesem bir türlü! Ama saklasam ne olacaktı, sürpriz yapmış olsam kime ne faydası olacaktı. Annemdi sonuçta, söyledim ona. Tabi duyunca ona gittiğimi, ‘ya oğlum sormadan neden gidiyorsun’ gibi çıkıştı birden. Anlam verememiştim o an, sözünün geri kalan kısmını da duyup, mantığımın çalışmasına izin vermek istiyordum. ‘Muazzez Halan Ankara’ya muayene olmaya gitti. Bir sorsaydın ya bana, akıl var mantık var’ demişti annem. Haklıydı, sorsaydım daha güzel olacaktı her şey. Kocasıyla büyük kızı varmış sadece evde. Oğlu da evde yok, e benim ne işim var enişteyle kuzenimin yanında?’
‘Ne yaptın?’
‘Ben düşünmeye başladım. İki saat kadar düşündüğümü iyi hatırlıyorum. Çünkü saat 11 gibiydi telefon açtığında. Saat biri geçiyordu ki, ‘ne yapıyorum’ dedim kendi kendime. Kızdığım zaman artık kendimle konuşmalarımın da artmaya başladığı dönemler o zamanlardı işte. Geri dönmeye kalksam, o saatte otobüs bulabilir miyim diye de sonuçta mantıklı bir karara vardım. Ama sonuçta ne aldığım hediyeyi verebilecektim, ne halamı görebilecektim. Elazığ otogarına indiğim gibi, en kısa süre de dönüş otobüsüne binmem lazımdı. Ama…’
‘Ama ne oldu? Sivas diyorsun sen?’
‘Evet, Sivas’ı geçmiştik. Malatya sınırında Gürün’e vardığımızda, otobüs Gürün’ün küçük terminalinde mola verdi. 25 dakika mola içerisinde, iki saattir otobüs içinde düşünemediğim her şeyi düşünebilmiştim. Sanırım tuvalete gitmem rahatlamıştı beynimi ve üre atımı sonrası kafam daha iyi çalışmaya başlamıştı. Otobüse bindim hemen ve sırt çantamı aldığım gibi aşağı indim. İşin kötü tarafı muavine filan da söylemedim indiğimi. Garibim mola sonrası otobüsün içindekiler sayarken, bir kişi eksik olduğunu fark edince acaba kaç dakika beklemişlerdir Gürün’de.’
‘Niye söylemedin ki?’
‘Mescide gittim. İçerisi o kadar güzeldi ki, sırt çantasını başımın altına koymamla, uyumam bir olmuştu.’
‘Sormadın mı dönüş otobüsünü peki Or. ‘
‘Sormadım, sabah namazından sonra sağ salim kalkarsam, sorarım dedim. Otobüste ayaklarım sıkışıyor, bulmuşum rahatlığı, bırakır mıyım hiç?’
‘Sonra ne yaptın?’
‘Ben ilkokula Gürün’de başlamıştım. Her ne kadar hatırladığım şeyler birkaç resimden başka bir şey olmasa da, Gürün’ü merak ediyordum.’
‘Or. , çocukluğa ait anılar gif gibi değil mi?’
‘Gif derken?’
‘Graphics ınterchange format!’
‘Hay senin, bende ne diyorsun sandım. Öyle tabi ki, ama orada tekrardan görmeyi hiç ummadığım biriyle karşılaştım.’
‘Kiminle?’
‘Ünlü harflerden hatırlar mısın bilmem, Ece’yi.’
‘Anlat, devam et Or. !’
‘Sabah ezanı okunurken gözlerimi açtım. Az ötede ilkokula başladığım okul vardı ve onun daha da ötesinde yıllar yıllar önce yaşadığım ev vardı. Ne sokağın ismini, ne caddenin ismini, hiçbir şeyi bilmiyordum. Ama iki katlı bir evde yaşadığımızı, yaşadığımız sokağın bir köprünün ilerisinde olduğunu, az ötede ormanlık bir arazinin olduğunu hatırlıyordum. Fakat tam olarak kesin değildi her şey, net değildi. Flu bir fotoğrafı çözümlüyordum hislerimle. Saat yedi olduğunda mescitten çıktım. Hem ruhen hem de bedenen rahattım. Acıkmıştım hafiften. Kahvaltı niyetine iki patatesli poğaça ve bir de susamları yanmış simit aldım ve bankın birinde oturdum. Otobüsler, otomobiller, kamyonlar yol boyunca geçip giderken, Gürün’deki çocukluğumu hatırladım birden. Bu yol üzerinde ölmüş bir kedi görmüştüm. İlk defa bir ölü görmüştüm. Gidip yanına, bedenine dokunmuştum.’
Or. , kediyle olan anısını anlatıyordu. İlk defa bir dokunma, ölüm ve sonrası. Dördüncü bardaktan midemin iflas ettiğini fark ettim. Çay bile içememek kimi zaman ne kadar kötü. En azından çay bardağında bir bardak süt iyi gelebilirdi, ama Or.’un arzulu anlatımını bölmek küstahça olurdu.
‘Bilmediğin bir şehri gezmenin en mantıklı yolu yürümektir. Bir de benim gibi hiçbir iz, adres bilmiyorsa biri elbette yürümesi lazım. Dediğim gibi ilkokulumu gördüm. Yürümeye devam ettim. Sırt çantam canımı sıkıyordu, özgür olmak istiyordum.’
‘Sonra Or. ?’
‘Hayatta olmayacak şey yoktur, oturduğumuz evin sokağına girdim. Olmayacak şeylerin en olmazlarından biri gibi gelen bir şey oldu.’
‘Ne oldu Or. ?’
‘Divane haldeydim. Ne yaptığımı gerçekten bilmiyordum ve yıllar sonra hiç hatırlayamadığım, çocukluğumun geçtiği bir yerdeydim. Oturduğumuz evin önüne gelince, gözlerimi kapattım. Oturduğumuz ev, iki katlı evin hemen giriş katıydı. Pencereleri, kapıları her şey değişmişti. Yol artık toprak değildi. Asfaltlamışlardı da. Gözlerimi açtığım zaman, ikinci kata baktım birden. İnanamıyordum, hayır gerçekten inanamıyordum. Omzuna kadar kısa siyah saçlarıyla, benim yaşıtlarımda bir kadın bana bakıyordu. Siyah bir body vardı üzerinde, kolları omzuna kadar da açıktı. O kadar dikkatli bakıyordu ki bana, bana mı bakıyordu, yoksa başka birine mi benzetmişti beni kestirememiştim.’
‘Kimdi o Or. ?’
‘Aşağı yanıma geldiğinde, ancak kim olduğunu öğrenebilmiştim.’
‘Kimdi o?’
‘Ece!’
…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.