HAFIZ BURHAN VE NİKOS PAPAVRAMİDİS
Yetmişli yılların başında, İstanbul’da babam bir yandan küçük esnaflık ve ticaretle uğraşırken, diğer yandan, yeteneği ve Maçka’dan, atalarından gelen kültür birikimiyle, çok güzel horon oynamasıyla, gür ve güzel sesiyle türkü söylemesiyle İstanbul’daki Karadenizliler arasında tanınan sevilen biriydi. Otantik Karadeniz müziğine hakimiyeti, hiç kimsenin bilmediği kaydeleri (ezgi, ezgi dizisi, beste) ve sözleri bilmesi onu dinleyenlerin hayran olmasına yetiyor, bu nedenle Karadenizli düğünlerinin ve Karadenizlilerin yoğun yaşadığı kesimlerde ( bu hemen hemen her yer demektir) düzenlenen yazlık sinema konserlerinin olmazsa olmazı olmanın avantajlarını yaşıyordu. (Bu avantaj konusu, uzun ve ayrıntılı başka yazı veya yazılarda ele alınabilecek bir konudur.) Bizler de O’ndan öğrendiğimiz lhoronlarla ona eşlik ediyor,bu sayede babam iyi para kazanıyordu. Halkoyunları yarışmalarında birincilikler alması, bu oyunları sunmak üzere ekip arkadaşlarıyla yurtdışına bile gitmiş olması,( Almanya’daki işçiler ve denizciler hariç, yurt dışına gidebilmek her Türk vatandaşına verilmiş bir ayrıcalık değildi o zamanlar, gerçi Türk vatandaşlarının, bu tür ayrıcalıkları daha sonraları da pek olmadı ya, o da başka konu ) özellikle ulusal bayramlarda o zamanki tek kanal olan TRT radyolarında plaklarının ve bant kayıtlarının çalınması ününü pekiştirmişti.
Babamın bu statüsünün sonucu olarak, Karadenizli her müzisyen, özellikle otantik müzik yapanlar mutlaka babama uğrar, muhabbetler ( genellikle erkeklerin katıldığı, içkili, müzikli, horonlu Karadenizli eğlencesi) düzenlenir ve kemençe, tulum, kaval bağlama ve mekan uygunsa davul-zurna hatta karadeniz akordiyonu çalan ustalar, babamı ziyaret eder veya babamı davet ettikleri eğlencelerde buluşurlardı.
Ününün Yunanistan’a kadar gittiğini bir gün anlayıverdik. Kablolu telefonun dahi yaygınlaşmadığı bir dönemde, bir gün, yetmişbeş seksen yaşlarında, Selanik’te yaşadığını söyleyen bir adam babamı sora sora buldu. Hristos adlı bu beyefendi çok güzel Türkçe konuşuyordu, uzun uzun sohbet ettiler, kökeni Maçkalıymış türkü, kayde, kemençeciler ve Maçka’nın eski köy adlarıyla dolu bir sohbete ben de kulak misafiri oldum. Ama sohbetin en önemli yeri, babamın ona içtenlikle “ Neden geldin ? “ diye sorduğu an dı. (malum Türkiye - Yunanistan devleti ve insanları arasındaki ilişkiler, algılar, duygular o zamana göreydi, zaten babam da ziyaretin başlarında konuğumuzu yadırgamıştı).
“- Neden geldin”
“- Ölmeden önce memleketi görmek için”
Babam başka bir şey söyleyemedi ve düşünceli bir şekilde başını önüne eğdi.
Maçka’ya gideceğini söylemişti konuğumuz, babam yazım düzgün olduğu için,adresi ve dükkan telefonunu bir kağıda yazmamı istedi. Yazdım misafirimize verdim. Sonra babamla muhabbete gittiler. Hristos’u bir daha hiç görmedim.
Konuğumuz Maçka’dan döndükten sonra, babamla bir kez daha buluşmuş ve muhabbet düzenlemişler. Sonra Yunanistan’a dönmüş. Yaklaşık iki ay kadar sonra, postadan büyük ve kalın bir zarf içinde bir mektup ve 45’lik olarak adlandırılan bir plak çıktı. Mektupta Hrisros Anadolu insanının bildik tavrıyla hal hatır soruyor, konukseverliğimize teşekkür ediyor, ölmeden önce son kez memleketini görmekten dolayı ne kadar mutlu olduğunu anlatıyordu. Mektubu babam bana okutmuştu. Oldukça okunaklı bir elyazısıyla yazılmıştı mektup. İşin ilginç yanı Karadenizlilerin çoğunda olduğu gibi, ı’lar i’lerle, b’ler p’lerle, t’ler d’lerle yer değiştirmişti.
Mektuptaki bir cümle unutulamazlarımın arasında yer almıştı.
"- Telikanli oğullariniza selam ederim"
Atalarımın yaşadığı topraklardan zorunlu olarak göçmek zorunda kalmış insanlardan ilk gördüğüm kişi olan Hristos’un bize ne kadar benzediğini anlayınca şaşırıp kalmıştım.
Bu t ve d’lerin karıştırılması konusunda anlatılanlar gerçek de olsa kurmaca da olsa, öz olarak gerçektir. Maçkalı Volkan Konak bir televizyon programında anlatmıştı;
Maçka Lisesi’nde matematik öğretmeni yazılı kağıtlarını okumuş, öğrencilerden biri yedi almış, ama kağıdın üzerine hem rakamla hemde yazıyla "yedi" yazması gerektiğinden, ve nasıl yazıldığından emin olmadığından, yanında oturan Türkçe öğretmenine sormuş, "yedi" mi, "yeti" mi yazmalıyım diye. Türkçe öğretmeni biraz düşündükten sonra cevap vermiş;
"- Ver oğa sekiz"’
Mektubun beraberindeki plakta tüm 45’liklerde olduğu gibi her iki yüzünde birer türkü yer alıyordu. Mavi etiketli bu plaktaki beyaz renkli Yunanca harfleri anlamamız mümkün değildi. Harika bir uzun hava vardı bir yüzünde. Bizimkilerden biraz farklı ama doğal, dinlediğin anda yaylalara, ırmaklara dağlara götüren bizden farklı bir kemençe tarzı ama bizden bir nefesti . Bir tek kelimesini anlamasak da.
Asıl şaşkınlık öbür yüzünü dinlediğimizde ortaya çıktı.
“Trabzondur yolumuz
Para tutmaz elumuz
Güzel kızlar olmazsa
Ne olurdu halimiz
Derenin derencesi
Akarsuyun incesi
Ya bak nasıl çalıyor
Niko’nun kemençesi
Tabancam dolu saçma
Kaçma Eminem kaçma
Zaten ben yaralıyım
Bir yara da sen açma
Kaydenin son iki dizesi hariç tamamen Türkçe söylüyordu. Yaşadığımız şaşkınlığın ve hoşnutluğun tanımı yoktu.
Gıyasettin Kaptan Sürmeneliydi. 1920’lerde İstanbula göçen Sürmenelilerden. Fatih, Aksaray civarında büyümüş, uzak yol kaptanlığı yapmış emekli olmuştu. Eşi vefat etmiş, çocukları evlenmiş kendi hayatlarını kurmuştu. O yalnızlığıyla başbaşa sade bir hayat sürdürüyordu. Pek konuşmayı sevmeyen bu insan beni diğerlerinden ayırır, arada sohbet ederdi benimle. “-Senin kafan çalışıyor, hayatla alakadar oluyorsun” derdi ve bu gururumu okşardı. Sohbetlerden birinde gençliğinde çok güzel sesi olduğunu, “musiki”yi çok sevdiğini, ama babamın aksine Karadeniz müziği hakkında fazla bilgisi olmadığını, oraları çocukken terk ettiği ve İstanbul’da yetiştiği için de ata kültürüne uzak kaldığını biraz da utanarak açıklardı.
Sesi o kadar gür ve güzelmiş ki, sohbetlerde şarkılar gazeller okuması için davet edilirmiş. Makam ve usul dersleri de almış. Karada olduğu zamanlar “meşk” etmeye bayılırmış. “ -Ama artık yaşlandım ve şu sigara illeti yüzünden sesim çıkmıyor artık” diye hayıflanırdı.
Bir gün
“-Aksaray’daki Valide Camii’ni bilirsin değil mi evlat ?” diye sordu.
“-Elbette amca”
“-Hah o caminin minaresinden ezan okurduk Hafız Burhan’la, şimdiki gibi hoparlör felan da yoktu. Bütün millet ezanımızı dinlerdi sessizce, bir Burhan söylerdi bir ben, esnaf alışverişi bırakırdı” dedi.
“-Demek Hafız Burhan arkadaşındı” dedim.
“-Evet evlat” dedi.
“-Bu yaşlı hemşehrini yabana atma”
Hafız Burhan’ı duymuştum, bir kere de TRT radyolarından “Makber”i dinlemiştim. Hafız Burhan gibi Abdullah Yüce, Hamiyet Yüceses gibi herkesin övgüyle bahsettiği sesleri TRT fazla çalmazdı nedense. O yıllarda yaşı kırklarında ve üstünde olan herkes büyük bir hayranlıkla anardı o isimleri. Örneğin, daha sonraki yıllarda tanıştığımız, kardeşim Aclan’ın kayınpederi Sadık Bey bir Hamiyet Yüceses hayranıydı. Halkın gözünde simgeleşmiş sanatçıların ne zaman dinleneceğinin “idareciler” tarafından belirlenmesinden hiç hoşlanmadım o yıllardan beri.
Gıyasettin Kaptan bana bir taş plak hediye etti Hafız Burhan’dan. Bir yüzünde “Makber” diğer yüzünde “ Akşam Oldu Yine Bastı Kareler” vardı, eğer hafızam beni yanıltmıyorsa.
“-Senin kafan çalışıyor” dedi.
“-Sen bunların kıymetini bilirsin.”
Bir süre sonra da Gıyasettin Kaptan toprağa gitti.
Nikos Pavramidis’in 45’liğinin ulaşmasından bir süre önceydi Gıyasettin Kaptan’ın taş plak hediyesi. Nikos’un plağı da ilgilenen herkesçe defalarca dinlendikten sonra, o plağı da aldım babama bilgi verip. Hafız Burhan’ın plağının kalın kağıttan yapılma kılıfının içine koydum. Naylonla sarmaladım bantlayıp babamın dükkanındaki raflardan birinde, herkesin ulaşamayacağı bir yere kaldırdım. Ne de olsa, kolaylıkla bulunamayan kültür emanetlerini saklamakla görevlendirmiştim kendimi. Nikos Pavramidis ile Hafız Burhan birlikte ve güvendeydiler.
Değilmiş. Sevgili suç ortaklarım ben o plakları kaybettim. Bir daha hiç göremeyeceğim iki yaşlı Karadenizliden aldığım emanetleri yitirdim. Çocukluktan benliğimize işlenen ‘ emanete hıyanet etmemek’ kuralını çiğnemenin üzüntüsünü yaşadım. O zamanlar, bir daha hiç ulaşılamayacağını düşündüğüm sanat mirasını heba etmenin sıkıntısını hissettim yıllar boyu.
Haklı mazeretlerim vardı, bir yandan liseye yeni başlamıştım, Vefa Lisesi tam gün eğitim veriyordu. Okul çıkışı, akşam saatlerinin sonuna kadar babamın dükkanında çeşitli işlere yardım ediyor, senet düzenliyor, zaman zaman yük taşıyor, televizyon antenleri kuruyor, müşterilerin evinde gardrop, karyola monte ediyordum. Bir yandan da hafta sonları yoğun olmak üzere, geceleri sahnelerde, konserlerde kardeşlerimle horon oynuyorduk. Pazar dahil çalışıyordum. Öğretmenlerimin dikkatini çekecek kadar solgun gözüküyordum. Ama hiç bir mazeretle avutamadım kendimi.
Yıllar sonra, bilgisayar denilen ‘vakıa’ yarı merakımdan, yarı meslek zorunluluğundan yaşamıma girdi. Daha sonra da internet. Özellikle Aclan Horonevi’ni hayata geçirdikten sonra Karadeniz müzikleri, eski icracıların kayıtları video ya da ses olarak paylaşılıp yayıldıkça, pop furyası içinde yitip gideceğinden korktuğum ata kültürümün yaşamaya devam edeceğini görerek rahatladım. Ama daha önemlisi, plaktaki adını alfabe farklılığından okuyamadığım, türküsünün bir yerinde “Niko’nun kemençesi” dediği için sadece ilk adını bildiğim eski emanetimi buldum. Tam adını öğrendim. Hafız Burhan’ı bulmak daha kolay oldu. Emanetlerimin, onları dinlemek isteyenlere ulaşabilecek yerde olduğunu görmek sırtımdam epey yük kaldırdı. Siz suç ortaklarıma anlatabilmek de, yükü tamamen kaldırmasa da oldukça hafifletti.
Sözümü geri alıyorum emanetlerim güvende.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.