- 3398 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
SEYİT ONBAŞI, KINALI HASAN VE ÇANAKKALE
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Bugün Çanakkale’deyiz. Günlerden On sekiz mart. Çocukluğumdan itibaren her yıl on sekiz martta Çanakkale’ye gelir ve şehitlikleri ziyaret ettirirdi dedem. İşaret parmağını yukarı kaldırır ve bana tembih ederdi; “Bak evlat geçmişini unutan ve hatalarından ders almayan toplum köle olmaya ve hep yenilmeye mahkûmdur” Bu yüzden Çanakkale savaşları önemlidir. Kısa başlıklarla anlattığım savaş hikâyelerini bu kez uzun uzun anlatacağım sana. Yaşın kemale erdi, bu anlattıklarımı artık anlayacak yaştasın. Bu sebeple yerinde anlatmak istedim yaşanmışlıkları.”
Dedemle birlikte ara sıra soluklanarak uzun bir yol kat ettik. Ve sonunda düşmanla göğüs göğüse savaştığı alana geldik. Savaşın yapıldığı alandaki siperleri gördükçe dedemin gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Bir eliyle gözyaşlarını silerken diğer eliyle ceketinin üst cebinden sarkan gazilik madalyasını okşuyordu sakalları titreyerek.
Siperler arasındaki gezintimizde dedem o güne dair hiçbir şey anlatmadı. Yürümeye devam ettik. ÇANAKKALE ŞEHİTLERİ ABİDESİ’NİN önünde durduk. Kafamızı yukarı kaldırıp 42 mt yükseklikteki şehitliğin en tepesine bakmaya çalıştık. Dedem sesi titreyerek anlatıyordu. “Her biri ayrı bir kahramanlık örneğidir ve bu anıt birlik ve beraberliğimizin en önemli kanıtıdır evlat. Dört sütun üzerine oturtulan abide milletimizin yıkılmaz ve yenilmez olduğunu anlatır. Abidenin dört ayağında bulunan sekiz rölyeften denize bakan dört tanesi deniz savaşlarını, karaya bakan dört tanesi de kara savaşlarını anlatır. Türk milleti kendisine karşı savaşmaya gelen düşman askerlerini de unutmamış savaşta hayatlarını kaybeden yabancı askerler için de anıt ve mezarlıklar yaptırarak asil bir millet olduğunu dünyaya göstermiştir.” diyordu. Anlatırken elimi sıktığının farkında değildi. “Dede canımı yakıyorsun” dediğimde anlıyordum gözlerinden, yeniden geçmişi yaşadığını. Hem gururlu hem de hüzünlüydü. Akan yaşların her damlasında bir şehit hikâyesi vardı. Ne zaman televizyonda Gelibolu yarımadası ya da Çanakkale adı geçse mum kesilir dikkatle dinlerdi. Hava durumu raporlarında önce Çanakkale’nin hava durumunu dinler ardından yaşadığı şehrin hava durumuna bakardı. Sanki yeniden Çanakkale’ye gidecek ve orada savaşa katılacak gibiydi. Öyle ya Lodos varsa ne yapardı Türk ordusu.
“Çanakkale Savaşları, bizim sayısız zafer, şan ve şerefle taçlandırdığımız tarihimizin en parlak sayfasıdır evlat.” diyordu saçlarımı okşarken. Diğer eliyle sırtımı sıvazlayıp “Şuraya oturalım da anlatmaya devam edeyim evlat, ayaktayken hatırladıklarıma yüreğim dermansız, belki oturursam dizlerim bu yükü çeker diyor ve sözlerine devam ediyordu gözlerini enginlere daldırarak.
“Siyasi yalnızlığımızı ve emniyetsizliğimi fırsat bilen devletler Balkan savaşının kötü sonuçlarının tesiri altında kalarak bizim iman gücümüzü, bileğimizin kuvvetini küçümsediler evlat. Avrupa devletlerinin en büyük derdi ve özlemi İstanbul’a almaktı, ordunun zayıflaması işlerine geliyordu. 1914 yılında I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla bu fırsattan yararlanıp özlemlerini yerine getirmek isteyen devletlerden İngiltere ve Fransa işbirliği yaptılar.
Kasım ayının başlarındaydık. Hava ayaz mı ayaz. İliklerimize kadar donduğumuzu hissediyoruz. Alacakaranlıkta Bozcaada’dan Boğaz’ın ağzına doğru yaklaşan İngiliz ve Fransız askerleri istihkâmlarımıza doğru ateş açtılar, cephaneliğimize isabet eden top mermisiyle on bir ton barut havaya uçtu, birçok subay ve erlerimiz şehit düştü, etraf kan kokuyordu. Havada uçuşan kol ve bacakların haddi hesabı yoktu. Bir yanda iniltiler, diğer yanda Allah Allah sesleri.
İngilizler ve Fransızlar iyice zayıflattıklarını düşündükleri Türk savunmasını bastırıp Boğaz’ı kolayca geçebileceklerini umuyorlardı. 18 Mart 1915 günü düşman savaş gemileri şiddetli bir ateşe başladılar. Bu arada kıyıda bulunan bataryalarımız düşman üstüne ateş yağdırıyordu. Bunalan düşman kaçmak isterken topçu atışlarıyla karşılaşıyordu. Düşman gemilerine göz açtırılmıyordu. Karşılıklı bu korkunç bombardıman bir saat kadar sürdü. Ben anlatırken sen gözlerinde canlandır manzarayı evlat. Bombardıman nedeniyle şu gördüğün yerden alevler yükseliyordu gökyüzüne. Boğazın içinde havaya fışkıran suların arasında hareket eden gemiler bir görünüp bir kayboluyorlardı. Durduğumuz yerde sanki altımızdaki toprak kayıyordu.
Savaş uzun sürmüştü düşman büyük kayıplar vermişti. Kısacası düşman devletleri Çanakkale Boğazı’nı denizden aşamayacaklarını ve Çanakkale’nin geçilmez olduğunu öğrenmişlerdi.
Denizden İstanbul’a ulaşamayacaklarını anlayan düşman devletleri karadan saldırı hazırlıkları yapıyorlardı. Çanakkale kara savaşları yakında başlayacaktı. Kara savaşında düşman nereden nasıl çıkarma yapabiliri tartışıyordu komutanlarımız. Mustafa Kemal Kabatepe ve Seddülbahir’den saldırıya geçeceklerini tahmin ederek bizi o bölgeye yerleştirdi.
Baharın en güzel ayı Nisan ayındayız. Bir sabah Mustafa Kemal’in tam da tahmin ettiği noktadan düşman saldırıya geçti. Karşılıklı saldırılar saatler sürdü. Kurşunumuz bitiyordu. 19. Tümen Komutanı Mustafa Kemal ‘süngü tak’ emrini verdi ve işte o ünlü sözünü burada yüzümüze haykırarak güç verdi;
“Ben size taarruz emretmiyorum. Ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve başka komutanlar geçebilir.”
Tarihin en büyük kara savaşı böylece başlamıştı. Hiçbir Türk askeri, görev yerinden ayrılmıyordu. Yanı başımızda şehit düşen arkadaşlarımızın ah sesleri içinde geriye dönüp bakmıyor şehit düşenlerin yerini hemen dolduruyorduk. Kurşunlar havada dans ediyordu. Bir tanesinin bile bana isabet etmemesi tamamen şanstır evlat. Ancak ben arkadaşlarımla birlikte şehit düşmeyi yeğlerdim gazi olmayı değil.
Kısa sürede düşmanı bozguna uğratan Türk ordusu büyük başarı kazanmıştı. Dünya üzerinde de savaşın yankıları büyük olmuştu. Düşman şaşkındı ve neye uğradığını şaşırmıştı.
Çanakkale savaşlarında iki yüz elli binin üzerinde askerimiz şehit düştü evlat. “Onlar için ne yapılsa azdır” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ü ve şehitlerimizi her zaman saygıyla analım.”
Dede, hani savaşta ölen şehitlerin çok hikâyeleri var onlar birer efsanedir diyordun. Bir iki tane hikâye anlatır mısın? dediğimde, dedemin gözleri yine dalıyordu mavi ufka ve içini çekerek anlatıyordu, sözleri rüzgarın melodisiyle buluşuyordu.
Bir yerde okumuştum omuz omuza savaştığım şehitlerimiz için; Çanakkale Savaşları’nda savaşıp, bir kolu ve bir ayağını kaybeden Fransız General, yurduna döndükten sonra anlattığı bir savaş hatırasında şöyle diyormuş evlat:
"Fransızlar, Türkler gibi mert bir milletle savaştıkları için iftihar etmeliler. Savaşın ardından yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zayiat vermişlerdi. Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutamayacağım.
Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeri de kendi gömleğini yırtmış onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu. Tercüman vasıtası ile şöyle bir konuşma yaptık:
- Niçin öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun? Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:
"Bu Fransız yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı. Bir şeyler söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok. İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün." Bu asil ve âlicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı. O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan yaşların donduğunu hissettim. Çünkü Türk askerinin göğsünde bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkamıştı. Az sonra ikisi de öldüler..." demiş.
İşte biz böyle bir asil milletin evlatlarıyız. Ecdadımızla gurur duymalı Tarihimizle övünmelisin evlat diyordu dedem gururlanarak. Hele bir Kınalı Hasan hikâyesi var ki, dinleyenlerin yüreğini dağlar derken yine ağlıyordu dedem, bu kez rüzgâr iyice hızlanmıştı. Dedemin nefesi arada bir rüzgârdan kesilir gibi oluyordu ama o anlatmaya devam ediyordu.
Yüzbaşı Sırrı Bey, ikindi vakti yeni gelen erleri teftiş ederken, içlerinden bir tanesinin saçının bir tarafının kınalanmış olduğunu görür ve güler:
“Hiç erkek kınalanır mı asker? diye sorar, asker:
“Buraya gelmeden evvel, anam kınalamıştı saçlarımı komutanım. Neden kınaladığını bilmiyorum.” der. Komutan;
“Annene yazdığın ilk mektupta bunu sor asker, sebebini merak ettim.” der ve oradan ayrılır. Asker, komutanın isteği üzerine anasına haber salar;
“Niye benim saçımı kınaladın ana?”
Gelen cevapta şunlar yazar:
“Ey gözümün nuru Hasan’ım, köyümüzde rahat rahat oturalım mı? Vatan sevgisi içimizde alev alev yanıyor. Sen ecdadından, babandan aşağı kalamazsın... Ben, senin anan isem, beni ve seni Allah yarattı, vatan büyüttü. Allah, bu vatan için seni besledi. Bu vatanın ekmeği iliklerinde duruyor... Sen bu ailenin seçilmiş kurbanısın... Hasan’ım, söyle zabit efendiye... Bizim köyde kurbanlık ayrılan koyunlar kınalanır... Ben de seni evlatlarımın arasından vatana kurban adadım. Onun için saçını kınalamıştım... Seni melekler şimdiden rahmetle anacaktır. Gözlerinden öperim... Anan - Hatice”
İşte evlat, analar yüreği yana yana çocuklarını kurban ettiler bu vatan topraklarını korumak uğruna. Sadece canından olanlar mı var sanırsın, peki ya elini ayağını, gözlerini kaybedenler, Hiç unutmam;
Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa, tabyayı ziyaretinde istihkâm yıkıntıları arasında dolaşırken bir ağacın altına uzanmış askerin hali dikkatini çeker ve yanına gidip;
"Ne var evlat ?" diye sorar.
Asker sesi duyar duymaz hemen yerinden fırlayıp esas duruş vaziyeti almış. Sesin sahibini tanımış ama gözleri başka tarafa bakıyormuş. Cevat Paşa sormuş;
"Gözlerine bir şey mi oldu oğlum?"
"Üzülmeyin efendim, benim gözlerim göreceğini gördü." demiş asker. Bu söz karşısında duygularını saklayamayan Cevat Paşa sessiz sessiz ağlamış.
Dedem sözlerini bitirdiğinde cebinden mendilini çıkardı ve gözlerini sildi. Ben o kadar hüzünlenmiştim ki kendimi bir anda savaşın ortasında; siperlerde bulunan askerlere su dağıtan, terlerini silen, onlara ekmek götüren bir çocuk gibi görmüştüm. Birden dedemin anlattığı Seyit Onbaşı geldi aklıma. Dedemin kollarını sarstım.
“Dede dev gibi güçlü Seyit Onbaşı’dan bahsetmiştin hani. Bir kere daha anlatır mısın Seyit Onbaşı’yı bende onun gibi güçlü olmak istiyorum.” dedim. Dedem başını salladı. Başladı anlatmaya.
Onbaşı Seyit bizim bataryadan değildi. 18 Mart muharebeleri sırasında Rumeli mecidiye bataryasında bir topun başında görevliymiş. Alman toplarının güçlü olduğu ve boğazı savunmak için çok gerekli olduğunu anlatıyordu başımızdakiler. Seyit onbaşının başında bulunduğu top, savaş sırasında isabet alıyor ve mermileri kaldıran mekanizma hasar görüyor. Hem topun isabet aldığını hem de arkadaşlarının yaralandığını gören Seyit onbaşı etraftakilerin şaşkın bakışları arasında iki yüz yetmiş beş kiloluk topu sırtlayarak yerine koyuyor ve namluya sürüyor. Sıra topu ateşlemeye geliyor. Seyit onbaşı savaşın kaderini değiştiren topu ateşliyor ve büyük bir zırhlıyı vuruyor. Ve ağır hasar alan gemiler boğazdan çekiliyorlar.
“Bu son hikâyeydi evlat kalkalım, üşümeye başladım ben. Rüzgâr iyice şiddetini arttırdı.” dedi dedem, ama benim yerimden kalkmaya pek niyetim yoktu. Dedem kahramanlık hikâyelerini öyle güzel anlatıyordu ki ısrar ettim;
“Bir tane daha anlat dede, söz veriyorum başka hikâye istemeyeceğim.” Dedem başını salladı gülerek; “Evlat bu hikâyeler sabaha kadar bitmez, o kadar çok ki…” dedi ve yine de anlattı.
“Son nefesinde komutanına: “Ben... Ben, köylüm Lâpsekili İbrahim Onbaşı’dan bir mecidiye borç almıştım. Kendisini göremedim. Ölmek üzereyim. Ölürsem söyleyin hakkını helal etsin.” diyen bir asker ruhunu teslim etmiş, ertesi gün gelen yaralılardan şehit olanların künyeleri ve üzerinden çıkan eşyalar komutana ulaştırılmış. Şehit künyelerinden Lâpsekili İbrahim Onbaşının künyesi ve yanındaki not komutanın dikkatini çekmiş:
“Ben, Beybaş Köyü’nden arkadaşım Halil’e bir mecidiye borç vermiştim. Arkadaşıma söyleyin, hakkımı helal ettim.” dedi ve sözünü bitirdi dedem. Ayağa kalktık, elimi sıkıca kavradı, son görevimizi de yapalım ve yola koyulalım evlat.” dedi.
Dedemin sözünü ettiği yer şehit mezarlıklarıymış meğer. Bugüne kadar defalarca gelmiştim ama hiç şehit mezarlığına getirmemişti beni. İlk kez görüyordum şehit mezarlığını. Birden sayısız şehidin bir gelincik tarlasındaki gelincikler gibi kırmızı olduklarını gördüm. Başlarındaki ay yıldız kırmız rengi ayrıştırıyordu. İşte o anda büyümüştüm ben. Orada yatan askerleri görünce hayata aynı gözlerle bakamıyordum artık. Dedemin anlattıkları her yere, her şeye ve herkese bakışımı değiştirdi. Beni olduğum yerden çok fazla uzaklara götürdü. Boşluktaydım; ne düşüyor, ne durabiliyordum. Bu kez dedemin elini ben sıkıca kavradım. Belki de olduğum yer, olmam gereken yerdi diye düşündüm!
Benim hiç eski bir hayatım, eski herhangi bir şeyim, eski bir elbisem bile olmadı. Dedemin yaşında değildim, onun gibi savaşlar görmedim. Özgürlüğüm onlar sayesinde altın tepside sunulmuştu bana. Ne dedem gibi düşünebiliyordum, ne de onun gibi olabiliyordum. Dedem, şehit mezarlığının kapısından çıkarken geriye dönüp öyle bir baktı ki sanki bir daha gelmeyecekmiş gibiydi o son bakış.
Aradan geçen birkaç ayın ardından bir yaz gecesinde dedemi evin avlusunda tam karşıya astığı Atatürk’ün fotoğrafının önünde bir şeyler konuşurken gördüm. Yatarken dahi başucundan ayırmadığı madalyasını tutuyordu elinde. Bir şeyler mırıldanıyor ve bastonuna zorlukla tutunuyordu. Ne dediğini anlamıyordum.
O günün sabahında her gün itinayla camını sildiği Atatürk’ün portresinin önünde vermişti son nefesini dedem. O portreyi duvara asarken babama söylediklerini hiç unutmadım;
“Bu portreyi buraya asıyorum ki, ülkemizi bize geri vererek özgür olmamızı sağlayan Mustafa Kemal’i unutmayalım. Avlunun kapısını açıp içeriye her adım attığımızda Allah’a şükredip bugünleri gördük diye dua edelim. Bak oğlum sana vasiyetimdir. Biz önce Vatanımıza sonra köyümüze sahip çıkacağız. Ne demişti Mustafa Kemal; köylü bu milletin efendisidir. Ancak efendi olabilmek için önce elinde köyün olmalıdır. Kanının son damlasına kadar vatanını, milletini koru. Onu satmaya kalkan hainler olursa karşısına dikil; Seyit Onbaşıları, Kınalı Hasanları düşün, bu ülkeyi nasıl geri kazandıklarını unutma. Bastığın toprakta şehitler dahil hepimizin alın teri var.”
Ve Artık rehberim dedem yoktu. Yaşadıklarım, yaşamadıklarımı yaşamama engeldi! Fırtınalarım vardı gözbebeklerimde! Dedem son kez avludan çıkarılırken havalanan iki güvercinin biri sanki Seyit onbaşı diğeri dedemdi. Seyit Onbaşı dedemi almaya gelmişti. İçimi çekerek ağlıyordum. Dedem gözlerimin önünden süzülüp sonsuzluğa gidiyordu ve ben hiçbir şey yapamıyordum.
Korkuyordum onsuz hayata direnemezsem diye. Kınalı Hasan ve Seyit Onbaşı’yı düşününce yapmam gerekenleri bilmenin rahatlığıyla dedeme el sallıyordum.
Hülya Türk BOYACIOĞLU
18.03.2013
www.sarikoza.com