Dehlizlerde Yolculuk -5-
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Pamukkız’ın ani ziyareti...
Yolda birkaç yarasa geniş kanatlarını açmış, çığlıklar kopararak üstümüzde geçtiği sırada bir baykuşun ötüşü etrafı çınlatmıştı. Yarasaların çarpmalı çığlıklarını Baykuşun ötüşünden daha kötü olduğunu düşünüyordum; Baykuşun, gamlı, hüzünlü duruşunu bana bilgelerin tavrı gibi geliyordu; en azında bana öyle geliyordu… Bununla birlikte insanların topluma faydalı olduğu gibi hayvanlarında kendi yaşadığı doğada bir amaç için yaratılmıştır. Ekolojik denge…
Baykuşlar faydalı hayvanlardır. Bir peçeli baykuşun bir gecelik fare avı, on kedinin yakaladığından fazladır. Kemirgen sayısını avlayarak kontrol altında tutan atmaca gibi hayvanlardan daha çok fayda sağlar. Çoğunun beslenme listesinde, kemirgen ve diğer küçük zararlı hayvanlar başta yer alır. İki kilometrelik bir arazide baykuşlar, senede 24 bin kadar fare, kemirgen, haşere gibi zararlı hayvan avlarlar!
Yarasa: Meyve yiyen yarasalar, 450 kadar ticari maddeyi ve 80 kadar ilacı insanoğlunun hizmetine sunmaktadır. Yağmur ormanları için yarasalar, yaşamsal önem taşır. Amerikan iç savaşında barut yapmak için kullanılan malzemelerden biri de yarasa dışkısıydı! Yarasalar uçmasına rağmen kuş değil memelidir. İnsanlar yarasaların kör olduğunu zanneder, ama bin’i aşkın yarasa türünden kör olan bir tür bile yoktur, hatta büyük bir kısmı iyi görür.
Bunlar nerden aklıma geldi üç boyutlu bir âlemde olan birinin bunları anlatması sanki deli saçmalığı gibi bir şeydir!
İnsanların, hayvanlara yaptığı gaddarlığı, vahşeti anlamak mümkün değildir. İnsanlar, hayvanlar arasında yaptığı ırkçılık azımsanacak değil çünkü her hayvana ayrı muamele ile uğursuzluk, pislik, hain tanımlarla hayvanları aşağılamaktadır. Ki insanların kendi türüne de ayrımcılık yaptığı aşikârdır. Onların yaşama biçimlerine karışmamak gerek diye düşünüyorum ve onlara şiddetli yaptırımlar da uygulamaktan kaçınmalıyız. Bu dünya bizim olduğu kadar tüm canlıların da üstünde yaşama hakkı vardır.
Gece boyu yolculuğumuz körfezin sahil boyu ama yaşadığım yerin arka tarafına düşen on kilometresinde mola verdik. Çok uzaklarda bir kentin cılız ışıkları zar zor görülebiliyordu. Üzerinde sisli bir toz bulutu andıran ama kirli bir gökyüzü hâkimdi. Oysa bizim burada masmavi bir gökyüzünde milyonlarca yıldız net olarak parıldıyordu. Kalabalık, beni hep pesimistlik duygular aşılıyor gibiydi. Işık arama serüvenim Başarsızlıkla bitmişti diyebilirim o esrarlı ışıklar yoktu. Geri dönüşüm zor oldu fakat o ışıkları mutlaka bulmalıydım; ölümden değil o esrarlı ışığın ne olacağıydı beni tetikleyen merak… Kesif bir salgı teri alnımda boşalıyordu; yorgunluk ve umut kaybı nedeniyle beynim zonkluyordu adeta.
Leyli evimize vardığımızda tan hala sökülmemişti. Kendimi yazlık huğluma atarken Cino, huğluğun basamak yerinde, kafasını iki ön patisinin üstüne koyup yatmaya koyuldu. Az sonra ilerdeki kilerde-erzak deposu- birkaç yabani domuzun patates, soğan çuvallarını dağıtığını, bir iki tanesi de sebze bahçesinde marul, lahanaları eziyor gördüm. Cino, bu kez ne havladı ne de oralı olmuştu, zavallı çok yorgun olmalıydı… Pompalı tüfeğimle onları korkutup kaçmalarını sağlamıştım.
Gündüz uykusuna yatmadan önce bir çay demlemeyi sonra yatmaya karar verdim. Tel kilerde isli çaydanlığı alıp ateşe koydum. Taştan iki ayaklı ocakta sürekli kaynar suyum olurdu fakat etrafta uzun bir yolculuğa çıktığımda ateşi söndürür öyle giderdim. Çayımı içerken şafak sökülmüştü; mavi, kızılımsı, turuncu bulutlar güneşin doğuşuyla her biri bir yana çekilmişti. Seher yeli bilincimi toparlarken; gelişi bahar yeşili, anılara açılan ılık tahayyüllerle dolu Elzem’in yüzünü canlandırmıştım, uzun süre uzaklarda kaldığım gözlerime... Sırtım huğlumdaki taş yastıkta, ayaklarımı uzatmış uzakları izliyordum. Gene Pamuk kız’ın yüzü, beyaz teni, iki yanağında iki gamzesi özlem dolu yüreğimde yankılandı. Pamukkız hem güzel hem de iyiydi…
Güzel ve iyi insanlar, kalabalık içinde neden bu kadar yalnızdırlar?
Güzel ve iyi insanlar azınlıkta olması, hayatı acımasızlaştıran kötülerin çoğunlukta olmasındadır; ben burada bir başıma çok canlılarla iletişim içindeydim; kelebeklerin kanat çırpmasını, çekirdeklerin, budakların tomurcuklandığı sesleri duyabiliyordum. Dalgaların ile bataklardaki kurbağaların ahenkle seslerine karışan çırçır böceklerin bitip tükenmez repertuarlarındaki son ve güncel melodileri her gece dinleyebiliyordum ve tüm bunlar beni sağaltmaya yetiyordu, arada bir gelen deli saçmalığım ve o esrarlı notun hayatıma girmeden önce her şey yolundaydı. Bir dağın koynunda geri kalan ömrümü sonsuza dek burada geçirmeyi ve burada bir ‘ben’ varım hikayesini yazabilmekti amacım. Bir kırılgan kahramanın ölümünden, kendine dönüşüydü ve kendime dönüş yolculuğuydu bu anlattıklarım.
Güneş tüm güleçliğiyle yüzünü göstermiş rotasını şaşmadan tepeye, en yükseğe doğru yol alıyordu. Güneş yükseldikçe etrafında pusu kuran bulutlar kenara çekilip yol verirken, kısa bir süre sonra buharlaşıp yok oluyorlardı; akabinde güneşin güçlü aydınlığı, sıcaklığı dünyaya hakim oluyordu.
Güneş usul usul yükselirken ben uyumuşum. Gizemli not, sonu olmayan tünel ve içinde olduğum buhranlık ruhumu içten içe kemirmişti.
Düşselimde, tünelin sonuna vardığımı görüyordum. Tünelin bitiminde kalabalık insan selin aktığını, notu yazan kişinin aslında gerçek olmayan bir reenkarnasyon olduğunu; çok ağır bir ruh göçün altında olduğumu sezdiriyorlardı.
Gün batımına az kala uyandım! Uyanmamla yanı başımda dikilen Pamukkız! Kucağında Cino ile bana bakıp güldüğünü gördüm. O gülerken ben gene düş görüyor sanırken o bana “bu ne uykusu? Gören de gece beşik sallamış sanır” dedi. Elerimi ısırdım gerçek mi, düş mü diye fakat gerçekti. Merakla “Buraya nasıl geldin? Baban nerde?” dememle
“bu gece misafirinim! Babamdan izin alıp da geldim, korkma… Zaten babam bana, git o delinin durumu iyi değil diye gönderdi”
“ya… Hayret…”
“Bu akşam biraz sohbet ederiz, değil mi? Fakat metafizik şeylerden konuşmayalım olur mu?”
Cemal amca, beni çok severdi fakat kendimi böyle uzaklara atmam, münzevi bir hayata atılmama kırılmıştı. Ona ‘ormanların münzevi bekçisi oldum’ demiştim!
“Eee, hoş geldin Pamukkız! Seni ağırlamak benim içim onurdur!” derken bile kızın buraya nasıl geldiğini düşünüyordum hala. Onun gelmesi neşemi yerine getirmiş fakat burayı öğrenmesinden kaygılıydım. Yalnız olmanın sırları deşifre olacağından korkmuştum. Pamukkız “gelirken bira, peynir, sarma, kekler ile kuru gıdalar getirdim” dedi.
“Peki, elindeki mumlar ne işe yarayacak? Burada ay ışıkları varken insan yapımı muma ne gerek olacak ki? Bu gece güzel bir mehtap bizi bekliyor!” dedim
Pamukkız, bir sırı gizlercesine “Akşam olsun da… Mumların ne işe yarayacağını öğrenirsin” dedi.
Neyse akşam yemeği için hazırlık yapmaya koyuldum. Dün gece avladığım bir dağ keçinin eti tel dolabından çıkartıp, ızgaraya koydum bir yandan da yeşilliklerden dereotu, nane, fesleğen, defne gibi aromalı bitkilerden karışık bir salata hazırladım. Yemek ve salata hazırlanmış huğluğun yanındaki geniş uzun taş masaya, eski ama temiz bir örtü serdim. Ben bunları hazırlarken Pamukkız bazen yardım etti bazen de Cino’yla oynamıştı.
Güneş batmıştı. Az sonra mehtap… Mehtapta yemek yerken Pamuk kız’a “sahi burayı nasıl buldun?” dedim. Pamuk kız kahkahayla gülmeye başladı ve Cino’ya bakarak “aslında pek zor olmadı! Sahile geldiğimde sana seslendim fakat sana sesimi duyuramadım fakat Cino sağ olsun! O sesimi duyup koşarak sahile yanıma geldi ve elimden tutup buraya getirdi…” şaşırmıştım ve Cino’nun onu getirdiğine bin yıl düşünsem aklıma gelmezdi.
Cino’ya “Aferin Cino, al sana pişmiş bir kemik” deyip önüne attım, Pamukkızın, gözüne girmek için bunu yapmıştım fakat onun burayı görmesinden de kaygılıydım. Neyse olan olmuş, iyi de olmuştu en azında bu gece tüm birikimlerimi, yaşadıklarımı ona damıtıp rahatlayacaktım. Pamukkız ayrıca iyi bir dinleyicidir, asla sıkılmaz yeter ki onun istediği doğal hayatla ilgili olsun
Devamı var...
Yazımı günün seçkisine layık gören değerli seçki kuruluna ve Edebiyat defteri ailemize çokça teşekkürlerimle...
YORUMLAR
" Gündüz uykusuna yatmadan önce bir çay demlemeyi sonra yatmaya karar verdim. Tel kilerde isli çaydanlığı alıp ateşe koydum. Taştan iki ayaklı ocakta sürekli kaynar suyum olurdu fakat etrafta uzun bir yolculuğa çıktığımda ateşi söndürür öyle giderdim. "
Yazının diğer bölümlerini okumadım ama hayli güzel bir yazı serisi olduğu belli. Okurken insanı sıkmadığı gibi, yer yer değerli bilgilerle de süslenmiş.
Yukarıya alıntıladığım bölüm aklıma geldi de, sıcak suyun hiç eksik olmuyormuş, hem de odun ateşinde. Buna odun mu dayanır be kardeşim, ormanın kökünü mü kurutacaksın:)) Biz eskiden çamaşır suyunu kazanda kaynatırdık ta ne odun giderdi. Oradan biliyorum:))
Tebrikler, saygılar...
DemAN
Onurlandırdınz ...ve tabi ki gülümsettiniz de, ben de rahmetli annemin dere kenarında büyük kazanlarda çamaşır günlerini anımsadım. Aynen katılıyorum odunların canı çok yandığına fakat inanın büyüklerimizin hayat öğretilerden çok etkilenirdik; biz kesinlikle yaş ağaç kesemezdik "Yaş kesen baş keser" sözü bize ezberletmişlerdi. O günleri çok özlediğimi bir kez daha bana duyumsattınız.
Tekrar çok teşekkür ederim, gelip değer katığınız için çok sağolun efendim
Sevgi ve saygılarımı gönderdim
pamukkızı'ı iyi ki cino alıp getirmiş...
kahraman sayısı da artıyor...
seri daha da bağlıyor okuru...
bakalım daha neler neler olacak bu yazı dizisinde...
teşekkürler...
============================ e d i b / a h m e t
DemAN
Selamlarımla
DemAN
Sevgiyle kalın