Ağır İsyan
Fotoğrafçıydım ben, özgürdüm geziyordum. İstediğimin resmini çekip para kazanıyordum. Bazen bedava çalışıyordum. Sonra beni durdurdular. “otur” dediler. Gitme bir yere hep burada dur. Ayrılma bilelim nerede olduğunu. “bilin” dediler. Elimizin altında ol. Kim mi dedi bütün bunları? Kim olacak sağımdakiler, solumdakiler, evimde sokağımda olanlar. Gezerken çektiğim resimlerden benim duyduğum mutluluğu duyamayanlar. Onlar gibi olmamı istediler. Onlar gibi olmayan herkesi çağırıyorlardı. Durdurup oturtuyorlardı bir yerlere, ellerini üstlerine koyuyorlardı. Ben de bu elin altında kalanlardandım. Kaçmak istiyorduk, kurtulmak, umarsızca gezmek eskisi gibi. İşte o an bizi bağlıyorlardı. Bazen bir eve, bazen bir borcun altına, kanunlara kurallara. Bazen de umulmadık bir biçimde bizi birbirimize bağlıyorlardı. Bağlanmış, tutsak buluyorduk kendimizi. Ağırlaşıyorduk her bağlanmayla, hareket edemiyorduk, ki gücümüz yetmiyordu. Bunu biliyorlardı, ne kadar bağlanırsak o kadar iyiydik. O kadar tutsak, o kadar ellerinin altındaydık. Sonra bizi karşılarına alıyorlardı, sayıyorlardı, kapalı odalara sokup izliyorlardı. Kendi yaptıklarını izletiyorlardı. İzleşiyorduk yani. Yatacağımız, oturacağımız, ve yiyeceğimiz zamanı, sevinip üzüleceğimiz zamanı bir onlar biliyordu, biz biliyor olamazdık. Kim mi biliyordu bütün bunları? Biz olmayan, gitgide ben olmayan herkes. Sonra eski yalnızlığımızı özletecek yeni bir yalnızlık doğuyordu içimizde. Umudumuz da kalmıyordu, hem esirdik de artık. Nasıl yaşayabilirdik. Bağlamışlardı bizi kendi görünmeyen bağlarımızla. İsyan edemiyorduk. Buna da gücümüz yetmiyordu.
Sonra susuyorduk git gide. Git gide içimizden konuşuyor, içimizden yaşıyorduk dünyayı. Kimse duymuyordu bir diğerini. Böylece yalnızlığımız derinleşiyor onlarsa güçleniyordu yavaş yavaş. Savaşıyorduk bunun farkındaydık. Ama bizi bize kırdırmışlardı. Bunu anlayamamıştık. Güzel gelmişti başlarda, övmüşlerdi bu davranışı “çok insanca, çok medeni” demişlerdi. “insan oldunuz artık” demişlerdi. Böylelikle almışlardı bütün silahlarımızı ve zırhlarımızı ve onların savaşı hiç de adil olmuyordu. İstiyorlardı, aç tavuklar gibi sürekli istiyorlardı. Ne istediklerinin önemi yoktu. Yeter ki istesinlerdi. Bizim verecek hiçbirşeyimiz kalmamışken, veremeyeceklerimiz bile tükenmişken, onlar sürekli istiyorlardı. Ne istediklerinin önemi yoktu. Veremesek de bu yükün altında kıvranmamız yeterliydi onlar için. Birini yolda gördüğümüzde rahatsızlanıyorduk, tüylerimiz ürperiyordu. Gözleri üzerimizdeydi, gözleri heryerimizde ve olduğumuz heryerdeydi. Bize bazı işler verip sonra denetliyorlardı. Bu görevleri yerine getirebildiğimiz kadar iyiydik. Mesela onların sevdiği müzikleri sevmek görevlerimizden biriydi. Görevini layıkıyla yerine getirmeyene iyi gözle bakılmıyordu. Hemen bir yerlerinden yakalanıyor, yoksa yakalanabileceği bir uzuv monte ediliyor ve tutulup oturtuluyordu. Bu işlemlere direnen ve kurtulmayı başaranlar ise çeşitli damgalarla işaretleniyordu. Bizden büyük bir grup bu baskıya karşı koyacak gücü bulamıyorduk kendimizde ve onlardan biri oluyorduk. Bizi içlerinde eritiyorlardı. İçlerinden bazılarını hayatlarımıza yapıştırıyorlardı, bizi kendilerine mahkum ediyorlardı. Ve kendi gardiyanlığımızı içimizden bir yerlerden gelen -onlara sorarsanız pek insanca- duygulara yaptırıyorlardı. Böylece bizimle uğraşmak zorunda olmadan yeni avların peşine düşebiliyorlardı. Dedim ya, biz bilmiyorduk, bilemezdik de, çünkü ancak onlar bilebilirdi. Kim mi onlar? Bilemediklerimizi bilerek bizi eritenler.
Asi olanlarımız için şehirlerde, sokaklarda ve hatta evlerimizin içinde, görünmez duvarlardan örülmüş amansız hapishaneler yaptırmışlardı. Aşamıyorduk bu setleri. İstediğimiz yerde yemek yiyemiyorduk, istediğimiz filme gidemiyorduk. Böyle bir yeltenmeyle hareket ettiğimizde ise onların yüzünde hep beraber takındıkları o meşhur ifade “ buraya ait değilsin”. Bizim içimizden başkaldıran bazı gruplar işte bahsi geçen yerlere ait değillerdi. Görünüşte bir zorlama yoktu, sanki herşey normal seyrinde ilerliyordu. Ama insanların arasındaki duyumsanamayan dil yürürlüğe girince nerede nasıl olduğumuz önemini yitiriyor ve kutsal toplumun ruhani ve fiziksel arınma faaliyeti başlıyordu. Gözleriyle, elleriyle, seslerinin tonuyla bize haddimizi ve dolayısıyla yerimizi bildiriyorlardı. Çünkü buna hakları vardı, öyle olduğunu biliyorlardı, onlar biliyorlardı. Aramızdan bazıları ise onların saflarına katılmalarına rağmen bütün imtiyazlara sahip olamıyordu. Eski hayatının utanç verici izleri heryerde karşısına çıkarılıyor hatta bazen yaptığından pişman oluyor ve fakat onu o kısacık zaman dilimi içinde öyle güzel bağlarla o denli güçlü bağlamış oluyorlardı ki bu tuzaktan kurtulması imkansız hale geliyordu. Bütün bu didinmenin sonunda büyük senaryonun payımıza düşen bölümlerini yaşamak zorunda bırakılıyorduk. Günlük eylemlerimiz ve düşüncelerimiz ve hatta duygularımız dahi edilgen bir çerçevede hayatımızdaki ve toplumdaki yerini alıyordu. Herşey toplumsal düzene ve kadim işleyişe-ritme uygun olmalıydı. Biz bu işleyişi biryerlerinden kurcalıyor olmalıydık. Aksini düşünmek bile istemiyorlardı. Bu savaş onların günahı olmamalıydı. Sonuçta dışlanıyor ve itiliyorduk. Bazılarımız ise günlerini kendinden geçmiş bir münzevi olarak yahut toplum mekaniğinin içindeki çarklardan birinin taklidini yaparak geçiriyordu. Biz gerçek değildik, bunu biliyorduk. Ne gerçek bir birey, ne de gerçekten isyankarlardık. Ne söylenirse onu yapmaya meyilli ve bir anlamda mahkumduk.
Bizi çok zorluyorlardı, onlara kalsa sürekli bir meşgalemiz olmalıydı. Kim mi meşgul ediyordu bizi? Bizden başka meşgalesi olmayanlar. Evlerimizde odalarımıza, işyerlerimizde ise masalarımıza hapsediliyorduk. Sokağa çıktığımızda çevremizde sessizlikten, yadırganmaktan ve ürkek bakışlardan yapılmış bir duvar oluşuveriyordu aniden. Otobüslerde bize yer vermiyorlardı, kimse bizi kaale alıp adres veya saat sormuyordu, hatta sigarasını yakmak için ateş bile istemiyordu. Sokağın bu en sorgusuz, en ayrım yapmaz davranışlarından bile bizim payımıza düşen ve yine edilgen bir çerçevede maruz kaldığımız bir mahrumiyetimiz vardı. Çünkü onlar kendilerine ve kendilerinden gelenlere böyle öğretiyorlardı, öğreteceklerdi de.
Dışarıda bir savaş vardı, onlarla bizim aramızda geçen ve taraflardan birinin kazanmak için hiçbir çaba sarfetmediği, varlığı bunu gerektiren bir savaş.