- 1525 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. MUHAMMED'İN (sa) ÖRNEKLİĞİ / MEKKE'DE 12 YIL (13)
... devam ediyor
MEKKE’DE GELEN HÜKÜMLER (4)
ÇOCUKLARINIZI ÖLDÜRMEYİN
“Çocuklarınızı öldürmeyin” ayeti doğrultusunda konuyu, sosyolojik, ideolojik, siyasal açıdan genişletebiliriz. Genişletmenin boyutlarını anlamak için bazı örneklere ihtiyacımız var. O nedenle tarihi kaynaklardan birkaç örnek vermenin iyi olacağı kanaatindeyim. Bundan önceki bölümlerde İslam’ın hiçbir zaman savaşı öne çıkarmadığı, İslam’ın yayılmasında (tebliğinde) bile savaşı en sona bıraktığından söz etmiştik. Zaten Müslümanlar devlet olmadan savaş hukukundan sorumlu tutulmamışlar. Savaş hukuku Müslümanların devletinin uygulama yetkisinde olan bir hukuk olarak emredilmiştir. Müslümanların devleti savaş hukukunu uygulamadan önce, İslam’a daveti, daveti birinci planda tutmuş, savaş daima en sona bırakılmıştır. İslam’ın temel prensiplerinde savaş, din düşmanlarına karşı çıkarılmaktan ziyade, zulme, savaş çıkaranları durdurmaya, insan hak ve özgürlüklerine engel olanlara karşı yapılır. Din düşmanları veya İslam dinine inanmayanlar, savaş çıkarmadıkları, insanlara zulmetmedikleri, İslam’ın tebliğine engel olmadıkları müddetçe, asla Müslümanlar onlara savaş açmazlar. Prensiplere aykırı savaş çıkaranlar Müslümanlar dahi olsa, zalim, tağut kapsamında değerlendirilirler.
İslam’ın savaş prensiplerinde, savaşmayanla savaşılmaz prensibi daima öne çıkarılmıştır. Bir toplum asker çıkarıp cepheye savaşmaya gelmişse, savaşın muhatabı savaşa gelenlerdir. Savaşan toplumun arkasındaki, savaşmayan, çocuklar, kadınlar, hastalar, yaşlılar, halk üzerine savaş açılmaz. Günümüzün savaş stratejisi olan uçaklarla, toplarla, uzun menzilli füzelerle yerleşim alanlarının bombalanması İslam’ın savaş hukukunda kabul edilemez. Düşmanlar yapıyor bizde yaparız, onlara dersini veririz mantığı, Allah’ın savaşla ilgili koyduğu kurallara aykırıdır. Müslümanlar hiçbir konuda Müslümanların hocası olamaz. Müslümanların eğitici Allah’tır. Savaşmak için cepheye gelen askerlerin arkasında olan toplum, cephedeki savaşanları desteklese bile, Müslümanlar, “onlar askerlerini destekliyorlar, savaşı destekliyorlar” deyip halkın üstüne ateş açamaz. Bu açılardan değerlendirildiğinde İslam’ın savaş mantığı, saldırıdan ziyade, müdafaa savaşı esprisini taşır. İslam’ın savaş kuralları dikkate alındığında, çocuklar hiçbir şekilde savaşa dâhil edilmemiştir. Ne düşmanların yerleşim alanları bombalanarak, ne de savaşa çocuklar alınarak, çocukların öldürülmesi gerçekleştirilemez. Allah’ın “çocuklarınızı öldürmeyin” ayeti doğrultusunda gerçekleşen savaş kuralları, nesillerin korunmasında temel kural olarak öne çıkarken, çocuk yaştaki insanların, Müslüman veya Müslüman olmayan toplumların çocuklarının, henüz temyiz, yani dini seçecek yaşta olmadığından taraf olarak görülemez.
Ne yazık ki Müslümanların tarihi, İslam’ın savaş hukuku uygulamalarında, kural dışına çıkılarak, İslam’ın kurallarına aykırı davranışlarla doludur. Sergilenen aykırı kurallarla çocuklar, kadınlar, yaşlılar, hastalar öldürülmüştür.
Osmanlı hanedanlarının, “iktidar kavgası ve çıkar mantığı” ile şehzadelerinin boyunlarının vurdurulmasının, bebeklerin beşikte öldürülmesinin İslam’la yakından uzaktan ilgisi yoktur. Bu tür eylemleri gerçekleştiren, gerçekleştirilmesine izin veren herkes, yarın insanı haksız öldürmek suçuyla Allah katında yargılanacaklardır. Bunlar bugün Müslüman toplumların kutsallaştırdığı, kahramanlaştırdığı kişiler olsa bile, Allah’ın hesabından kurtuluşları olmayacaktır.
Tarihte Moğol hükümdarı Cengiz ve Timur hanlarının ülkeleri istilaları meşhurdur. Önlerine çıkanları öldürmüşler, şehirleri, köyleri yakıp yıkmışlardır. Özellikle Müslümanların o dönemdeki başkenti olan Bağdat’a saldırıları tarihin en büyük kanlı istilası olmuştur. 1200 – 1300 yılları arasında Moğollar, çekirge sürüsü gibi girdikleri her ülkeyi talan etmişler, çocuk, kadın hepsini kılıçtan geçirmişlerdir.
Hun İmparatoru Attila 445 yılında iktidarı eline aldığından itibaren, dünyayı kana bulayan bir komutan olarak karşımıza çıkar. Topladığı binlerce askeri ile, önüne çıkan herkesi yenerek Roma’ya kadar gelmiştir. Roma imparatorluğunu araya giren Papa kurtarmıştır. Tarihi bilgilere göre, Roma imparatorluğunun topraklarını saldırılarıyla mahvetmiştir. Roma’yı tam yıkmak üzere iken, papanın karşısına çıkmasıyla Hıristiyan olmuş… Papanın talimatıyla kuzeydeki putperestlerle savaşa gitmiştir. Bugünkü Macaristan (hungari) toprakları, hun imparatoru Atilla ve ordusunun memleketi olmuştur. Kısa bir süre sonra 453 yılında ölmüştür.
Milatta önce 480 yılında bugünkü Yunanistan’da bulunan Isparta’dan çıkan 500 kişilik ordu, önüne çıkanı öldürerek İran’a kadar gelmiş. Geçtiği Anadolu üzerinde işlemediği cinayet kalmamıştır. İran ordusuyla karşılaşıncaya kadar 200 kişi kaybetmiş, İran ordusunu 300 Ispartalı bozguna uğratmış. İran kentlerine saldırmıştır. Önlerine çıkan kadın, çocuk, yaşlı demeden hepsini öldürmüşlerdir.
Makedonyalı İskender, yapmış olduğu doğu seferinde, Makedonya’dan çıkarak Hindistan’a kadar ordusuyla gitmiş. Önüne çıkan bütün devletleri yıkmış. İnsanlarını katletmiş. Orduları girdiği yerlerde kadın, çocuk demeden hepsini kılıçtan geçirmişlerdir. Ancak savaşmadan teslim olan halklar kurtulabilmişlerdir.
Osmanlı padişahı Orhan gazi veya 1.Murat tarafından kurulduğu söylenen yeniçeriler, askeri sistem olarak, fethedilen topraklardaki gayri Müslim halkların çocukları askere alınıyordu. Onlar kurulan yeniçeri ocaklarında, Hıristiyanlarla savaşta kullanılmak üzere asker yetiştiriliyorlardı. Onların din eğitimi için Bektaşi şeyhleri görevlendirilmişti. Osmanlı halkı genelde Sünni kültürünü esas alınırken, Hıristiyan çocukları yeni çeri ocaklarında Bektaşi olarak yetiştiriliyorlardı. Evlenmeleri yasaklanıyor. Namaz kılmaları aranmıyor. İçki içmelerine ses çıkarılmıyor. Aksine serbest bırakılıyor. Buluğa girip erkek olduklarında bekar evli olmadıkları içincinsel ihtiyaçlarını, etraflarındaki yerleşim alanlarında oluşturulan Hıristiyan kadınların çalıştırıldığı genel kadınlarla gideriyorlardı. Ancak yeniçeri ocaklarında rütbelerle yükselip, üst düzey komutasına gelenlerin evlenmesine izin veriliyordu. Hatta birçok yeniçeri ağası devlette üst kademelere kadar gelmişti. Yeniçeri ocakları, Osmanlının Hıristiyan çocuklarını, yine Hıristiyanlara karşı savaşlarda öldürmek için düzenlediği bir sistemdi. Ocak dışına çıktıklarında, içki, kadın ve diğer alışverişleri için onlara ulufe verilirdi. Yeniçeri ocaklarının yapılanma amaçları, çizgisi, İslam’ın tebliği ve hükümran kılınmasından çok, “çocuklarınızı öldürmeyin” ayetiyle muhatap alınacak cinayetler kapsamına giriyordu. O dönemlerde oluşturulan Bektaşilik din anlayışı, Sünni anlayışın aksine, içkiyi serbest kılarak, yeniçerilerin diledikleri kadar sarhoş olabilmelerini, evlendirilmemeleriyle doğan ihtiyaçlarını o günün genel evleriyle gidermelerine izin verecek şekilde sistemleştirilmişti. Girdikleri ülkelerin kadınları, çocukları üzerinde dilediklerini yapabilecek anlayışa sahiptiler. Osmanlının yeniçeri ocakları dışında oluşturduğu askeri birlikler ise aynı mantaliteye sahip değildi.
Osmanlının yeniçeri ocaklarının yapısını daha iyi anlayabilmek için şöyle düşünebiliriz. Mesela yeniçeri ocaklarının benzerini bugün batılılar kursalardı. Müslümanların çocuklarını devşirip, Müslümanlarla savaştırılmak üzere askeri birliklerde asker yetiştirilirken, yarım Hıristiyan yetiştirilselerdi. Onların Hıristiyan toplumlarla ilişki kurması, Hıristiyan kadınlarıyla evlendirilmesi yasaklansaydı. Ancak Müslümanların kurduğu ve Müslüman kadınların, kızların çalıştırıldığı genel evlerinde cinsel ihtiyaçlarını karşılasalardı. Bugün batı dünyası böyle bir eylem gerçekleştirseydi. Biz Müslümanlar olarak ne derdik? Aferin çok iyi yapmışlar mı derdik? Yoksa bu tür bir eylem insanlığa karşı yapılmış en büyük zulüm mü derdik?
Bir kez daha tekrar ediyorum. İyi düşünelim. Müslüman çocuklar alınıyor. Askeri birliklerde Müslümanları öldürmek üzere beyinleri yıkanıyor. Yarım Hıristiyan yapılıyor. Kiliselere girmeleri yasaklanıyor. Hıristiyan toplum içine girmeleri yasaklanıyor. Hıristiyan kadınlarla evlenmeleri yasaklanıyor. Cinsel ihtiyaçlarını Müslüman toplumlardaki fahişeler yoluyla giderilmesine izin veriliyor. Bugün Müslümanlar böyle bir şeye razı olabilirler mi? Diyelim ki Hıristiyanlar bugün üstünler. Bu şekilde uygulamalar yapıyorlar. Osmanlının kurduğu yeniçeri ocakları gibi, askeri sistem kurup, Müslümanları kendi çocuklarıyla öldürüyorlar. Müslümanlar, batılıların böyle şeyleri yapmaya hakları var, yapabilirler mi diyecekler? Yoksa bu tür şeyler dünyanın gelmiş geçmiş en büyük zulmüdür mü diyecekler? Adil olmayı esas alan Müslümanların bu sorulara doğru cevap vermeleri gerekir.
Birinci dünya savaşında, Müslüman çocuklar Ruslara karşı savaştırılmak üzere askere alınarak kış ortasında Sarıkamış’ta ölüme terk edilmişlerdir. Düşünebiliyor musunuz? Sarıkmış da hiç savaşmadan ölenlerin sayısı 90.000 kişiydi. Hâlbuki aynı dönemde aklı çalışmaz dediğimiz Ruslar, bu kışta savaş olmaz diye sıcak kışlalarından çıkmamışlar. Dinlenmeyi, eğlenmeyi yeğlemişlerdir. Ama çıkarına, şanına, şerefine, hırsına düşkün güya Müslüman Osmanlı paşaları, çocukların ölümüne emir vermişlerdir.
Bugün Müslümanların destansı anlatımlarıyla kutsallaştırdıkları 1915–1916 yıllarındaki Çanakkale savaşlarında, bazı tarihlere göre 250.000 şehit verildiği, genelkurmay açıklamalarına göre ise, 57.000 şehit, 10.000 kayıptan söz edildiği bildirilmektedir. İşgal kuvvetlerinin bir yıl sonra ellerini kollarını sallayarak geçtikleri Çanakkale boğazlarında bu kadar Müslüman çocuğunun öldürülmesi, “çocuklarınızı öldürmeyin” ayetiyle düşünülmesi gerekirken, kutsallaştırılıp, Allah’ın ayetlerinin dışına çıkan düşüncelerin göz ardı edilmesinin Müslümanlıkla ilgisi yoktur. Her şeyden önce, Almanların yanında savaşa girmenin veya 1.dünya savaşına girmenin mantığının, ne İslam’la, ne de İslam’ın savaş hukuku kurallarıyla hiçbir ilgisi yoktur. İngiliz yanlısı Osmanlı paşalarıyla, Alman yanlısı Osmanlı paşalarının hırs, mevki, makam kapışmasının sonucu girilen savaşın Müslüman topluluklara maliyetini düşündüğümüzde, bu savaş tam bir zulümdür. Allah’ın ayetlerini çiğneyen, padişahlar, paşalar dünyayı kana bulamışlarken. Çocuklarımızı öldürmüşlerken. Ne yazık ki bugünün fikir adamları, siyasileri, o dönemleri tarihsel kahramanlıklarla süsleyerek, Müslüman toplulukların gözlerini boyamışlar, Allah’ın ayetleriyle gösterdiği gerçekleri örtmüşlerdir. Bu kararmaya maalesef dönemin İslam âlimi bilinenlerde katılmışlardır.
Annemin, babamın dedesinden, kendi dedelerimden dinlediğim o döneme ait savaş hikâyelerinin, savaşların İslam’la bir ilgisi yoktur. Bugün 16 aylık askerlik süresini çok gören toplumumuz, acaba o günleri biliyor mu? Çocuklar 15–16 yaşına gelince askere alınıyorlar. Cephelere sürülüyorlar. Aileler hiç olmazsa çocuklarımızdan bize bir yadigâr kalsın diye erkek çocuklarını 14–15 yaşlarında evlendiriyorlar. Benim dedem bir erkek, başka erkek kardeşi yok. Babası bir erkek başka erkek kardeşi yok. Dedemin babası Yemen’de ölmüş. Kusura bakmayın ben şehit düşmüş demiyorum. Zira Yemen Müslüman bir ülke… Ben Müslümanların Müslümanlarla savaşında ölenlere asla şehit gözüyle bakmıyorum. Allah’ın Müslümanların Müslümanlarla savaşmasını yasakladığını biliyorum. Allah’ın yasakladığı bir savaşı, iktidar hırsları, kinleri, siyasi, ekonomik çıkarları uğruna yapanların, bu savaşlarda ölenlere şehit gözüyle bakılacağına inanmıyorum. Allah ayetinde kimlerin şehit olabileceğinden söz ediyor. “Onlar Allah yolunda öldürülürse onlara öldüler demeyin, onlar diridirler”. Allah’ın şehitliği tarif ettiği söylenen bu ayette, Müslümanların Müslümanlarla savaşı yoktur. Osmanlı iktidarını zulüm olarak değerlendiren Yemen savaşlarında Osmanlı 350.000 – 400.000 civarında askerini kaybetmiştir. Bu askerlerin çoğu 15–16 yaşında Anadolu’dan toplanan çocuklardır. “Burası Yemen’dir. Giden gelmiyor nedendir?” ağıtlarıyla tarihimize yazılan bu kara günlerin, ne adaletle, ne İslam’la, ne de insanlıkla ilgisi yoktur. Padişahın, padişahların iktidar hırsıyla ölüme gönderilen bu çocukların durumu herhalde “çocuklarınızı öldürmeyin” ayetiyle muhatap kılınacaktır.
Annemin dedesi İsmail’den dinlediğim savaş hikâyelerinde, otuz yılı aşkın askerlik yapıp, Yemen’e gitmekten kurtulduğunu, gitseydi dönmeme ihtimalinin yüksek olduğunu duymuştum. Ona dede sen otuz yıl sonra nasıl geldin dediğimde, oğlum ben süvari birliğinde borazancıydım. Komutanların yanında duruyordum. Boruyu öttürüyor, süvari birliğini düşman üstüne salıyorduk. Baktık askerimiz yeniliyor. Ricat borusunu çalıp herkesten önce kaçıyorduk, diyordu. Yani büyük dedem, cephe gerisinde durarak, herkesten önce ricat ederek hayatını kurtarmıştı. Babamın babası dedem, 15 yaşında kendini cihan savaşının sonlarında bulur. Ancak cihan savaşı dedem askeri birliğine ulaştığında bitmiştir. Erzurum taraflarında silahları ellerinden alınarak terhis edilir. Haydi, gidin memleketlerinize denilir. Düşünebiliyor musunuz? Yıl 1920 ve 15 yaşında bir çocuk, Erzurum’da silahı bıraktırılarak evine gönderiliyor. Peki, ne ile gidecek? Cebinde parası var mı? Isparta’ya kadar nasıl gelecek düşünen var mı? Elbette hayır. Bayramlarda köye gittiğimizde ağzından dinlediğimiz bu hikâyeler bugün bile tüylerimi dikenleştiriyor. Dedem ve batıya doğru gelen arkadaşları yürüyerek memleketlerine doğru gelmeye başlıyorlar. Açlıklarını köylerden gideriyorlar. Ancak toplum savaşlardan çıkmış. Savaşın arkasından kıtlık ülkeye hâkim olmuş. Onun için bazı köyler onları kabul etmiyor. Etseler bile yollara düşmüş askerleri doyuramıyorlar. Onlarda köylerden yumurta, ekmek, tavuk, keçi çalıp boğazlıyorlar. Dedem Konya civarlarında Mustafa Kemal’in kurduğu askeri birliklerce hırsız olarak yakalanmış. Mahkemeye çıkarılmış. İdamıma üç kişi kaldı diyordu. Ali İhsan Sabit (tarihler hiç söz etmez, çünkü Mustafa Kemal’e karşıdır) idamların yapıldığı meydanı basmış. Mahkeme heyetine, “bu vatanın evlatlarını hırsız diye, eşkıya diye idam ediyorsunuz, vatan işgal altında, vatan evlatlarını öldürüp kiminle vatanı savunacaksınız” demiş. Mahkemeye el koyup, idamlıklar sırasında idam edilmeyi bekleyenleri, batıdaki askeri birliklere savaşmak için göndermiş. Yani öyle bir seçenek ki, ya idam sehpası, ya da vatanı işgal eden düşmanların kurşunları… 15 – 16 yaşındaki çocukların seçeneği var mı? Allah aşkına bütün bu uygulamalar, uygulamaların doğmasına neden olan savaşlar, Allah’ın “çocuklarınızı öldürmeyin” ayetiyle muhatap olmayacak mı? Zira bu savaşları hiçbir zaman bu çocuklar çıkarmadı. Onların aileleri çıkarmadı. Keyfine düşkün, makam, hırs peşindeki padişahlar, paşalar çıkardı. Sonra bütün faturayı millete ödettirdiler. Allah onlara bunun hesabını sormayacak mı?
Mısır’daki Memluklu saltanatına son vermek Halifeliği ilga etmek için Yavuz Sultan Selim ordularıyla Mısır’a doğru hareket etti. Yol güzergâhında birçok savaşlar yaptı. Anadolu, Irak, Ürdün, Filistin ve Mısır güzergâhında Halife yanlısı ordular, halklar yok edilerek binlerce insan katledildi. Katledilen insanların hepsi Müslüman’dı. Mevcut halifeye isyan edenler İslam hukukuna göre isyancılar olarak yargılanıyordu. Hukuka göre halifenin orduları galip gelseydi, Yavuz Sultan Selim, isyancı olarak öldürülecekti. Halifeye savaş açan ordular ölümle cezalandırılacaktı. Ama tersi oldu. İsyankârlar galip geldi. Mısır’daki Halifenin ordularını yok etti. Binlerce insan. Binlerce halk. Hepsi Müslüman. Tarihi bilgiler, savaşılan yerlerdeki derelerden, nehirlerden aylarca kan aktığından söz eder.
Birinci dünya savaşı ve İkinci dünya savaşından sonra dünyamızda çıkarılan savaşlarda binlerce, milyonlarca insanımız katledildi. Niçin? Paranın gücü için mi? Enerji kaynakları için mi? Ülkelerin birbirine üstünlüğü için mi? Yoksa gerçekten insanlığın hayrı için mi? İnsanlık Allah’ın ayetleri doğrultusunda yaptıklarını sorgulamalıdır. Aksi halde çocuklarının hayatını yok etmeye devam edecekler. Oluşturdukları dünya düzeninde insanların yaşamasına izin vermeyecekler. Bindiği dalları keserek, geleceklerini yok edecekler. Tabi kendileri de oluşturdukları değirmende yok olup gidecekler.
1970’li yıllarda, MTTB ve Akıncılar derneklerinde aktif faaliyetlerimiz olmuştu. O dönemlerde, MNP, devamında MSP Müslümanların partisi olarak biliniyordu. Uzun yıllar AP’YE oy vererek kendilerini dinsizliğe karşı koruduklarını zanneden Müslümanlar, Erbakan’ın kurduğu partilere katılarak düzene karşı çıktıklarına inanıyorlardı. İnancımızla ilgili kaygılarımız gereği hizmet yapma eğilimleriyle Isparta’da MTTB ve Akıncılar derneklerinde haftalık toplantılar düzenliyor. Her hafta bir seminer vermeyi ilke ediniyorduk. Toplantılarımıza bazen büyüklerimiz gelirdi. Onlar Isparta’nın varlıklı, asil aileleriydi. Genelde hepsinin bir işyeri vardı. Nedense çocukları olsa da MTTB ve Akıncılar derneğinde yapılan etkinliklere göndermiyorlardı. Kendileri arada bir uğrar. Etkinliklere gelen gençlerin sırtını sıvazlar. Mücahit bunlar, mücahit derlerdi. Ama kendi çocuklarını mücahitler içinde görmek istemezlerdi. Etkinliklere katılan gençler genelde, AP ve CHP’Lİ ailelerin çocuklarıydı. Başkalarının çocuklarının sırtını sıvazlayarak onların mücahitliklerini kutsuyorlar. Gençlerin Allah yolunda şehit olabileceklerini söylüyorlar. Şehit olmanın kutsallığından söz ediyorlardı. Ama kendi çocukları için değil. Başkalarının çocukları için bunları söylüyorlardı. Sonraki yıllarda görüldü ki, böyle yapanların İslam’la ilgisi yoktu. Kendileri zenginliklerine zenginlik katarlarken, başkalarının çocuklarının sırtlarını sıvazlayarak köşeleri dönmüşlerdi. Kendi çocukları ise, mevkilerine mevki, makamlarına makam, zenginliklerine zenginlik katmışlardı. Bugün kendi çocuklarına sakın bu işlere karışmayın diyen aileler, başkalarının çocuklarını İslam adına kavganın içine sürüyorlardı. Onların mücadelelerinin ardına sığınarak, dünyevi varlıklarını iyice kuvvetlendiriyorlar. Gerektiğinde başkalarının çocuklarını çıkarlarına harcıyorlar. Harcamaları gün yüzüne çıktığında, “size kim enayi olun diye, bak bizim de çocuklarımız var, onlar sizin gibi ortalıkta dolaşıyorlar mı? Onlar sizin gibi anarşistlikle uğraşıyorlar mı?” diyorlardı. Hâlbuki onlar, toplantılarda gençlere gaz verenlerdi. Onlar çeşitli dernek, vakıf kurarak, oralardan gençleri idealleri için harekete geçirenlerdi. Gençler mücadele içinde yok olurken... Onlar geri planda, yaptıkları hizmetleriyle övünerek toplumda itibar sağlıyorlardı. Yok, olan gençlerin üzerinden yükseliyorlardı. Şöyle etrafınıza bir bakın. Samimi, içten İslam adına mücadele veren gençler bugün ne durumdalar? Onların sırtından geçinenler ne durumdalar? Elbette Allah herkesin yaptığının karşılığını verecektir. Ancak burada önemli olan, İslam dışı bu tür duygulara, düşüncelere, tavırlara Müslümanların artık izin vermemesi gerektiğidir. Bu tür istimrarcıların, ikiyüzlülerin, Müslümanlıkla hiçbir ilgisi yoktur.
Şu an ülkenin içinde yaşadığı duruma bakınız. Toplumların haklarını elinden alan bir düzen var. Haklarını talep eden insanlar var. Haklarını talep eden insanlar zayıfsa ses çıkmıyor. Haklarını talep eden insanlar güçlüyse ses çıkaracaklar. Ama nasıl? Silah lazım. Para lazım. Destek lazım. Paralar nereden geliyor? Silahlar nereden geliyor? Destekler nereden geliyor? İşte ülkemizde PKK hareketi… Arap ülkelerinde bahar hareketleri… Parasal açıdan zayıf, güçsüz Müslümanlar, birden bire silahlanıyorlar. Günlerce savaşacak hale geliyorlar. Nasıl? Hani Müslümanlar garipti? Hani Müslümanlar fakirdi? Üç kuruşluk hayat mücadelesini zor yapıyorlardı? Ne oldu şimdi? Müslümanların başına devlet kuşu mu kondu? Yoksa işin altında başka şeyler mi yatıyor. Toplumumuzda “terör” diye adlandırdıkları olaylarda yılda binlerce insan ölüyor. Ortadoğu’da baharlar nedeniyle binlerce insan ölüyor. Müslüman ülkelerde ikilikler, fitneler, karışıklıklar nedeniyle binlerce insan ölüyor. Ne yazık ki ölenlerin çoğu gençler, çocuklar…
Bütün bu örnekler çoğaltılabilir. Allah’ın ayetleri ve İslam’ın savaş hukuku kurallarına göre değerlendirildiğinde bu örneklerin “çocuklarınızı öldürmeyin” ayeti kapsamına girmediği söylenemez. Müslümanların, Müslüman olmayanların çıkardıkları savaşlar nedeniyle insanlık sürekli çocuklarını öldürmektedir. Fetih, işgal mantığıyla çıkarılan savaşların İslam’la hiçbir bağlantısı yoktur. Bu mantıkla çıkarılan tüm savaşlarda ister Müslüman olsun, ister Müslüman olmasın bütün öldürülenlerin durumu “çocuklarınızı öldürmeyin” hükmü çerçevesindedir. Çünkü Allah’ın ayetlerinde işgal zaten yasaktır. Fetih ise, Allah’ın takdirindedir. İslam’ın savaş hukuku ise asla saldırgan değildir. İslam’ın savaş hukuku, meşru müdafaa niteliklidir. Bu kuralın dışına çıkan her savaş, İslam’a aykırı çıkarılmıştır. İslam’a aykırı çıkarılan savaşlarda ölenler şehit olamaz. Öldürülen Müslüman ve gayri Müslim her kişi “çocuklarınızı öldürmeyin” ayeti kapsamına girer. Onun için Müslüman toplumlarda yönetici, komutan olmak zor iştir. Allah’ın adaletini esas alacak Müslüman yöneticilerin, komutanların, dünya, zafer, fetih, siyasi çıkar, mevki ve makam hırsı olmamalıdır.
Ne yazık ki, geçmişte ve günümüzde, insanların din duyguları, şehitlik kavramı kullanılarak, çocuklar, gençler ölüme gönderilmişlerdir. Hala da gönderilmeye devam ediliyor. Allah yolundaki mücadelenin, hırsla, kinle, intikamla bir ilgisi yoktur. Barışı esas alan İslam dini, savaşı, müdafaa savaşı olarak değerlendirir. Ancak tarih, kanlı savaşlarla doludur. İslam hukukuna aykırı savaşları çıkaranların Allah yolundaki mücadeleyle hiçbir ilişkileri yoktur. Çocuklar Allah yolunda mücadele adı altında, padişahların, kralların, komutanların, fetih, zafer, ganimet kavgaları, dünyalık hırsları, iktidarları için ölüme gönderilmişlerdir. Allah resulünün üzerine yürüyen düşmanlara karşı savaştığını hatırlamalıyız. Resulün aklından, hayalinden hiçbir zaman fetihler peşinde koşmak, zaferlerle hırslarını taçlandırmak geçmemiştir.
Allah’ın Nasr suresinde, “Allah’ın yardımı ve zaferi geldiği, insanların bölük bölük Allah’ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit, Rabbine hamd ederek O’nu tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tövbeleri çok kabul edendir.” Dediğini bilmemiz gerekiyor.
Ne tebliğ faaliyetleri sonucunda İslam’a bölük bölük gelen insanların… Ne Allah’ın yardımının gelmesinin… Ne de Allah’ın Müslümanlara zafer vermesinin insanların ameliyle bir ilgisi yoktur.
Eğer insanlar böyle bir düşünceye sahip olurlarsa, Allah’a yönelip tövbe etmeleri gerekir. Allah ayetlerinde bütün bu gerçekleri anlatmışken, ne yazık ki insanlar, fetihler, zaferler adına şehitliği istismar ederek gençleri ölüme sürüklemişlerdir. Onların ölümden sonraki hesapları zordur. Zira Allah, “çocuklarınızı öldürmeyin” derken, çocuklara sahip çıkmayı emretmiştir. Onlar ise, çocuklara sahip çıkma yerine, hırsları, idealleri, iktidarları için çocukları ölüme göndermişler. Ölüme gönderdikleri yetmiyormuş gibi, işledikleri eyleme Allah’ı, şehitliği alet etmişlerdir. Elbette böyle bir durumun cezası büyük olacaktır.
Günümüzde tarih bilinci adın altında verilen her türlü bilinç, “çocuklarınızı öldürmeyin” ayetiyle karşı karşıyadır. Tarih bilinci dediğimiz şey, tarihten gelen, dostluk, düşmanlık, kin, intikam duygularıyla çocukların bilgilendirilmesi, bilinçlendirilmesidir. Anneler, babalar, toplum, devlet… Kendi amaçları doğrultusunda, yine annelerinden, babalarından, toplumlarından, devletlerinden aldığı bilgilerle, bilinçlerle çocuklarını bilinçlendirirler. Böylece intikamla, düşmanlıkla, kinle yetiştirilen çocuklar birbirlerini öldürmek için dizayn edilmiş robotlara dönüşürler. En ufak bir kıvılcımla ellerine silahlarını alarak birbirlerine saldırırlar. Niçin? Tarihsel nedenleri vardır. Onların dedeleri, şöyle yapmıştır, böyle yapmıştır. Çocukların belki de olaylardan haberleri yok. Belki de bu çocuklar bir araya geldiklerinde çok güzel dostluklar oluşturabilecekler. Ama çocuklara yüklenilen kin, intikam, düşmanlık kavramlarıyla çocuklar, artık birbirlerine sevgi, saygı duymazlar. İnsan kalbinde oluşturulan bu şablonlar, çocukların özgür düşünmesini, Allah’ın onların kalbine yerleştirdiği sevgiyi, saygıyı, paylaşım değerlerini öldürmesini sağlar. Kalplerindeki sevgiyi, saygıyı, paylaşım değerlerini yitirenlerin yaşıyor sayılmaları zordur.
Allah’ın ayetlerinde örfler “atalar dini” olarak karşımıza çıkar. Atalar dininin koyduğu kurallar, Allah’ın diniyle uyuşmadığı müddetçe, yanlış yola sapmış, Allah’ın insanlar için ortaya koyduğu güzel değerleri öldürmüştür. Atalar dininin en büyük özelliği, insanların akıl etme, tefekkür etme, hükmetme haklarının elinden almasıdır. Allah insanlara, özellikle müminlere akıl etmeyi, tefekkür etmeyi, en güzel hükme ulaşmayı emrederken, atalar dini insanlardan bu hakları alır. İnsanlara akıl etmemeyi, düşünmemeyi, iradesiyle hüküm vermemeyi emreder. Akıl etmeyenin aklı atalar dini olur. Düşünmeyen insanların düşünceleri atalar dini olur. Özgür iradesiyle hükmetmeyen insanların hükümleri atalar dini olur. Böylece atalar dini insanları kendine köleleştirir. Atalar dinine köle olan insanların hayatları mahvolur. Hayatları biter. Yani ölürler. Atalar dinine köle olanlar artık diri değillerdir. Onlar üzerlerine ölü toprağı serpilmiş cansız varlıklar gibidir.
Düşünebiliyor musunuz? Allah yarattığı insana, akıl et, düşün, en güzel hükmü ver diyor. Bu yetkiyi insana veriyor. İradesiyle sorumlu tutuyor. Ama atalar dini, atalar dinin çerçevesinde oluşan, mezhepler, tarikatlar, cemaatler, insanlara aklını kullanma diyor. Düşünme diyor. Özgür iradenle hüküm verme diyor. Allah’ın verdiği bu yetkileri kullanmayı yasaklıyor. Niçin? Hangi hakla? Hangi yetkiyle?
İnsanlar Allah’ın insanlara tanıdığı hakları yok saydıklarında, nasıl bir din ürettiklerinin farkında değillerdir. Onların ürettiği din, Allah tarafından şirk olarak tarif edilir. Zira Allah insanları akıl etmek, düşünmek, iradi kararlarıyla sorumlularını belirlemek için dünyaya göndermişlerdir. Atalar dinine inananlar ise, insanlara, siz düşünmeyin, akıl etmeyin, iradi kararlarınızla sorumluluklarını belirlemeyin derler. İnsanlar için, akıl eden, düşünen, hüküm veren makamlar icat ederler.
Allah tövbe suresinin 31. Ayetinde “Allah’ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) rabler edindiler. Hâlbuki onlara ancak tek ilaha kulluk etmeleri emrolundu. O’ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.” diyerek, insanların bilginlerini, rahiplerini, Hz. İsa’yı kendilerine rab ilan ettiklerinden söz ediyor. Ayetin açıklamasında resul, onların bilginlerini, rahiplerini dinde otorite kurmaları, Allah’ın emirlerini bırakıp, bilginlerinin, rahiplerinin emirlerini uygulamaları olarak tarif eder. Meryem oğlu Mesih’i Allah’ın oğlu olarak ilan ederek yoldan sapmışlardır. Hıristiyanların yapmış oldukları bu eylemle, bilgilerine, rahiplerine tabi olmuşlar, Allah ne diyor diye sormamışlardır. Bu duruma günümüzde ne yazık ki Müslümanlar da eklenmiştir. Artık Müslümanlar da, Allah bu konuda ne diyor diye sorma yerine, filanca mezhep ne diyor, filanca şeyh ne diyor demektedirler. Aklını, düşüncesini, özgür iradesiyle başkalarının emrine bırakıyorlar. Düşünselerdi, insanı insan yapan en önemli şey, insanın akıl etmesi, düşünmesi, özgür iradesiyle karar vermesidir. Allah’ın yarattığı varlıklar içinde insana verdiği bu özellik nedeniyle dünya hayatımız bir imtihan salonudur. İmtihan edilen insanlar, akıl etmek, düşünmek, özgür iradeleriyle karar vermekle sorumludurlar. Bu sorumluluklarını tercihleriyle devam ettireceklerdir. Bunu yapmayan insanların dünya hayatını yaşadıklarından söz etmek zordur. Onlar yeryüzünde “ölüler gibidirler”. Yakında bu yaptıklarının hesabıyla karşılaşacaklar. O gün “keşke bir kez daha dünyaya döndürülseydik de doğru yolda olanlardan olsaydık” diyeceklerdir. Ama dünyaya tekrar dönüş yoktur.
Allah’ın ayetleri dikkatle izlenirse, “evlatları öldürme” fiili geniş bir konudur. İnsanların özgür iradesiyle sorumluluklar yüklenip, imtihan dünyasında Allah’ın diniyle karşı karşıya kalarak, Allah’ın verdiği yetkileri kullanıp tercihlerini yapmalarını engelleyen her şey, “evlatları öldürme” eylemiyle değerlendirilebilir. İnsan aklının susturulması… Düşünmesinin engellenmesi… Sen kimsin ki, hüküm veriyorsun diyerek iradesi üzerine hâkimiyet kurulması… O insanın yaşamına son vermektir. Ne yazık ki toplumlar, çocuk yaşlardan itibaren çocuklarının akılları, düşünceleri, iradeleri üzerinde hâkimiyet kurarak, onları birer robot gibi yetiştirmeyi hedeflemişlerdir. Tornadan çıkmış robotlar haline gelen çocuklar, gençler, insanlar, artık kendilerine çizilen şablonların ötesine çıkamazlar. Dolayısıyla kendileri olamazlar. Kendisi olamayan, kendi yaşamını yaşayamayan insanların yaşıyor sayılmaları zordur.
“Evlatlarınızı öldürmeyin” ayeti, Allah’ın diğer bütün ayetleriyle ilintilidir. Çünkü öldürmeyin emri, aynı zamanda yaşatın emrini vermektedir. Evlatların yaşatılması, onların her birinin, kendi aklıyla, düşünce yetisiyle, özgür iradesiyle hayatta varlıklarını sürdürebilmeleridir. Bir baba, bir ana çocuklarını kendilerinden daha iyi akıl eden, düşünen, özgür iradesiyle yaşamını yaşayan / yaşayacak olarak yetiştirdiklerinde onları yaşatıyor denecektir. Ailelerin kopyası olarak devam eden insanlar, kendi yaşamlarını yaşamazlar.
Ne var ki, siyasi otoriteler asla, akıl eden, düşünen, özgür iradesiyle karar veren insan yetiştirmek istemezler. Onun için çocukların yetiştirilmesiyle ilgili kurdukları eğitim kurumlarında, kendilerine sorgusuz, sualsiz uyacak insanlar yetiştirmeyi esas alırlar. Geçmişte oluşturulan medreseler, düşünen, akıl eden, hüküm veren insanlar yetiştirme yerine, bir mezhebe bağlı kalmanın kurallarını öğretmeyi esas almışlardır. Hakeza tarikat tekkeleri aynı şekilde hareket etmişlerdir. Günümüzde akılcı olduğunu, bilim yolunu tercih ettiğini söyleyen Cumhuriyet düzeni, belki de eski medreselerden daha beter eğitim kurumları oluşturmuştur. Cumhuriyet döneminde kurulan eğitim kurumlarında bırakın öğrencilerin akıl etme, özgür düşünme, özgür karar alma yetkisinin olması, öğretmenlerin bile akıl etme, özgür düşünme, özgür karar alma yetkileri yoktur. Mustafa Kemal’in kutsallaştırıldığı, tartışılmaz bir tarihin dayatıldığı, batı tipi eğitim düzeninin oluşturulduğu düzende, çocuklar “yat uyu, uyu yat” prensibiyle yetiştirilirler. Okutulan antla, düzene nasıl tabi olacağının yeminini verirler.
Allah kendisiyle kulları arasına giren her türlü anlayışı, kuralı, uygulamayı insan üzerinde haksız egemenlik olarak değerlendirmektedir. Allah insanlarla kendisi arasında hiçbir engel tanımıyor. Engel koyanları tağut, zalim olarak niteliyor. Engellerini insanlar üzerine hâkim kılanları tanrılık taslamakla suçluyor.
“Evlatlarını öldürmeyin”, onları Allah ile baş başa bırakın. Onlar ister Allah’a iman ederek, emirlerini dinleyerek mükemmel insan olurlar. İster Allah’a isyan ederek, emirlerini dinlemeyerek ahiretlerini kaybedeler. Onlara bu hakkı Allah vermiştir. Onların elinde bu hakkı almak, onları öldürmektir. Yani bir insanın inanmama hakkını elinden almakta onu öldürmektir. Ne yazık ki günümüzde insanlar bu noktadan “evlatlarını sürekli öldürüyorlar” Onları insanlıktan çıkarıp, robotlar haline getiriyorlar
20. yüzyıl futbol, sinema, müzik tutkunluğunun gençliği peşinden sürüklediği bir dönem. Yüzyılın yarısında siyasi, ideolojik kavgalar, bütün dünyada gençliği peşinden sürükledi. Gençler, para babalarının tuzaklarına gelerek, düzenleri değiştirme hayalleriyle birbirlerini öldürdüler. Gençler futbol, sinema, müzik, bar, pavyon köşelerinde hayatlarını mahvediyorlar. Amerikan tüketim sektörünün ne olduğu belli olmayan fesfutlarıyla hayatlarını idame ettirmeye çalışan gençlerimizi, ileride ne tür hastalıkların beklediği belli değil. Allah için bir adım yürümeyenler, futbol maçları için karaları aşıyorlar. Müzik ilahları, ilaheleri edinerek çılgınca kendilerinden geçiyorlar. Sinemalar şiddet içeren filmleriyle gençleri peşinden sürüklüyor. Kurtlar vadisi gibi mafya kahramanları gençlerin hayali oluyor. İdeolojiler vampirler gibi gençlerin kanlarını emiyor. Bütün bunların sonucunda, Allah’ın dediği gibi “çocuklar öldürülüyor”. Para, şöhret tutkunluğu, ideolojik saplantılar, siyasal hırslarla şekillenen çağdaş düzen, geleceğe kör, topal, sakat gençler bırakıyor. Günümüzün bilgisayar teknolojisi çocuklarımızdan başlayarak bütün gençliği kendine esir alıyor. Netice; gençliğin en güzel çağı yok oluyor. Güzel şeyler adına yetişmesi gereken gençlerin hayatı, en az otuz yaşlarına kadar çarçur ediliyor. Otuz yaşlarında ne olacak? Günümüzde, işsizlik, sorunlar, depresyon, sosyal patlamalar, psikolojik sorunlar çocukların yok oluşunun delili olarak yükseliyor. Bütün bunların sebebi, babaların, anaların hayata bakış tarzları… Devletlerin bilinçsiz yönetimi, adalet dışı, zulüm yasaları…
Allah’ın dediğini anlamak, çocuklarımızı yaşatmak görevimiz olsun. Onları Allah ile baş başa bırakmayı bilenlerden olmak idealimiz olsun. Evlatlarımızın Allah’a karşı olan dünyevi imtihanlarının sağlıklı geçirmesini sağlamak inancımız olsun. Tabi bunların olabilmesi için önce kendimizin yaşıyor olması gerekir. Kendimizin yaşaması ise, akıl etmeyi bilmek, düşünebilmek, özgür irademizle karar vermekle olacaktır. Hiçbir insanın, kurumun, kuruluşun, tarikatın, cemaatin, mezhebin aklımız, düşüncelerimiz, irademiz üzerinde hâkimiyetinin olmaması gerekir. İnancımızla özgürlüğe ulaşan… Rabbimizle kendimiz arasında hiçbir aracı kılmayan… İrademizle sorumluluklarımızı alanlardan olalım inşallah.
devam edecek....
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.