Mevlana'nın Iışığı
Yüzde ısrar etme, doksan da olur...
İnsan dediğinde, noksan da olur...
Sakın büyüklenme, elde neler var...
Bir ben varım deme, yoksan da olur!”
- Mevlâna Celâleddin-i Rûmî
Bir kişi düşünün ki; 739 yıl önce yokoluşuyla varığının devamını sağlamış. Varlık bedenden, bakıştan, nefesten sıyrılmış. Düşüncenin, fikretmenin, ifadenin elinde sonsuzluğa adını sevda ile yazdırmış.
Sevda dediğimiz şeyin o gönüldeki anlamına ulaşmak için nice sıyrılmak gerek kimbilir dünyevi hesaplaşmalardan. Çok saydığımız şeylerle dağladığımız yüreklerimizde kaç zaman sonra ne kadar izi kaldı acıların? Ya da tam tersinden bakıp aynaya, koyduk mu kendimizi yerine, ardımızda bıraktıklarımızın. Büyük olmak yaşlanmakla mı yoksa anlamakla mı bilebildik mi?
Mevlana adını her duyduğumda içimde taa derinlerde kocaman bir gülümseme. Her dediğini bilmesem de, her yazdığını okumasam da bildiklerimin aydınlığı bile yetiyor. “Ne olursan ol yine gel” diyen bir sevda nasıl olurda etkilemez ki insanı. Oysa biz, ne olursa yanımızda olmasını istediğimiz insanlar için sıfatlar üretmiyor muyuz? Bir denklik savaşı içinde denge sandığımız şeyi gelir geçer zamanlarda, asıl mesele gibi görmüyor muyuz? Bizden olmayanı, kendi doğrularımızla belirliyor, ya geride duruyor ya da geride bırakıyoruz. Dine sıfatlar yüklüyoruz, doğduğumuz yerlere, okuduğumuz okullara, yaşadığımız semtlere, fiziksel özelliklerimize, sahip olduğumuz maddi güce, gezdiğimiz yerlere, giydiğimiz kıyafetlere...
Oysa bütün bunların tek öznesi olan insanı sadece insan olması ile değerlendiren bir koca yüreğin öğretilerine birazcık da olsa kulak versek. Aşkı da tüm sıfatlarından arındırıp allayıp pullamadan olduğu gibi yaşasak. Doğayı, hayvanı, insanı ve bunlardan var olanları varlıkları için sevmeyi. Sevmenin sahip olmaktan çok daha öte bir duygu olduğunu anlasak. Belki o zaman bizdeki beni de özgür bırakabiliriz. Yoksa belki de uyulması gereken şartların esiri ruhların gölgesinde kalmak zorundayız.
“Apaydınlık gündüz vakti birisi mum arasa, onun bu araması körlüğüne tam bir delildir.(III.,2721) “
Bazen, çok kolay yapılabilecek bazı şeyleri yapamazsınız uzun zaman. Ben bir Şeb-i Aruz törenine gitmeye çok anam yüklemiştim içimde. Fırsat mı olmadı kısmet mi bilmem, kaç sene gidemedim. Geçen sene isteğim gerçek oldu. Yol boyu heyecan duydum. Baktığım her yerde o huzuru buldum. Sanki çok özlediğim birine yıllar sonra kavuşacak gibi tuhaf, mantığa vurunca anlamsız ama bir o kadar da içten ve gerçek. Sema gösterileri için yerimizi aldığımızda neyzenler çıkıp çalmaya başlayınca hisler de özgürlüğüne kavuştu. Semazenler dönerken duvarlar boşluğa, çatı bulutlara karıştı. Sevmenin gücünü hissetmek için inanmanın varlığını görmek mükemmeldi.
Türbe ve müzenin olduğu yere gelince, onu herkesin kendi iç dünyasına, görmek istediklerine, dürüstçe kendinden öte kendi ile hissettiklerine bırakmak gerektiğine inanıyorum.
Bu yazıyı yazarken televizyon da bir savaş filmi var. İnsanlar vahşice birbirini öldürüyor. Anlam vermeye çalışmak istemiyorum. Dünyada olup bitenleri, artık görmek ve duymaktan sıradanlaştırılan haberleri anımsamak istemiyorum. Varsaymak istediğim şeylerin duygusal hülyalarında gezinmek için Mesnevi’den birkaç dizeye, biraz ney sesine sonra gözlerimi kapatıp insanlık için huzur dilemeye ihtiyaç duyuyorum. Ve birgün sadece bahçesinde oturup sevdasının rüzgarında aşkı duymaya...