- 394 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
12 EYLÜL SONRASINDA CEZAEVİ GÜNLERİ (3)
Bölük binasına geri döndüğümüzde ilk yaptığımız iş, temiz bir kat iç çamaşır alarak er hamamına gitmekti.
Kirli iç çamaşırlardan kurtulmak kolaydı ama üzerimizdeki kalın, kışlık mesai elbiselerimize nüfus etmiş kiri nasıl arındıracaktık?
Kiri arındıramazsak üzerimizdeki giysilerin dikiş katları arasına yerleşmiş asalaklardan nasıl kurtulacaktık?
İdari astsubayımız Ali Başçavuş’a çıktık,durumu anlattık, bitlerden bahsedince, gözlerinde yanıp sönen delici bakışları görünce istediğimizi alacağımızı anlamıştık.
Ali Başçavuş’un en son isteyeceği şey, bölüğün bitler tarafından işgaliydi.
Üzerimizdeki 3 haftalık kir vardı, kirin getirdiği minik canlılar canımızı yakıyordu.
Hem kirden, hem de kirin getirdiği minik canlılardan acilen kurtulmalıydık.
Bol sıcak suyla kirden arınırdık da, minik canlılardan kurtulmanın yolu bu kadar kolay olmadığından komutanımızın yardımını istemiştik.
Ali Başçvuş istediğimizi fazlasıyla verdi!
Depoyu açtırdı, bir çift temiz iç çamaşır, bir takım kışlık mesayi elbisesi verdirdi.
’’Yıkanınca, üzerinizden çıkanları çöpe atın’’ demeyi de ihmal etmedi.
Erat hamamına gidip, ilk tas sıcak suyu dökündüğümde Bursa’da olmak istediğimi bugün gibi hatırlıyorum.
Askerden önce, Bursa’da havlu dokuma işçiliğiyle geçiniyordum.
Cumartesi günleri öğleye kadar çalışırdım, paydos saatinde dokuma makinesinin üzerindeki kumaşları çıkarırdım.
Tezgahı, boş çuvallarla örter, jakardan başlayarak en alttaki takımlara kadar temizlerdim.
Tezgahın her tarafı makine yağıyla kaplı olduğundan, temizlik işi bir hayli zor olurdu, tezgahı temizlerken kirlenirdim.
Temizlik bitip bir haftalık çalışmamızı karşılığını aldığımda, aç karnımı doyurduktan sonra kirlerden arınmayı düşünürdüm.
Çok yorgun ve bitkin değilsem Çekirge civarındaki kaplıcalara giderdim.
Çekirge’ye kadar gidecek kuvet bulamazsam, yolumun üzerindeki ısıtmalı hamamlardan birini tercih ederdim.
Bursa’daki Kaplıcaların suyu şifalı olduğundan, kaplıca suyuyla yıkanmanın keyfine doyum olmazdı.
Kaplıcaya giden biri, vakti varsa, ilk önce göbek taşına uzanır, terlemeye çalışırdı.
İçerideki sıcak ortamın yanı sıra, alttan ısıtmalı göbek taşı, üzerine yatanı buram buram yerletir, kirini kabartırdı.
Kir kabarınca, boş bir kurnada, 50-60 derece sıcak suyla iyicene sabunlanılır, sonra kese faslına başlanırdı.
Sabundu, keseydi, tekrar sabundu derken, kir uçar gider, beden temizlenirdi.
Sıcak bölümden dışarı çıkarken, temiz ve kuru havluya bürünür, soyunduğum kabine gider, uzanırdım, yattığım yerde terimin kurumasını beklerdim.
Beklerken de 3-4 çay içer, hararetimi kesmeye çalışırdım.
Kaplıcadaki en son aşama, yanımda getirdiğim yeni vetemiz giygiseleri giyip, bir an önce eve gitmekti.
Hava soğuksa, kaplıcadan çıkanlar kendini koruyamazsa, hasta olmaları işten ble değildi.
Bu nedenle ben de kaplıcadan çıkınca ilk vasiıtayla bir an önce eve gitmeye can atardım.
Bursa’dayken işimiz kolaydı da, şimdi askerdim, işim hiç de kolay değildi.
Güzelce yıkandım, kirden ve minik canlılardan arındım diyelim.
Gideceğim yer babamın evi değildi ki, gidip yatabileyim.
Askerdim, bölüğe dönmeye mecburdum.
Askerdeyken; ’’çok yorgunum, benim canım yatmak, dinlenmek istiyor, lütfen rahatsız etmeyiniz’’ demeye de ne gücüm ne de imkanın vardı.
Deseydim de kim dinlerdi?
12 Eylülün üzerinden 1 ay bile geçmemişti, yoğun tempo hala azalmamıştı.
Harekatın bütün yükü, bizim omuzlarımızdaydı.
İlk geceden sonra, Mufafız bölüğün erleri sıkıyönetim emrinde göreve başladığından, bize ait nöbet yerlerinin bir bölümü diğer bölüklere verilmişse de çok önemli yerler hala bizdeydi.
Adam yetmediğinden, gece nöbet saati saatten 3 saate çıkarılmıştı.
Benim 20-25 gün kaldığım cezaevinden başka, Oto taburunun gazinosu da cezaevine dönüştürülmüştü, yakalanıp getirilenlerin bir bölümü de oraya konulmuştu, o’nların nöbetinden de biz sorumluyduk.
Merzifon sokakları boş bırakılamazdı, mobil birlik oluşturulmuştu, o işe de bizim bölük bakıyordu.
Bölüğe döndüğüm ilk gece, 3 saatlik cephanelik nöbetinden döndüğümde yatağıma yattığımda yaşadıklarıma inanamıyordum.
En sonunda beyaz yatak örtülü, beyaz nevresimli ve sıcacık yatağıma kavuşmuştum.
Şu saatte kim bilir hangi ana baba kuzusu benim bıraktığım zor görevi devralmıştı.
Hizmet, nöbet, görev beklemezdi, mutlaka yapacak biri/ birileri bulunurdu.
Sabah koğuş kalk verildiğinde rahat yatağımdan kalkarken, kemiklerimin ağrıdığını duyumsamıştım.
Aaaahhhh, ne olurdu, o an, Bursa’daki evimde, kendi yatağımda olabilseydim.
Daha sabahın altısı, bu saatte kalkılır mı der, tekrar uyurdum.
Ama burası ana kucağı değil, asker ocağıydı.
Kurallar altıda kalkılacak diyorsa altıda kalkacaktık.
Sabah kahvaltısı 06.30 da yapılacak diyorsa o saatte yapacaktık.
Yemekten sonra mıntıka temizliği varsa elbette ki biz yapacaktık, çünkü askerdik.
Sabah içtiması için bölük binasının önüne sıralandığımızda, bölük mevcudunun neredeyse yarıya düştüğünü gördüm.
Bölükteki arkadaşlarımızdan büyük bölümü sonradan oluşturulan görev alanlarına kaydırılmışlardı, bölükte aradığımız arkadaşımızı bulabilmek piyangodan para kazanmak gibiydi.
Nöbet listeleri karışmıştı, kim yakalanırsa nöbete gönderiliyordu.
İzinler daha ilk gün kapandığından, üstelik de izinciler geri çağrıldığından, memleket iznine kaçmamız söz konusu bile edilemezdi.
Ortada hala bir kaos, hala bir karmaşa gözleniyordu.
İsmen aranan bazı arkadaşlar uzun aramalardan sonra, bazen de tesadüfen bulunuyordu.
Gece görevi esnasında, soğuktan mide kanaması geçirdiğinden hastaneye kaldırılan bir arkadaş, hastanede yattığı bildirildiği halde, evrakları kaybolduğundan firari sanılmış, firarı bildirilmişti.
Cezaevindeki zor şartlarda yaptığım görevim bittiğinden, hangi görev verilirse verilsin, çocuk oyuncağı sayılırdı.
Ve ad okunmasından sonra yeni görevimi öğrendim.
Yeni görevim, soğuk ve karanlık kış gecelerinde, üstü tenteyle kaplı askeri kamyonda, seyyar karakol görevi yapan 10 kişilik mangada bulunmaktı...
(Devamı var)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.