- 822 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ya batıp gideceğiz! Ya bu yoldan döneceğiz! (Para ile işgal)
YA BU YOLDAN DÖNECEĞİZ
YADA
BATIP GİDECEĞİZ!
Para bulamadım annem
Muğla’nın Fethiye İlçesi’nde, dershaneye borçlarını ödeyemediği için cezaevine giren Emine S (48) , serbest kaldığı ikinci gün intihar eden oğlunun mezarına gidip dua etti.
Soner Semih Sipahi’nin (18) mezarı üstünde bir ara baygınlık da geçiren acılı anne Emine Sipahi, “Oğlum biraz daha bekleyemedin mi? Bir ayım kalmıştı; çıkıyordum işte” diye gözyaşı döktü. Anne Sipahi, oğlunun son sözlerini de şöyle anlattı: “Cezaevine girdikten iki gün sonra Soner ‘Anneciğim, seni buradan kurtaracağım. Ama o kadar para bulamadım annem. Evi satıp çıkaracağım seni’ dedi. Satmasına karşı geldim; ‘3 ay yatar çıkarım’ dedim. Beni dinlemedi. ‘Anne ben yaşamıyorum zaten’ dedi.”
12 borçlu daha var
Anne Sipahi, sözlerini şöyle bitirdi: “Aldılar, götürdüler beni karakola. Çocuğum orada bayıldı. Oğlum benim için kendini feda etti. Aslanlar gibi oğlum geri gelmiyor işte. Cezaevinde benim gibi dershane borcu yüzünden yatan 12 kişi vardı. Oğlum görüşüme bile gelemiyordu, parasızlıktan.” (1)
Allahtan Soner’ e rahmet diledikten sonra, yine dileyelim ki başka Sonerler parasızlık yüzünden kıymasılar tatlı canlarına.
Herkes doğumundan ölümüne hayatı boyunca insan onuruna yaraşır bir şekilde yaşasın, kimseye muhtaç kalmasın, en temel ihtiyaçları yüzünden icralara, hapislere düşmesinler.
Peki, bu mümkün mü?
-Bunun mümkün olduğuna, eminim sizlerde katılacaksınız: Önce şu sistemin yanlışlarını edindiğim kaynaklarla ve düşünceler ile bir inceleyelim birlikte.
- Bu bir sistem sorunudur! Çünkü bugün uygulanan para sistemi toplumların refah ve mutluluğu için düşünülen hayata geçirilen bir para sitemi ve yönetimi değildir! Çünkü ekonomi bilimi yanlış temeller üstüne inşa edilmek istenmiştir, tanıma göre ekonomi biliminin temelini ihtiyaçlar oluşturmaktadır. İnsanların ihtiyaçları sürekli ve sınırsız olduğu halde, ihtiyaçları karşılayan mallar sınırlıdır denilmektedir. O zaman bu anlayışa göre binlerce insanın aç kalması, işsiz kalması, ömür boyu bir ev sahibi olmaması, hayatının büyük bir bölümünü borçlu olarak yaşaması, ödeyemediği borçları yüzünden hapse atılması veya intihar etmesi normaldir. Bir sistem gerçekte insanların yaşama, barınma, sağlık, eğitim, hukuk gibi sorunlarını çözmüyorsa ne kadar itibar edilir? Ve ne kadar olması gereken noktaya yakındır? Burada bulmamız gereken cevap ‘Kaynakların gerçektende sınırlı mı’? Olduğu, yoksa bir grup insanın kendi çıkarları için böyle bir mantığı ortaya koyup, Diğer insanlara bu fikirlerini kabul mü ettirdikleri gerçeğidir! İkinci soru da: Paranın tarifi ne kadar doğru olarak yapılmış, İnsanlığın kullanımına hangi şartlarda sunulmuş olduğudur. Bu yapının temellerine ve mantığına bakmakla devam edelim dilerseniz?
1- Kaynaklar sınırsız, ihtiyaçlar sınırlıdır. Sınırsız olan insanların ihtiraslarıdır (11) Mesela Güneş Milyarlarca yıldır dünyamıza hayat vermiştir enerjisini tam olarak kullanmayı beceremediysek, evlerimizi ısıtamadıysak, Bu büyük enerjiyi elektriğe çevirip depolayamadıysak? Kaynaklara bir örnek olan Güneşin, yetersiz veya enerjisinin sınırlı olduğunu hangi mantıkla açıklarız?
Her yıl ektiğimiz topraklarımızdan verim almaktayız! Nasıl oluyor da sınırlı olduğu iddia edilen bu kaynaktaki verimde bin yılardır tükenmedi? İçecek tatlı sularımız neden bitmedi? Milyarlarca canlının teneffüs ettiği hava Gerçekten de sınırlı olsaydı hala nefes almamız mümkün olacak mıydı?
Sağlıklı bir insanın günlük 5 kap yemek 2 tane ekmek yediğini varsayalım: Bu yetişkin bir insanın günlük yemek ihtiyacıdır! Aynı insanın bir gün içindeki yemek yeme miktarının sınırsız olduğunu parasal ya da kaynaksal açıdan iddia etmek veya kanıtlamak, ne kadar mümkündür?
2- Gelelim para sistemine:
- İlk bakışta her ne kadar parayı kullanan insanlık gibi görünse de, Gerçekte, Para bir gurup insanın çıkarları doğrultusunda, insanlığı kendisine köle etmiştir!
- Peki, bunu nasıl yaptılar?
Asırlardır paraya egemen olan “Allah oğlu Elit”in amacı dünya hâkimiyetini ele geçirip “Tek Dünya Devleti” kurmaktır. Çünkü inanışları gereği din kitapları onlara seçilmiş olduklarını ve de ayaklarının bastığı yerin kendilerine verilmiş olduğunu söyler. (Tensiye Bab 11/24 “ayak tabanınızın basacağı her yer sizin olacaktır.”) Dolayısıyla diğer bütün milletleri kullanmayı, ezmeyi, soymayı tabi hakları olarak görmektedirler. (Tekvin Bab 27/29 “ kavimler sana kulluk etsinler ve milletler sana baş eğsinler “)
II. Dünya Savaşı’nın bitimine kadar dünya ölçeğinde alt yapıya ait bütün organizasyonlarını gerçekleştiren Elit, Birleşmiş Milletleri yaratarak dünya milletlerini bir merkez altında denetimine almıştır. CFR, Bilderberg, Trilateral gibi kuruluşlar ile dünya siyasetine yön verirken IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Organı gibi kuruluşlarla da mali yönden ülkeleri bağlayıp diz çöktürtmüştür. İç savaş sonrası Kuzey Amerika kıtasını Federal bir yasayla düzenleyerek her türlü gücü ele geçiren bu insanlar, II. Dünya Savaşı sonrasında bu modeli Avrupa’da uygulamaya geçtiler.(2)
1800’lerin sonları… Dünya üzerinde bir avuç zengin, daha sonraki yüzyılda dünyaya yön verecek olan bir devletin, Amerika Birleşik Devletleri’nin varlıklarının yarısından fazlasına ve dünya petrolüne sahip duruma geliyor. Bu bir avuç kapitalist, 1900’lerin hemen başlarında birtakım vakıflar ve örgütler kurmaya başlıyor. Neden acaba? Kendilerini, niyetlerini ve faaliyetlerini bu vakıf ve örgütlerin ardına gizlemek için! Dünyayı şekillendirmeye yönelik bir “mimarlık” gerçeğinin kanıtları olarak işte bu kuruluşlar: Federal Reserv (1913) , Dış İlişkiler Konseyi (CFR, 1921) Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası ve IMF (1944 - 1945) , Bilderberg organizasyonu (1954) , Trilateral Komisyon (Üçlü Komisyon, 1973) , Dünya Ticaret Örgütü (1995) . Dikkat! Aralarında Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu da var! (3)
Amerika Birleşik Devletleri, II. Dünya Savaşı’ndan tek süper güç olarak, güçlü bir endüstriyel altyapı ve geniş altın rezervleri ile çıkmıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra 1944’de, ABD’nin öncülüğünde 44 ülkenin katılımıyla Bretton Woods şehrinde bir toplantı yapıldı. Bretton Woods Konferansı’nda yeni bir para sistemi kabul edildi. Sistemin işlemesi için IMF ve Dünya Bankası kuruldu. Yeni bir sabit kur sistemi getiren ABD Hazine Bakanlığı altını dolara sabitlediğini ve doların altın kadar değerli olduğunu açıkladı. Bundan sonra tüm değerli madenler ve petrolün satışı ABD doları ile yapılmaya başlandı. Böylece ABD doları rezerv para, anahtar para oldu.
Dünyada daha önce altına bağlı bir para sistemi vardı. Altına dayalı para sistemi, ’elde ne kadar altın varsa o kadar para basılabilir’ esasına dayanmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri, 1944 yılında aldığı kararla tedavüldeki dolarını altına bağlı olarak bastığını, doların altın karşılığı basıldığını tek yanlı bir biçimde dünyaya ilân etmesi ile ekonomik ilişkileri olan dünyadaki bütün ülkelere de millî paralarını artık altına göre değil, ABD dolarını bloke ederek ayarlamalarını önerdi. ABD bu kararının ardından
ABD ile ekonomik ilişki içinde olan çoğu ülkeler, ABD doları bloke ederek para basma yoluna gittiler. Böylece dünyada altına ayarlı para sistemi, ABD dolarına bağımlı hale geldi.
1970 yılında ABD’nin dış ticareti açık verince, altın karşılığı dolar alan ülkelerde bir panik oldu. Bu durum ’Acaba elimizdeki doların altın karşılığı var mı? ’ sorusunu gündeme getirdi. ABD Başkanı Richard Nixon, 15 Ağustos 1971’de ABD dolarını devalüe ettiklerini açıkladı. Daha sonra ABD dolarının Şubat 1973’deki devalüasyonu (Kur ayarlaması) ile dolara bağlı para sistem bir çöküş yaşadı. (4) Bu tarihten sonra A.B.D bu antlaşmayı tek taraflı fes ederek
Karşılıksız olarak dolar basmaya başladı.
Bretton Woods Konferansı’nı düzenleyenlerin: ABD doları bloke ederek para basma yöntemini sinsi planlarla kabul ettirenler, Yıllardan beri bizi sömürmekte, gelirlerimizi kendilerine transfer etmekte, her türlü kalkınmamıza engel olmakta, İçinden çıkılması, ödene bilmesi imkânsız borçların içine sokmaktadırlar.
1944 yılından sonra Bretton Woods sitemine itiraz edilmesini önlemek, A.B.D kendisi dışındaki ülkelere bir korku salmak için, 1945 yılında Hiroşima ve Nagasaki ye Atom bombası atmış olma nedeni ne kadarda mantıklı görünüyor bu çerçeveden bakıldığın da…
- Haydi, biraz da, Gerçek olarak yazılan Ekonomi, Enflasyon, Büyüme, Bağımsızlık masalları yerine, Hikâye olarak yazılan gerçek hayatta yaşayıp da
Göremediğimiz, Kavrayamadığımız hesaplardan alıntılarla devam edelim.
Larry Hannigan
Fabian yarınki kalabalığa yapacağı konuşmasını bir kez daha prova ederken heyecanlıydı. Hep saygınlık ve güce sahip olmak istemişti ve şimdi rüyaları gerçek olacaktı. Mesleği gümüş ve altın işlemeciliği üzerine idi, mücevherat ve hediyelik eşyalar yapmaktaydı. Ancak hayatını kazanmak için elleriyle çalışmak fikrinden memnun değildi. Heyecana, meydan okumaya ihtiyacı vardı ve şimdi planını işlemeye hazırdı.
Nesiller boyu insanlar ticarette takas sistemini kullanmaktaydı. Ailenin reisi, ailesinin tüm ihtiyaçlarını ya kendisi çalışarak temin ediyordu, ya da belli bir ticaret dalında uzmanlaşarak tedarik ediyordu. Kendi üretiminden ne arttırabiliyorsa başka insanların üretiminden artan ile takas ediyordu.
Kasabanın pazaryeri her zaman gürültülü ve tozluydu. Üstelik insanlar birbirlerine yüksek sesle bağırıp el sallıyor, takas yapacağı arkadaşını bulmaya çalışıyordu, Zamanında mutlu ve sakin bir yerdi, fakat şimdilerde ise çok sayıda insan ve hırgür vardı. Pazarlıklar bir türlü sonuçlanmıyordu, her geçen gün karmaşıklaşan bir sistem hâkimdi. Çene çalmaya devam etmenin âlemi yoktu – mutlaka daha iyi bir sistem lazımdı.
Genel olarak insanlar hallerinden ve emeklerinin getirilerinden memnundular.
Her bir toplulukta basit birer “İDARE“ oluşturulmuştu; Böylece her bir bireyin özgürlük ve haklarını güvence altına alınmıştı, hiç kimse başka bir kişi ya da grupça arzusu dışında bir iş yapmaya zorlanamıyordu.
Bu misyon İdare’nin tek ve yegâne amacıydı. İdare’nin başı olan “ VALİ“ kendisini seçen yerel toplulukça gönüllü olarak destekleniyordu.
Ancak pazaryeri meselesi epeydir çözemedikleri bir sorun olarak önlerinde duruyordu. Bir bıçak kaç sepet mısır ederdi? Bir mi yoksa iki mi? Ya da bir inek at arabası kasasından daha mı değerliydi… Vesaire vesaire. Hiç kimsenin aklına daha iyi bir sistem gelmiyordu.
Fabian daha önceden duyurusunu yapmıştı. “Bizim takas sisteminin sorunlarına bir çözümüm var, herkes yarınki halk toplantısına davetlidir.”
PARA
Ertesi gün, kasaba meydanında kalabalık bir toplantı yapıldı ve Fabian yeni sistemi hakkında her şeyi açıkladı ve sistemin adına “PARA” dedi. Anlatılanlar kulağa hoş gelmişti “Peki nasıl başlıyoruz? ” diye sordu kalabalıktan birisi. Fabian, “hali hazırda mesleğimde kullanmakta olduğum altın çok uygun bir metaldir; Kararmaz ve paslanmaz, uzun süre kullanılabilir. Ben sanatkârlığımı kullanarak altından paralar yapacağım ve bunların her birine “1 DOLAR” diyeceğiz.” dedi.
Fabian, ilaveten, mal değerlerinin nasıl oluşacağını, paranın nasıl gerçek bir alışveriş aracı olacağını, ve “para”nın, takas dan çok daha iyi bir sistem olduğunu anlattı.
Vali sordu: “Ama bazı insanlar topraktan altın çıkarıp ve kendi paralarını yapabilir.”
“Bu çok haksızca olur” dedi Fabian. Cevabı hazırdı: “Sadece hükümet tarafından onaylanan paralar kullanılabilir ve bunların üzerine özel bir mühür vurulur”. Bu makul bir şeydi. İnsanlar aralarında tartışmaya başlamıştı. Önce bu paradan herkese eşit miktarda dağıtılması önerildi biri tarafından. Fakat mum imalatçısı atıldı: “Bir dakika en çok benim almam lazım” dedi ve ekledi “herkes benim mumlarımı kullanıyor”. “Hayır” dedi çiftçi “Yiyecek olmazsa yaşam olmaz, asıl en büyük pay benim olmalı”. Sonuçsuz sataşmalar sürdü gitti.
Fabian bir müddet daha tartışmalara müdahale etmedi. Sonunda, “hiçbiriniz aranızda bir uzlaşmaya varamayacağınıza göre, size ihtiyacınız olan kadarını benden almayı teklif ediyorum. Geri ödeme gücünüz olduğu sürece, hiçbir sınır da olmayacaktır. Ne kadar çok para alırsanız yılsonunda o kadar fazla geri ödemeniz gerekecektir.” dedi. İnsanlar sordu: “Ya sen ne kazanacaksın bu işten?
FAİZ
“Burada ben “PARA ARZI” diye adlandırabileceğimiz bir hizmeti sunduğum için, çalışmamın karşılığı olarak bana bir ödeme yapılması gerekir. Diyelim ki aldığınız her 100 birim para karşılığında bana borçlu olduğunuz her bir yıl için 105 birim ödeyeceksiniz. 5 birim para benim ücretim olacak ve bu 5 birime “ FAİZ” adını vereceğim.”
Gerçekten de bu işin başka bir yolu da görünmüyordu, hem de yüzde 5 de hayli düşük bir miktardı. İtiraz yoktu. “O halde bir sonraki cuma başlıyoruz.” dedi Fabian.
Yılın sonunda Fabian kendisine borçlu olanları ziyaret etmeye başlar. Bazılarının borç aldıkları paradan daha fazla parası birikmişti, bu kimilerinin elinde daha az para olması demekti, çünkü başlangıçta piyasaya arz edilen para miktarı sabit ve belli idi. Yılsonunda kazançlı olanlar borç aldıkları 100 artı 5 birim faizi geri ödediler, fakat yeni yılda da devam etmek için borç almak zorundaydılar, Ötekiler, hayatlarında ilk kez “BORÇLU” olduklarını keşfettiler. Fabian’ın onlara yeniden borç vermeden önce ellerindeki varlıkların bir kısmını rehin alması gerekti. Yeni yılın başında herkes piyasaya – o elde etmesi hep çok zor olan ekstra 5 doları bulmaya- çıktı. Bütünsel olarak bakıldığında, hiç kimse kasabanın toplamdaki borcunun ödenemeyeceğinin farkına varamamıştı. Çünkü borç olarak insanlara verilen her bir 100 dolar için istenen 5 dolarlar piyasaya hiçbir zaman sürülmemişti ki bunlar ticari faaliyetler sonucunda kazanılabilsin ve borçlar geri ödenebilsin! …
Hiç kimse, ama sadece Fabian faizlerin geri ödenebilmesinin imkânsız olduğunu görüyordu. Ekstra para (faiz karşılığı 5 dolarlar) hiç piyasaya sürülmemişti; dolayısıyla hep birileri oyun dışında kalıp şansını kaybedecekti
Bir gün bu konulara kafa yoran bir adam Fabian’ı görmeye gider. “Bu faiz işi yanlıştır” der Fabian’a. “Her bastığınız 100 için 105 geri istiyorsunuz. Bu ekstra 5 hiçbir zaman geri ödenemez, zira hiç var olmadılar. Çiftçiler gıda, fabrikalar mal üretiyor, fakat sadece sen para üretiyorsun. Varsayalım ki tüm ülkede sadece iki işadamı var ve diğer tüm nüfus da bunların çalışanı olsun. Ve bu işadamlarının her birine 100 borç verilsin. Yine bu işadamları da bu paranın 90 üretim maliyetleri (maaşmasraflar v.d.) olarak harcayıp 10’ını kar olarak kendilerine alsalar, tüm ülkede toplamda 200’lık bir satın alma gücü oluşmuş olur. Oysa size geri ödeme yapabilmek için ülkede yapılan tüm üretimlerin 210’a satılması gerekir. Eğer iş adamlarından biri başarır ve üretimini 105’a satarsa, diğeri sadece 95 gelir elde etmeyi umabilecektir. Ayrıca malının bir kısmı satılamayacaktır, çünkü bu malı satın alacak para piyasada kalmamıştır. Her halükarda size hala 10 borçlu olacak ve geri ödemesini sadece daha fazla borçlanarak yapabilecektir. Bu sistem mümkün değildir.”
Adam devam eder, “Doğaldır ki sizin 105 Lira basmanız gerekir; 100’ı müşteriye, 5’ı harcamak için kendinize. Bu yolla dolaşımda 105 olacak ve borç geri ödenebilecektir.”
GREV
Sonunda, bazı insanlar “GREVE GİTTİ”; bu daha önce hiç duyulmamış, bilinmeyen bir şeydi. Diğerleri yoksulluk sınırının altına düşmüşlerdi ve akraba ve arkadaşları onlara yardım edememekteydi. İnsanların çoğu artık kendilerini çevreleyen gerçek zenginliğin, servetin – bakir ve doğurgan topraklar, muhteşem ormanlar, madenler, besi hayvanları –varlığını çoktan unutmuştu. Kafalarında sadece temin edilmesinin çok zor olduğunu düşündükleri para vardı. Fakat hiçbir zaman sistemi sorgulamamaktaydılar. Çünkü sistemi Kamu İdaresi’nin işlettiğini zannediyorlardı.
PARTİLER
Bir yandan da “PARTİLER” peydah olmuştu. İnsanlar hangi valilerin sorunları daha iyi çözeceği konusunda kıyasıya tartışmaya başlamışlardı. Adayların kişilikleri, idealizmleri, parti politikaları her şey tartışılıyordu ama sorunun aslı, gerçek problem hiç konuşulmuyordu. Meclislerde sıkıntılar baş gösteriyordu.
Kasabanın birinde, borcun faizi o yıl toplanan vergi gelirlerini geçmişti. Tüm ülke sathında ödenemeyen faizler artmaktaydı. Ödenmeyen faizlerin üstüne daha yüklü faizler gelmekteydi.
Yavaş yavaş ülkenin reel servetinin büyük bir kısmı Fabian ve arkadaşlarının ya eline geçmiş ya da dolaylı olarak kontrolü altına girmişti. Bu hal insanlar üzerinde daha fazla denetim anlamına gelmekteydi. Ancak henüz bu denetim yeterli değildi. Fabian ve arkadaşları biliyordu ki her bir insan denetim altına alınmadan durum güvence altında olmayacaktı.
Cari sisteme muhalefet eden birçok kişi ya mali baskılarla susturulmakta ya da halk önünde küçük düşürülerek itibarları sarsılmaktaydı. Fabian ve arkadaşları bunu sağlamak için birçok gazete, TV ve radyo istasyonu satın almışlardı. Başlarına titizlikle seçtikleri kişileri yerleştirmişlerdi. Bu yöneticilerin çoğunun dünyayı daha iyi hale getirme konusunda samimi arzuları vardı; ancak nasıl kullanılmakta olduklarını hiçbir zaman anlayamıyorlardı. Bunların çözümleri, problemin etkileri üzerine ilgilenmek olurken hiçbir zaman problemin sebebi üzerine olmuyordu.
Birçok farklı gazete vardı. Sağ kesim için, sol kesim için, işçiler için, patronlar için vs. vs. Asıl problemin sebebine kafa yormadıktan sonra hangisine itibar edersen et bir önemi yoktu
İKTİDAR
Yönetimler değişiyordu, parti sloganları değişiyordu, ama temel politikalar değişmeden devam ediyordu. Hangi parti “İKTİDAR”a gelirse gelsin, Fabian-ı nihai amacına her yıl daha fazla yaklaştırıyordu. Halkın politikalarının bir anlamı yoktu. Daha fazla ödeyemeyecek noktaya kadar vergilendiriyorlardı. Zaman Fabian’ın nihai hamlesi için tam vaktiydi.
Para arzının yüzde 10’u hala kâğıt ve metal para şeklindeydi. Bu şüphe çekmeden ortadan kaldırılmalıydı. İnsanlar nakitlerini kullanırken istedikleri gibi alışveriş edebiliyorlardı, yani hala kendi hayatları üzerinde bir miktar tasarruf ve kontrol hakkına sahiplerdi.
Öte yandan üstte nakit taşıma her zaman emniyetli olmayabiliyordu. Çek sistemi ise her yerde geçmiyordu. O halde daha kullanışlı bir sistem bulunmalıydı. Bir kez daha Fabian’ın çözümü hazırdı. Fabian’ın organizasyonu herkes için küçük bir plastik kart basmıştı. Kartın üzerinde her kişi için isim, resim ve kimlik numarası bulunuyordu.
Bu kartın gösterildiği her yerde, dükkân sahibi kredi durumunu kontrol etmek üzere merkezi bilgisayara telefonla bağlanıyordu. Eğer kredi açıksa, kişi belli bir miktara kadar istediğini alabiliyordu.
Başlangıçta insanların küçük bir kredi oranı dâhilinde harcama yapmasına müsaade ediliyordu. Eğer ay sonunda ödeme yapılırsa borca faiz işletilmiyordu. Bu ücretli çalışanlar için iyi bir avantajdı ama ya işverenler ne yapacaktı? Makineleri kurması, malları üretmesi, maaşları ödemesi ve mallarını satıp parayı geri ödemesi gerekiyordu. Bir ayı geçerse, her ay borçlu olduğu miktarın yüzde 1,5’i ekleniyordu. Bu miktar bir yılda yüzde 18’in üzerindeydi.
İşadamının bu yüzde 18’i satış fiyatlarına eklemek dışında bir çaresi yoktu. Üstelik bu ilave para ya da kredi (yüzde 18) kimseye borç olarak verilmemişti bile. Ülke çapında iş sahipleri aldıkları her 100 karşılığında 118 ödemek gibi bir zorunlulukla karşılaşıyordu Oysa ekstradan ortaya çıkan 18 hiç bir şekilde yaratılmamıştı ve piyasaya sürülmemişti.
Bununla beraber, Fabian ve arkadaşlarının toplumdaki statüleri yükseliyordu. Saygınlık abideleri olarak addedilmekteydiler. Finans ve ekonomi üzerine söylemleri neredeyse dini sabitler gibi kabul edilmekteydi.
Sürekli artan vergi yükleri karşısında, birçok küçük işletme çökmekteydi. Çeşitli iş alanlarında, iş yapabilmek için özel ruhsatlar gerekiyordu. Artık iş kurmak ayakta kalabilenler için çok zordu. Fabian, yüzlerce bağlı şirketleri bulunan dev holdingleri ya kontrol ediyor ya da doğrudan sahibiydi. Görünürde bunlar rekabet halindeydi, ama Fabian tamamını kontrol etmekteydi. Sonuç itibarıyla, tüm gerçek rekabet eden şirketler kapanmaya zorlanmışlardı. Tesisatçılar, tamirciler, elektrikçiler ve diğer tüm küçük işletmeler aynı kaderi paylaşıyordu, - Hepsi Fabian’ın devlet koruması altındaki şirketler tarafından yutuluyordu.
Fabian bu plastik kartların, banknot ve madeni paranın yerini almasını istiyordu. Planına göre tüm kâğıt ve madeni paralar ortadan kalktığında sadece bilgisayarlı kart sistemini kullanan şirketler çalışmaya devam edebilecekti.
Nihayetinde düşüncesine göre, bazı insanlar kartlarını kaybettiklerinde yâda bozduklarında kimliklerini ispat edene kadar bir şey alıp satamaz hale geleceklerdi. Ona nihai kontrol hakkını veren verecek bir kanunu yasalaşmasını istiyordu. Bu kanun, tüm insanların elleri üzerinde dövme şeklinde işlenmiş kimlik numaralarının bulunmasını zorunlu kılıyordu. Bu numara sadece özel bir ışık altında görülebiliyor ve bilgiler bir bilgisayara aktarılabiliyordu. Tüm bilgisayarlar merkezi bir bilgisayara bağlı olacaktı ve böylece Fabian herkes hakkında her şeyi bilebilecekti.(5)
1 İnsanların çoğu artık kendilerini çevreleyen gerçek zenginliğin, servetin – bakir ve doğurgan topraklar, muhteşem ormanlar, madenler, besi hayvanları –nın varlığını çoktan unutmuştu. Kafalarında sadece temin edilmesinin çok zor olduğunu düşündükleri para vardı. Fakat hiçbir zaman sistemi sorgulamamaktaydılar. Çünkü sistemi Kamu İdaresi’nin işlettiğini zannediyorlardı.
2 Birçok farklı gazete vardı. Sağ kesim için, sol kesim için, işçiler için, patronlar için vs. vs. Asıl problemin sebebine kafa yormadıktan sonra hangisine itibar edersen et bir önemi yoktu.
3 Cari sisteme muhalefet eden birçok kişi ya mali baskılarla susturulmakta ya da halk önünde küçük düşürülerek itibarları sarsılmaktaydı.
4 Dolaylı olarak, Fabian hükümet üzerinde yaptırım uygulayabilecek kontrole sahip oldu. “Ülkenin parasını ben kontrol edeyim, yasaları kimin yaptığı umurumda değil” diye övünüyordu. Hangi parti ya da gruptan vali seçildiğinin bir önemi yoktu, Fabian bir ülkenin yaşam iksiri olan ‘Para’ nın kontrolünü elinde tutuyordu. Devlet para bulabiliyordu, ancak aldığı her borca faiz uygulanıyordu. Her geçen gün sosyal devlet politikaları ve dağıtılan yardımlar sebebiyle daha fazla para harcanıyordu. Çok geçmeden devlet bırakın anaparanın kendisini, faizini bile ödemekte zorlanır olmuştu.
5 Ancak hala soru soran insanlar vardı. “Para insan yapımı bir sistemdir. Tabi ki hükmetmek yerine hizmet edecek şekilde düzenlenebilir” Ama böyle insanların sayısı azalmıştı ve sesleri olmayan faiz karşılığı paranın yarattığı karmaşada kayboluyordu. (5)
- Bağımsız olan her devlet yapacağı yatırımları, ihtiyaçların belirlenmesi suretiyle, Örneğin 100 okul,100 hastane, 2000 km yol,10 adet baraj için, Ayrıca yıl içinde üretilen ürün miktarının ve emeğin karşılığı parayı hiç borç almadan kendisi bassa ne olur?
A –sözde karşılığı olmayan para yolların, hastanelerin, barajların yapılarak, faaliyete geçirilmesiyle toprağın işlenerek ürün alınması, emeğin ve üretimin devreye konulmasıyla karşılığını bulur.
B- Ülkelerin büyümesi hızlanır işsizlik ortadan kalkar sadece vergilerle yapılması hedeflenen hizmetler aksamaz.
C- En önemlisi de devletler başka bir devlete veya İ.M.F, Dünya bankası gibi kuruluşlara, Hiçbir şekilde borçlanmaz! (Günlük 110 veya 120 milyon dolar borç faizi ödemeyiz!)
D- A.B. nin,İ.M.F nin saçma sapan talimatlarına uyup,Tarımı küçültün, Özelleştirmeler yapın,Şu kanunları çıkartın emirleriyle, Daha çok zenginlik olmak,Demokratikleşmek ve gelişmek adına Hayaller peşinde koşmayız!
Her ne hikmetse? Para bassak ne olur sorusunu kime sorsak enflasyon olacağını duyuyoruz! Merak ediyorum: Neden ödediğimiz faizlerden kimse bahsetmiyor? Hesap başka: Bu hem kişilerin gelirlerini düşük tutmakla bankalarca faiz yoluyla soydurulması, hem de Devletlerin yine faiz yolu ve senyoraj hakkını kullandırt mayarak soymanın ve batırmanın formülü…
Farz edelim ev alacağız: Değeri 60 bin lira cebimizde nakit yok, gidiyoruz bankaya 60 bin liraya evi kredi çekip alıyoruz on yıl sonra ödeyebilirsek ev bizim oluyor, Bu sürede bir 60 bin lirada bankaya faiz olarak ödüyoruz!
Hadi şimdide bu evi satalım: Kaça mahal ettik 120 bin liraya… Şimdi buradaki enflasyonu % 100 arttıran para faize ödenen 60 bin lira değimlidir? Tekrar Bu hesabı Devlet açısından yapalım, Bir baraj olsun yapılan: 3 milyar dolar tutsun yapımı, gittik Dünya bankasından kredi aldık 3 milyar dolar anapara ve faiziyle 6 milyar dolar ödedik sayalım… Yine bu parayı devlet basmış olsaydı başlangıçtaki anapara 3 milyar dolar değil! Merkez bankasında çalışan 20 matbaa işçisinin birkaç günlük yevmiyeleri, Kâğıt, boya, vs matbaa giderleri kadar,
Yani 200 liralık bir banknotun 1liralısı maliyet,199 lirası doğrudan devlet kasasına girmesi gibi olacaktı, faiz ve anapara ödemek yoluyla devletler soyulamayacaktı…
Gelelim dillerinden düşürmedikleri enflasyona: Her hangi bir işe
% 100 Beki %500 Maliyetle işe başlıyorsan, O işte enflasyonla mücadeleden
Bahsetmek ne kadar doğrudur?
Yine saçmaladıkları başka bir şeyde: Çalışanların, Emeklinin vs.nin maaşlarını arttırırsan talep artar ve enflasyon yükselir söylemleridir.
Bu görüşün ne kadar yanlış olduğuna bir örnekle: Sayın Sinan Aygün Bey’in Talep daralması ile ilgili aşağıdaki açıklamalarında bulacaksınız.
T.C. Merkez Bankası Başkanı Sayın Serdengeçti’nin bu konudaki açıklamaları dikkat çekicidir.
Serdengeçti şöyle demektedir: “Bu ülkede emisyonun milli gelire oranı düşüktür. Merkez Bankası evvelden beri basması gereken parayı basmamakta ve bunu faizleri yüksek tutmak için yapmaktadır. Rantiyeye hizmet etmeyi bırakıp çok para basılsa faizler düşecek, üretim ve yatırım artacak, üretim artınca enflasyon da düşecektir.” (Hürriyet gazetesi, 17.01.2005) (11)
CFR NEDİR?
Gazeteci yazar Erol Bilbilik’in Kaynak Yayınları’ndan çıkan ’Küresel Dünya Politikaları
ve Ulusal Seçenekler’ adlı kitabında CFR şöyle tanımlanıyor: ’1920’lerden itibaren ABD’nin hegemonyacı gücünün tüm dünyada sürdürülmesi amacıyla kurulmuş olan
CFR, ülkeler bütününde tüm unsurlarıyla bir kontgerilla, daha kapsamlı bir tanımla
bir dünya gladyo örgütlenmesidir.’
Yazar Bilbilik, CFR’nin 1921’de New York’ta kurulduğunu söylüyor: ’New York’ta,
banker Pierpont Morgan jr. öncülüğünde, CFR adlı bir gizli örgüt kuruldu. Soğuk Savaş
döneminin ardından YDD’ye tek süper güç olarak girmiş olan ABD, hegemonyasını kabul
ettirmek için sınır tanımayan güç kullanmaktan çekinmiyor.ve bu bağlamda savaş, kriz,
kaos, darbe, istikrarsızlaştırma, suikast, baskı ve diğer tüm şiddet politikalarına baş-
vuruyor. CFR, dünyayı kana bulayan sayısız operasyon karaları aldı, alıyor ve bunları
örgütleri aracılığıyla uyguluyor. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları, ülkelerde
yaptırdığı darbeler, Kenedy, Martin Luther King, Malcom X, Olof Palme, Orgeneral Eşref
Bitlis, Dr. Necip Hablemitoğlu suikastleri. Bütün bu eylemleri demorasi örtüsü altında
Gladyo yöntemleriyle uyguladı. CFR bunları ABD’de iktidara getirdiği çekirdek kadrolarınca gerçekleştiriyor.’
Arkadaşlar CFR’nin kurucusu banker Morgan Jr., masonluğun en yüksek kademesin-
de yer alan, zengin geniş çaplı bir yahudi ailesi olup, bugün ABD merkez bankasına
para basımını yapan ve insanlığı katleden büyük bir silah tüccarıdır. (12)
”Bir ekonomik tetikçinin itirafları”
“Bir ulusu yok etmenin ve köleleştirmenin iki yolu vardır; birisi kılıçla, diğeri borçladır”
JOHN ADAMS- (1735-1846)
Chas. T. Main Şirketi eski şef ekonomisti, JOHN PERKİNS
“Bir ekonomik tetikçinin itirafları” kitabının yazarı:
“Biz, ekonomik tetikçiler, küresel imparatorluğun yaratılmasında gerçekten sorumlu olanlarız ve çok farklı bir şekilde çalışırız. Belki de en sık kullanılanı, öncelikle şirketlerimize en uygun kaynakları olan ülkeleri bulur ve gözümüzü üstlerine dikeriz. Petrol gibi.. Ardından Dünya Bankası veya onun kardeşi başka organizasyondan o ülkeye büyük bir kredi ayarlarız; fakat gerçekte asla o para, o ülkeye girmez. Ülke yerine, o ülkede projeler yapan şirketlerimize gider. Bizim şirketlere ilaveten o ülkedeki enerji santralleri, sanayi alanları, limanlar, birkaç zengin insanın kar sağlayacağı şeyler.. Bunlar toplumun çoğunluğuna yaramaz. Yine de o insanlar, yani bütün ülke bu borcun altına sokulur. Bu borç ödeyemeyecekleri kadar büyüktür ve bu planın parçasıdır; geri ödeyemezler. Ardından biz ekonomik tetikçiler gider onlara deriz ki; “Dinleyin, bize bir sürü borcunuz var ve ödeyemiyorsunuz. O zaman petrolünüzü, petrol şirketlerimiz için oldukça ucuza satın. Ülkenizde askeri üst kurmamıza izin verin veya askerlerimizi desteklemek için dünyanın bir yerine asker gönderin (Irak gibi..) yada bir dahaki BM seçiminde bizimle oy verin.” Elektrik şirketlerini özelleştiririz, sularını ve kanalizasyon sistemlerinizi özelleştiririz ve ABD şirketleri veya diğer çok uluslu şirketlere satarız. Bu, mantar gibi biten bir şey ve çok tipik, IMF ve Dünya Bankası bu şekilde çalışır. Ülkeyi borca sokarlar ve bu öyle büyük bir borçtur ki, ödenemez. Ardından yeniden borç teklif edersiniz ve daha fazla faiz öderler. Koşullara bağlı ve iyi yönetim talep edersiniz. Aslında bu onların kaynaklarını satmalarını sağlar. Buna sosyal hizmetleri, teknik şirketleri, eğitim sistemleri de dâhildir. Adli sistemlerini, sigorta sistemlerini yabancı şirketlere satarız. Bu, ikili, üçlü, dörtlü bir darbedir! ”
Şirketokrasinin izlediği politikalar nedeniyle dünyada her gün ortalama 24000 insan açlıktan ölmekte, çoğu çocuk olan başka on binlerce kişi kurtulmaları sadece maddi nedenlerle mümkün olmadığı için çeşitli hastalıklara teslim olmakta. Dünya nüfusunun yarıdan fazlası günde 2 dolardan az gelirle hayata tutunmaya çalışırlar.
EKONOMİK TETİKÇİ KİMDİR?
Ekonomik Tetikçi: Net Görüntü İçinde Saklanmak
Küresel imparatorluğun çıkarlarına hizmet edenler birçok farklı rol oynayabilir. John Perkins’in ortaya koyuşuyla, ekipteki her kişi bir ünvana sahiptir. Mali analizci, sosyolog ekonomist, vs… Ancak bu ünvanların hiç biri kişinin kendi tarzınca bir ekonomik tetikçi olduğunu ortaya vurmaz. Bir Londra bankası tüm personelini saygın üniversitelerden diplomaları olan insanlardan seçer. Kent’de ya da Wall Street’de görmeyi umacağı marka giysiler kuşanmış insanların oluşturduğu bir offshore şube açar. Ancak bu kişilerin gündelik işi zimmete geçirilmiş fonları gizlemek, uyuşturucu satışlarından gelen paraları aklamak ve çok uluslu şirketlere vergi kaçırmakta yardım etmektir. Bunlar ekonomik tetikçidir. Bir IMF ekibi çok gereksinilen (ve karşılığı eğitim bütçelerinde kesinti yapmak, ekonomilerini Kuzey Amerikalı ve Avrupalı ihracatçıların tapon mallarının akışına açmak olan) ilave borç paketleri silahlanmış halde bir Afrika başkentine gider. Bunlar da ekonomik tetikçidir. Bir danışmanlık firması Bağdat’ın Birleşik Devletler ordusunun koruması altındaki Yeşil Bölgesinde iş yeri kurar, Irak petrol rezervlerinin yağmalanmasına zemin hazırlayacak yeni yasaların çıkartılmasını sağlar. Bunu yapanlar da ekonomik tetikçidir. Ekonomik tetikçi yöntemleri yasal (hatta devlet ve yetkili kurumlara dayatılan) yöntemlerden eksiksiz bir yasa kataloğundaki başlıkların hepsini ihlal eden gri bölgelere uzanır. Bunlardan yararlananlar hesap sorulamayacak, kınanamayacak kadar güçlü insanlar, birinci dünya çevreleri içine yuvalanmış elitlerle onların üçünü dünyadaki müşterileri, dünyayı istediği doğrultuda düzenleyerek çalışanlardır.(6)
Şeytan matematiği
- 40 binin üzerinde maden ruhsatı dağıtılmış durumda, kime verilmiş? Yurtdışı sermayeli yabancı şirketlere, Öyle almışlar ki 100 liralık çıkan madenin 2 lirasını devlete,98 lirası kendilerine! Bu çıkarılan maden den: ihracat yaptığında % 8 devletten ihracat teşfiği alıyor, 2 lira bıraktığı düşünülürken 6 lira daha cebimizden götürüyorlar. (7)
JOHN PERKİNS ‘in anlattıkları tüm çıplaklığıyla ortada, Öyle değimli?
Oysa para devlet olmanın en başta gelen koşuludur. Borçlanan ülkenin sanayileşmesini, ekonomik gelişmesini engeller. Ülkenin yönetimine ortak olur. Ekonomik bağımsızlığını yok eder. Ulus-devlet halkını öyle bir yoksulluk ve sefalet içine iter ki giderek kendi öz devletinden soğutur. Böylece Ulus-Devlet, ulus devlet olmaktan çıkar ve o da Derin-Merkez’in, ABD’nin ve Avrupa Birliği’nin çıkarlarının emrine girer. (3)
Önce borçlandırma...
A) Ulus-devleti ulus devlet yapan yetkilerin devri bağımsız ülke uluslararası finans kuruluşlarının (Bretton Woods kuruluşlarının) vesayeti altına sokularak sağlanır. Peki, nasıl? Yanıtı çok basit: Önce o ülke -”dâhilî bedhahlar”ın sağladığı iç destekle- borçlanmaya itilir. Sonra şunlar yapılır:
-Ülke ile bir kredi anlaşması imzalanır.
-Bu anlaşmaya “kredi alma koşulları” eklenir.
-Bu koşullar vasıtasıyla ilgili ülke, ulusal iktisat politikalarını Bretton Woods kuruluşlarının (IMF ve Dünya Bankası’nın) çıkarları ve talepleri doğrultusunda değiştirmeye zorlanır.
İlk hedef ulus-devleti bir borç sarmalı içine sokmaktır. Tabii, borç yükü zamanla artar. Süreç içinde, yeniden takvimlendirme, yeniden yapılandırma, borç değiştirme gibi işlemlere başvurulur. Ancak bunlar ülkenin durumunu değiştirmez, hattâ daha kötüye götürür. Ülke döviz gelirlerinin gittikçe daha büyük bir bölümünü borç servisine ayırır. Zamanla reel borç servisi akımı, yeni sermaye girişini aşmaya başlar. Bu değişim; ülkenin artık zengin ülkeler lehine bir net sermaye ihracatçısı konumuna gelmiş olduğunu gösterir.
B) Ulus-devlet bir yandan bir borç sarmalına sürüklenirken, öbür yandan da bir “borç yönetimi” düzeni şekillenmeye başlar, yani bir tür “finans mühendisliği” söz konusudur. Oluşturulan borç yönetiminin tek bir işlevi vardır: O ülkenin, mali yükümlülüklerini kanıksaması ve bu yeni konumuna sürekli olarak katlanır hale getirilmesi.
Finans mühendisliği çerçevesinde ihtiyaca göre değişik işlemlere başvurulur: Borç geri ödeme takvimi özenle yeniden belirlenir. Faizlerin mutlaka düzenli olarak ödenmesi sağlanır. Buna karşılık anapara geri ödemeleri ertelenebilir. Borçlar takas edilebilir. İflas noktasına gelmiş ülkeye, borçlarını ödeyemez noktaya gelmesini önlemek için “yeni borçlar” verilir.
Ancak dikkat! Bütün bunları, yani “borç geri ödeme takviminin yeniden belirlenmesi”ni bir şartla kabul ederler: Ulus-devlet hükümetinin, yapılacak yeni borçlanma anlaşmasına eklenen koşulları, yani “uygulanacak politikalara ilişkin koşullar”ı kabul etmesi şartıyla! ... Bu kabulün iki anlamı vardır:
-Ulus devlete, borç servisi ilişkisinin meşruiyeti zorla kabul ettirilmiştir.
-Borçlu ülkenin bağımsız ve ulusal bir ekonomi politikası uygulaması önlenmiş olur.
Böylece ulus-devlet, iki yönden darbe yemiş olur:
-Ulus devletin başlıca özelliği olan bağımsızlık niteliği biraz daha zedelenmiştir.
- Ulus devlet ekonomik alandaki yetkilerinin bir kısmını daha, Derin-Merkez’in emrinde olan ulus-üstü bir kuruma devretmiştir.
II) Kredi alma koşulları
A) Dünya Bankası’nın (DB) kredi anlaşmaları da çok katı “kredi alma koşulları” içerir. Banka borç isteyen ülke hükümetine parayı ancak iki şartla verir:
-Hükümetin “yapısal uyum reformları”nı kabul etmesi,
-Bu “reformlar”ın hayata geçirilmesi için konan sürelere kesinlikle uyması.
“Yapısal uyum reformları” borçlu ulus-devlet ekonomisine, “Derin Merkez”in istediği şekli veren, dolayısıyla onu “ulus-devlet” olmaktan çıkaran neoliberal politika değişiklikleridir.
Yapısal uyum programı çerçevesinde IMF reçetelerinin benimsenmesinin çok önemli bir yönü daha vardır: IMF’nin bir yerlere yeşil ışık yakması! ... Bu yerleri tahmin etmek zor değil: Elbette Paris ve Londra kulüpleri, yabancı yatırımcılar, ticarî bankalar ve diğer uluslararası kredi kuruluşlarıdır bunlar.
Ya ilgili ülke IMF’nin dayattığı politika önlemlerini kabul etmekten kaçınırsa? O zaman o ülke mâlî sıkıntılarının giderilmesi konusunda çok ciddî zorluklarla karşı karşıya kalacak demektir. Meselâ “borçları geri ödeme takvimi”nde bir değişiklik yapılmayacaktır. Yeni kredi ya da dış yardım alamayacaktır. Hattâ kısa vadeli krediler bile bloke edilecektir. O ülke yalnız bırakılacak, daha da zor koşullara terk edilecektir. Kısacası, yaptığına pişman edilecektir.
B) Toparlarsak, acil kredi anlaşmalarına özel amaçlı “kredi alma koşulları” eklenmektedir. Bu anlaşmalar borçlu ülkenin “uygulayacağı politikalar”a dayandırılır.
Derin-Merkez kuruluşları (IMF ve DB) bir ülkeye kara gözü ve kaşı için kredi açmaz. Bu kredilerin bir bedeli, değerli bir karşılığı vardır: Borçlanan ülkenin, ekonomik bağımsızlığından bir parça daha vazgeçmesi! ... Oysa bağımsızlık ulus-devletin olmazsa olmaz bir niteliğidir. Böylece her yeni kredi anlaşmasıyla ulus-devletin bağımsızlık niteliğinin bir parçası daha yok edilmiş olur. Daha somut bir ifadeyle “krediler kapsamlı bir makroekonomik istikrar programı ve yapısal uyum reformunun benimsenmesi karşılığında” verilir. Anlaşma herhangi bir yatırım, bir kalkınma programı ile ilgili değildir. Krediler tek bir hedefe yöneliktir: Borçlu ülkeye dayatılan politika değişikliklerinin desteklenmesi! ...
Söz konusu politika değişiklikleri Korkunç İkizler (IMF ve DB) tarafından sıkı bir şekilde gözetim altında tutulur ve sürekli değerlendirilir. Eğer ilgili ülkenin hükümeti anlaşma koşullarına uymazsa, ödemeler derhal durdurulur. Ülke, uluslararası kreditörlerin kara listesine alınır.
Alınan fonların hiçbir bölümü yatırımlara yönlendirilmediği için, kredi anlaşmalarının mahiyeti reel ekonominin lehine değildir; başkalarının, Derin-Merkez’in ve Merkez Ülkelerin lehinedir. Uyum kredileri, kaynakları ulusal ekonomiden uzaklaştırır. Ülkeyi zengin ülkelerden ithalat yapmaya yönlendirir. Somut bir örnek verirsek, tarımın uyumunu desteklemek amacıyla verilen borç para, tarımsal kalkınma projelerine yatırılmaz. Buna karşılık söz konusu kredilerle dayanıklı tüketim malları ve lüks mallar ithalatı serbest bir şekilde yapılabilir. Böyle bir sürecin sonunda doğal olarak yerel ekonominin durgunluğa girmesi, ödemeler bilânçosu dengesizliğinin ve borç yükünün artması kaçınılmazdır.
Oysa ulus-devlet başlıca hedefi “ülkenin sanayileşmesi ve halkın refahının artması” olan devlettir. IMF uygulamasının, ulus-devleti nasıl işlevsizleştirdiği burada da açıkça görülüyor.
III) Yetkileri tırpanlama araçları
Ulus-devlete ait yetkilerin tırpanlanmasının somut araçları; Niyet Mektubu,”Politika Çerçevesi Metni”, “IV. Madde Konsültasyonları” ve “Kamu Harcamalarının Gözden Geçirilmesi”dir.
A) Kredi görüşmeleri yapılmadan önce, ciddî reformlar talep edilir. “Reform”dan kastedilen, Derin-Merkez’in, borçlanan ulus-devletten talep ettiği politika değişiklikleridir. IMF ulus-devlet hükümetinden şunu kanıtlamasını ister: Kendisini IMF’nin istediği ekonomik reformu yapmaya ciddî bir şekilde adamış olmak… Bu kanıtlama IMF’ye verilen, “Niyet Mektubu” adlı bir belge ile yapılır. Hükümet bu belgede “makroekonomik politikalar ve borç yönetimi konusundaki temel yönelimleri”ni açıklar. Bu açıklama, ülkenin “IMF’nin ekonomiye ilişkin emirlerini yerine getirmeye hazır olduğu”nun teknik ifadesinden başka bir şey değildir.
Kredi bir kez verilince, uygulanan politikalar konusundaki performans Washington kurumları tarafından her üç ayda bir ve sıkı bir şekilde takip edilir. IMF ödemeleri toptan değil, dilimler halinde yapar. Eğer yapılan “reformlar” doğru yolda -yani IMF’nin istediği şekilde- değilse, ödemeler hemen durdurulur. Ülke anında kara listeye alınır. IMF bu yola ilgili ülkenin “borç servisi yükümlülüklerinin gerisine düşmesi durumu”nda da başvurur. Artık borçlu ülke “ticaret ve sermaye akımları alanında misilleme” tehlikesiyle karşı karşıyadır.
B) Birçok borçlu ülke hükümeti, Washington merkezli kurumlarla (IMF ve DB ile) yaptıkları anlaşmalar çerçevesinde, önceliklerini “Politika Çerçevesi Metni” adlı bir belgede özetlemek zorunda bırakılır. Bu belgenin metni IMF ve Dünya Bankası’nın yakın gözetimi altında ve bir standart forma göre kaleme alınır. İki örgüt, uygulanacak politikalarla ilgili olarak net bir iş bölümü yapmışlardır:
-IMF döviz kuru ve bütçe açığıyla ilgili müdahalelerde bulunur.
-Dünya Bankası reform sürecine müdahale eder. Bunu borçlanan ülke düzeyindeki temsilciliği ve çok sayıdaki teknik kurulu aracılığıyla yapar.
C) IMF bir ülkenin ekonomik performansını “IV. Madde Konsültasyonları” çerçevesinde yıllık olarak takip eder. İlgili ülkenin ekonomisini düzenli olarak inceler. Bu inceleme borçlu ülkenin ekonomik politikaları konusundaki “IMF gözetim faaliyetleri”nin temelini oluşturur.
D) Buna karşılık Dünya Bankası, borçlu ülkede pek çok bakanlıkta temsil edilir. O bakanlıkların, örneğin sağlık, eğitim, sanayi, tarım, ulaştırma, çevre,… reformları, Banka’nın denetimi altındadır. Dünya Bankası 1980’lerin sonlarından beri, “Kamu Harcamalarının Gözden Geçirilmesi” aracılığıyla, borçlu ülkedeki şu faaliyetleri de kendi denetimine almış bulunmaktadır:
-Kamu işletmelerinin özelleştirilmesi,
-Kamu yatırımlarının yapısı,
-Kamu harcamalarının bileşimi.
Neden özelleştirme? Neden kamu harcamaları? Çünkü Derin-Merkez, devleti, ulus-devleti hedef alıyor. Onu ekonomiden sürüp çıkarmak istiyor. Ulus devleti, kendi halkının hizmetinde görmek istemiyor.
IV) “Yapısal reform”un araçları: Devalüasyon
Dikkat edilirse uluslararası finans kurumlarının dayattığı iktisat politikası önlemlerinde “yapısal uyum” kavramı ön planda yer almaktadır. Yapısal uyum ise iki ayrı evre halinde düşünülür:
-Kısa dönemli makroekonomik istikrar önlemleri (devalüasyon, fiyatların serbest bırakılması ve bütçe disiplini) ,
-Bir dizi köklü, gerekli görülen yapısal reform.
IMF-Dünya Bankası ikilisinin istikrar önlemleri iki açığı hedef alır: Bütçe açığı ile ödemeler bilânçosu açığı. Dünya Bankası’na göre “makroekonomik politikanın “doğru yol”a sokulması bunlar üzerine gidilerek sağlanır. Şöyle ki bütçe açığı küçültülürse, enflasyon kontrol altına alınır; ardından ödemeler dengesi sorununun önüne geçilir. Gerçekçi bir döviz kuru, dış rekabet gücünü artırır.
Makroekonomik “reform”ların en önde gelen aracı, döviz kurudur. Devalüasyon kararları konusunda IMF kritik bir rol oynar. Döviz kuru reel ücretleri ve üreticilere ödenen reel fiyatları belirler.
IMF her zaman, ulusal paranın “aşırı değerli” olduğunu ileri sürer. O sebeple devalüasyon hep talep eder. Bu koşulunu genellikle “yapısal uyum kredisi görüşmeleri”nden önce iletir. IMF-Dünya Bankası ikizlerinin “gizli gündemi”nin ilk hedeflerinden biri budur, yani ulusal paranın istikrarsızlaştırılmasıdır.
IMF, anlaşma’nın VIII. maddesi çerçevesinde, birden fazla döviz kuru uygulamasını ve döviz kontrolünü de yasaklamıştır.
IMF kaynaklı devalüasyonun toplusal etkisi, anî ve yıkıcıdır. En zorunlu malların fiyatları bir gün içinde artar: Gıda maddeleri, ilaçlar, akaryakıt, en hayatî kamu hizmetleri gibi… Devalüasyon enflasyonu ve fiyat “dolarizasyon”unu tetikler. IMF, hükümeti bir “anti-enflasyonist program” uygulamaya zorlar. Ancak bu programın, enflasyonun gerçek sebepleriyle ilgisi sınırlıdır. Program, bütünüyle “talebin daraltılması”na dayanır. Talebin daraltılması ise şunları gerektirir:
-Kamu çalışanlarının işten çıkarılması,
-Sosyal hizmetlerde büyük kesintiler yapılması,
-Ücretlerle enflasyon arasındaki bağın koparılması.
Sonuçta, devlet gelirlerinin büyük bir bölümü borç servisine yönlendirilir. IMF’nin baştan beri istediği de bu değil midir? O aslında görevini yapmaktadır. Çünkü o Derin-Merkez’in çıkarlarının bekçisi ve savunucusudur.
Devalüasyon yurt içi fiyatların, dünya piyasasında geçerli düzeye gelecek şekilde “yeniden ayarlanması”na yol açar. Bu “dolarizasyon” süreci, yurt içinde ani fiyat artışlarını tetikler. Bunun üzerine IMF “enflasyonist baskılarla mücadele” bahanesiyle, para arzına katı sınırlamalar getirir. Para arzı dondurulunca şu sonuçlarla karşılaşılır:
-Hükümetin reel harcamaları kısması,
-Reel ücretlerin düşmesi,
-Kamu çalışanlarının işten atılması.
Ülkede reel gelirler düşünce, bunun telafisi için nominal ücretlerin yükseltilmesi yönünde toplumsal bir baskı oluşur. Ancak IMF reel gelirlerin enflasyona bağlanmasına izin vermez. Çünkü yapılan anlaşma böyledir. IMF bu çerçevede şunları talep eder:
-Emek piyasasının serbestleştirilmesi,
-Toplu sözleşmelerdeki ücret ayarlamasını öngören maddelerin iptali,
-Asgarî ücretin tedricen kaldırılması.
Burada da IMF “sosyal devleti hedef almaktadır. Sosyal adalet ise ulus-devletin temel hedeflerindendir.
Sonuç
Derin-Merkez; Merkez’in içinde asıl güç kaynağı ve gerçek karar merkezi olup, dünyadaki servetin çok büyük bir kısmını elinde tutan, az sayıda Amerikalı sermayedar ve büyük bankerler grubudur”.
Ulus-devlet “kendi halkının çıkarlarını her şeyin üstünde tutan, temel hedefleri ulusun çağdaşlaşması, ülkenin sanayileşmesi ve gelişmesi, sosyal adaleti gerçekleştirmek olan, ulusal varlığa ve benliğe sahip çıkan devlet”tir.
Derin-Merkez’in emrinde olan IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar, ulus üstüleştirme yoluyla, yani yukarda örneklerini verdiğim yollarla ulus devleti ulus devlet yapan özellikleri birer birer ortadan kaldırıyor.
Çünkü IMF ve Dünya Bankası ulus-devletin bağımsız ve ulusal bir ekonomi politikası uygulamasını önler. Ekonomik ve mâli alandaki yetkilerini elinden alır. Parasına müdahale eder, oysa para devlet olmanın en başta gelen koşuludur. Borçlanan ülkenin sanayileşmesini, ekonomik gelişmesini engeller. Ülkenin yönetimine ortak olur. Ekonomik bağımsızlığını yok eder. Ulus-devlet halkını öyle bir yoksulluk ve sefalet içine iter ki giderek kendi öz devletinden soğutur. Böylece Ulus-Devlet, ulus devlet olmaktan çıkar ve o da Derin-Merkez’in, ABD’nin ve Avrupa Birliği’nin çıkarlarının emrine girer.
Ne yazık ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti de hayli zamandır böyle bir yol üzerindedir.
“Uygar” dünya; devletleri artık işgalle, topla, tüfekle çökertmiyor.(3)
ŞİMDİ KARAR VERME ZAMANI
YA BU YOLDAN GİDECEĞİZ!
Borcunu ödeyemeyen çiftçi intihar ediyor
Geçimini pamukla sağlayan Aydın‘ın Söke ilçesindeki çiftçiler borcunu ödeyemedikleri için icraya düşünce intihar eğilimine girdi. Geçen 2 ayda intihar eden çiftçi sayısı 2‘ye yükseldi. İntihar eğiliminde birçok çiftçi olduğuna dikkat çeken Sökeli çiftçilerden Özer Özkan, ’Bölgede borcu olmayan çiftçi neredeyse yok. Yıllarca emek verdiği tarlasını satmak zorunda kalan çiftçi intihar eğilimine giriyor. Geçen ay 2 kişi intihar etti. Borcu yüzünden intihar eden çiftçilerden biri de Söke Ziraat Odası Meclis Başkanı Mustafa Karababa‘nın abisi. Tabi intihar hiçbir şey için çözüm değil. Artık yetkililer çiftçinin halini görmeli’ diye konuştu. Sökeli bir diğer çiftçi Ömer Çalı da bankalara 100 bin YTL borcu olduğunu ancak pamuktan elde ettikleri gelirle bu borcu karşılayamadıklarını söyledi.
Çiftçi tefeciye bel bağladı
Türkiye‘nin en önemli tarımsal üretim alanları arasında yer alan Çukurova‘daki çiftçiler de borç batağına düşmüş durumda. Hasada güvenip krediye yüklendiklerini, ürün para etmeyince de bankaların icralarının kapılarına dayandığını belirten bölge çiftçileri borçlarını ödeyebilmek için tefecilere gittiklerini söylüyorlar. Yumurtalık ilçesi Yeşilköy beldesi çiftçilerinden Yusuf Batmaca, 7 bin 500 YTL‘lik mazot kredisi kullandığını, kart borcunu ödeyemeyince icralık duruma düşüp köylüye rezil olmamak için tefeciden yüksek faizle borç aldığını belirtti. Yeşilköy Beldesi Muhtarı Latif Dahak ise 2 bin 500 YTL‘lik mazot kredisi kullandığını, bu kredinin bu ay ödemesinin bulunduğunu belirterek, ’Şu anda hasat edecek ürünüm de yok. Son çare ben de piyasadan yüksek faizle borçlanarak kredi kartı borcumu ödeyeceğim’ dedi. Bu arada, Adana‘nın tarımsal faaliyetlerinin yoğun olduğu İmamoğlu ilçesinde ise ilçe tarım müdürlüğüne başvuruda bulunan her 10 kişiden 4‘ünün Çiftçi Kayıt Belgesini, bankalara ekip biçtiği ürün ile alacağı doğrudan gelir desteğini belgelemek için talep ettiği belirtiliyor.
Çiftçi üretimden çekiliyor
Türkiye‘de tarıma ayrılan bütçenin 5,3 milyar YTL ancak, tarımsal kredi hacminin 11,5 milyar YTL olduğunu belirten Ziraat Mühendisleri Odası (ZMO) Genel Başkanı Gökhan Günaydın, ’Tarımsal faaliyetlerden elde edilen gelir azaldığı için çiftçinin durumu zorlaşıyor. Bütçe büyüklüğünün iki katından fazla tarımsal kredi hacmi var. Bu krediler ya yatırım için ya borç çevirmek için kullanılıyor. Bu durumda çiftçi ekip biçmekten vazgeçecek’ dedi. Günaydın, Ziraat Bankası‘nın tarım kredi oranlarını sübvanse etme gibi çeşitli önlemler almasını beklediklerini kaydetti. Çiftçilerden Mustafa Tanyeli de Söke Ovası‘nda son birkaç yıldır ektikleri üründen gelir elde edemediklerini söyledi. Şu an itibariyle bankalara 250 bin YTL borcu olduğunu anlatan Tanyeli, ’Borcum olmasa kiralayıp ekim yaptığım arazileri bırakır, sadece kendi tarlalarımda üretim yapardım. Ama şu an borcum olduğu için mecburen ekime devam edeceğim’ dedi. (8)
Kapanan işyeri sayısı arttı
Talep daralması, işletmeleri kriz yıllarından beter vurdu. Ekonomik durumun en önemli göstergelerinden birisi olan işyerlerinin kapanma oranı, son 25 yılın en yüksek seviyesine ulaştı. 2008 yılının Ocak -Mayıs döneminde, açılan her 100 işyerine karşılık 54 işyeri kapanırken, açılan her 100 ticari küçük işyerine karşılık 148 işyeri kapandı. Ankara Ticaret Odası (ATO) tarafından, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerinden yararlanılarak yapılan çalışmaya göre, şirket ve kooperatiflerle firmalardan oluşan işletmeler ekonomideki gelişmelerden olumsuz etkilendi.
Dünya ekonomisinde yaşanan yavaşlamanın yansımaları, memur maaşlarının satın alma gücündeki azalma, Çin faktörü, işyerlerinin SSK prim yükü, kredi geri ödemelerindeki sıkıntıların da aralarında bulunduğu nedenlerle sıkıntı yaşayan işletmeler, geleceğe ilişkin de umut taşımayınca çareyi kapıya kilit vurmakta buldu.
KRİZ YILLARINDAN BETER
Şirket ve firmalardan oluşan işletmeler ekonomik krizlerin yaşandığı yıllarda bile bu derecede kötü etkilenmediler. Ekonomik bozulmadan işletmelerin en fazla etkilendikleri 1989 yılında, işyerlerinin kapanma oranı yüzde 51,2 olmuştu. Bu yıldan sonra kapanma oranları azalma eğilimine girdi.
1994 krizinde açılan her 100 işletmeye karşılık 20 işyeri kapanırken, 2001 krizinde bu sayı 35’e yükseldi. 2007 yılında yüzde 32,3 olan kapanma oranı, bu yılın ilk beş ayında yüzde 54,4’e yükseldi. Bu dönemde, şirket ve kooperatifler ile, bunların dışında kalan ticari işletmeler olmak üzere toplam 47 bin 393 işyeri açılırken, 25 bin 785 işyeri kapandı.
Söz konusu dönemde yönetim şekli ’şirket’ ve ’kooperatif’ olan işyerlerinde kapanma oranı yüzde 18 olurken, 24 bin 723 şirket ve kooperatif açıldı, 4 bin 450 şirket ve kooperatif kapandı. Şirketler içerisinde kapanma oranı en yüksek olanlar limitet şirketler oldu. 2008 yılı Ocak -Mayıs döneminde limitet şirketlerinde kapanma oranı yüzde 89,7 olarak gerçekleşti., Aynı dönemde, kapanma oranı Anonim şirketlerde yüzde 7,5, Kolektif şirketlerde binde 8, Kooperatiflerde de yüzde 2 oldu.
TİCARİ İŞLETMELER ÇÖKTÜ
Şirket ve kooperatiflerin dışında kalan küçük işletmelerde, Ocak -Mayıs döneminde 22 bin 670 işyeri açılırken, 21 bin 335 işyeri kapandı. Ticari işletmelerde kapanma oranı yüzde 94 seviyesine çıktı.
Küçük işletmelerin faaliyet gösterdikleri ekonomik alanlara bakıldığında ise en yoğun kapanmaların, toptan ve perakende ticaretle uğraşan işyerlerinde olduğu görüldü. Tarım dışı istihdamın deposu olarak görülen toptan ve perakende ticaret yapan işyerlerinde kapanma oranı yüzde 148,1’e fırladı. Bu alanda 2008 yılının Ocak -Mayıs döneminde 11 bin 271 ticari firma açılırken, kapanan ticari firma sayısı 16 bin 694 oldu. Ekonomik bozulmadan ikinci sırada etkilenen küçük işletmeler tarım sektöründe faaliyet gösterenler oldu. Daha çok hane şeklindeki işletmelerden oluşan Türkiye tarımı son yıllarda uygulanan destekleme politikaları nedeniyle sürekli kan kaybederken, 2008 yılının 5 aylık döneminde firma haline gelebilmiş olan tarım işletmeleri de kötü etkilendi, kapanma oranı yüzde 137,7 oldu.
Madencilik işinde uğraşan firmalarda da söz konusu dönemde kapanma oranı yüzde 105,1 olarak gerçekleşti. Tarım dışı istihdamın dörtte birinden fazlasını oluşturan imalat sanayi işyerleri de olumsuz etkilenen sektörler arasında yer aldı. İmalat alanında faaliyet gösteren firmalarda kapanma oranı yüzde 55,3 oldu.
Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün, TÜİK verilerine göre kapanan işyerlerindeki artışın endişe verici olduğunu belirterek, ’Kapısına kilit vuran işletmeler işsizlik oranına olumsuz yansıyacak’ dedi. İşyerlerinin kapanmasının tüketim daralmasının en büyük göstergesi olduğunu kaydeden Aygün, sözlerini şöyle sürdürdü: ’Piyasada inanılmaz bir durgunluk yaşanıyor. Tüccarımız, esnafımız deyim yerindeyse sinek avlayarak gününü geçiriyor. Hal böyle olunca da vergisini, kredisini, SSK primini ödeyemiyor, çareyi işyerini kapatmakta buluyor. İşyerlerinin kapanması, yıllardır tüketimle büyüyen ekonomiyi dara sokacak. Piyasayı canlandıracak ekonomik tedbirler bir an önce alınmazsa ülke girdiği bu kısır döngünün içinden çıkamayacak.’(9)
Ve batacağız! (Osmanlı gibi)
Demek ki; emperyalistler bir ülkeyi,
* Önce serbest ticarete açıyor,
* Sonra borçlandırıyorlar,
* Sonra maliyesini ele geçiriyorlar
* Ardından da o ülkeye doğrudan yabancı sermaye yoluyla girerek, sömürüyü daha da
arttırıyorlar.
Tanıdık geliyor mu? !
Dün, Osmanlı’nın en bereketli gelir kaynağı tarımdı.
Gavur sermayesi işbirliği yaptı, 1884 yılında Reji İdaresi doğdu.
Tütün tarlalarında çalışan kızlarımıza, karılarımıza, bacılarımıza gavur vergi tahsildarları tecavüz ettiler! ! !
Bugün de sömürgeciler,Türkiye’de şeker pancarı,tütün,pamuk üretimlerini kısıtladılar.
Türk tarım ve hayvancılığını öldürdüler.
Aslında bir tarım ülkesi olan Türkiye; buğdayı, unu, şekeri, soyayı, tütünü, ayçiçeğini, pamuğu, eti, ithal eder duruma düştü! ! !
Atatürk, tam bağımsızlığı “siyaset, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür gibi her alanda tam özgürlük “ olarak tanımlar
Batı emperyalizmi, Osmanlı Devletine karşı 100 yıl süreyle sürdürdüğü saldırıda bütün bu bağımsızlık ögelerini sırasıyla yok eder.
Sıra “Siyasal Bağımsızlık”a gelmiştir.
1818 Sonbaharı… 1. Dünya Savaşı’nın sonu… Emperyalizm, Osmanlı Devleti’nin paylaşılmasını gizli anlaşmalarla bağlamış.
Yönetimi yabancı generallere bırakılan Osmanlı orduları teslim olmuş (Orduların başına Almanlar’ın getirilmesi, askeri bağımsızlığın da kalmadığı anlamına geliyordu)
30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi… Osmanlı Devleti, kendisini kayıtsız ve şartsız düşmana teslim ediyor.
13 Kasım… İstanbul müttefik kuvvetlerin işgali altında.
10 Ağustos Sevres Antlaşması… Duyun-u Umumiye’nin yanısıra Osmanlı Devleti üzerinde bu kez de bir “Uluslar arası Mali Denetim Komisyonu” kuruluyor. Bu son ödünle, “Devlet-i Aliye”, egemenlik hakkını, bir devlet olarak var olma hakkını da yitirmiş oluyor.
Bu yıkım, Mustafa Kemal Atatürk’ün çıkışına kadar sürdü. Lozan Antlaşması ile Duyun-u Umumiye, Türkiye sınırları dışına çıkartıldı ve gelir kaynaklarımız bize iade edildi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu.
1854’de aldığımız bu borcu 1923’te Atatürk üstüne aldı. 1954 yılında, 100 yıl sonra bitirebildik bu borcu.
16 Ağustos 1838 Balta Limanı Antlaşması ile başlayan Osmanlı Devleti’nin çöküşünde ortaya Mustafa Kemal çıkmıştı. Ama öyle gözüküyor ki, bu kez çöküş, Türkiye’nin tamamen teslim alınmasına kadar sürecektir.
Okumak tarihi Atatürk gibi...
Osmanlı Devleti’nin önce yavaş yavaş, sonra hızla yuvarlandığı felaketin en etkili anlatımını, Büyük Aydınlanmacı’nın, Atatürk’ün sözlerinde buluruz. Şimdi onu dinleyelim:
“Büyük devletler, şimdiye kadar bize şu veya bu sorunlarda gösterişli yardımlarda bulunuyor görünüyorlar; oysa, ekonomik tutsaklıklarla bizi felce uğratıyorlardı. Öteden beri bize bazı şeyleri vermiş gibi, bizim bazı haklarımızı tanımış gibi bir durum alırlar; gerçekte ise ekonomide elimizi kolumuzu bağlarlardı”
“Tanzimat’ın açtığı serbest ticaret dönemi, Avrupa rekabetine karşı kendini savunamayan ekonomimizi bir de ekonomik kapitülasyon zincirleri ile bağlandı. Örgütlenme ve bireysel değer bakımlarından bizden çok güçlü olanlar; ülkemizde, bir de fazla olarak ayrıcalıklı konumda bulunuyorlardı. Kazanç vergisi vermiyorlardı. Gümrüklerimizi ellerinde tutuyorlardı. İstedikleri zaman, istedikleri malları, istedikleri koşullar altında ülkemize sokuyorlardı. Bütün ekonomik sektörlerimizin, bu sayede mutlak egemeni olmuşlardı. Bize karşı yapılan rekabet… Gerçekten çok kahredici idi. Rakiplerimiz, bu şekilde gelişmeye elverişli sanayimizi de mahvettiler.”
“Bir devlet ki; kendi yurttaşına koyduğu bir vergiyi yabancılara koyamaz; gümrük işlemlerini, vergilerini ülkenin ve ulusun gereksinimlerine göre düzenlemekten alıkonmuştur; bir devlet ki fazla olarak, yabancılar üzerinde yargı hakkını uygulamaktan yoksundur; böyle bir devlete elbette bağımsız denemez. Devletin ve ulusun hayatına yapılan müdahaleler yalnız bu kadar değil, daha fazla idi. Ulusun, doğrudan doğruya yaşamsal gereksinimlerinden olan, örneğin demiryolu yapmak için, devlet serbest değildi. Mutlaka müdahale vardı. Bundan dolayı, yaşamını teminden men ettirilen bir devlet bağımsız olabilir mi? Devlet, bağımsızlığını çoktan yitirmişti. Osmanlı ülkesi, yabancıların serbest bir sömürgesinden başka bir şey değildi ve Osmanlı içindeki Türk ulusu da bütünüyle tutsak bir duruma gelmişti.”
Şimdi siz karar verin. Hangisini istiyorsunuz?
Bezirgan Batı, işte böyle uzun tarihi deneyimlerden geçerek, bugün IMF ve Dünya Bankası uygulamalarında somutlaşan zalim ve acımasız politikalar oluşturdu. Bu strateji, Lord Canning’lerin, Lord Hobart’ların, Lord Derby’lerin torunlarına bıraktığı en değerli miras olmalı. Yoksa Lord Curzon, Lozan Konferansı’nda şu tehditi İsmet Paşa’ya büyük bir özgüvenle yapabilir miydi?
“Bütün bu reddettiklerini cebime koyuyorum. Yarın para bulmak için yine bize geleceksiniz. Para bir bende bir de yanımdaki şu Amerikalı’da var. Sen her para istedikçe, ben de cebimdekileri bir bir senin önüne koyacağım.”
Ne yazık ki; Lord Curzon’un kehaneti doğru çıktı! (10)
YA BU YOLDAN DÖNECEĞİZ
TAM BAĞIMSIZ BİR ÜLKEDE
İNSAN ONURUNA YARAŞIR BİR ŞEKİLDE
YAŞAMAK İÇİN
EMPERYALİZME DUR DİYECEĞİZ!
PARA NEDİR?
Milli Ekonomi Modeli, insanın sınırlı ihtiyaçlarının sınırsız kaynaklardan karşılanması ilmi ve ülkelerin gerektiğinde her türlü mal ve hizmeti üretebilme gücüne sahip olması, iç ve dış harcamalarının borçlanmadan temin edebilmesinin adı ve formülüdür.
Çözümlerimize Milli Ekonomi Modeli’nde getirilen “Para tarifi” ile başlayalım.
Kapitalist anlayışa göre para, sadece mübadele ve tasarruf aracıdır. Bu anlayışta paranın “tahrik unsuru olması” ve “emek ve üretimin karşılığı olması” özelliği yok sayılmaktadır.
Para hakkında bilgi sahibi olmak için onun hangi fonksiyonları yerine getirdiğinin bilmek gerekir.
Milli Ekonomi Modeline göre paranın 4 temel özelliği vardır.
1- PARANIN TAHRİK UNSURU OLMASI:
Modelimizde para, emeği tahrik ederek mal ve hizmet üretimini sağlayan bir araçtır.
Yani para, diğer iktisat ekollerinin iddia ettiği gibi ekonomiler üzerinde “etkisiz eleman” değildir. Bilakis, işlemci olarak, üretim ve tüketimle ilgili niyetlerin açığa ve ortaya çıkmasına vesile olmaktadır. Bu özellik yalnızca Milli Ekonomi Modeli ile iktisat literatürüne girmiştir.
2- EMEĞİN VE ÜRETİMİN KARŞILIĞI OLMASI:
Günlük hayatta para olmadığında gıda, giyim, barınma, güvenlik gibi temel ihtiyaçlar karşılanamayacağı gibi; yeraltı ve yerüstü kaynaklarını çıkaracak emek de devreye konamaz.
Para, harekete geçirdiği emeğin ürettiği mal ve hizmetin karşılığıdır. Üretimi devreye koyacak paranın başlangıçta karşılığı olmayabilir. Ama üretimle beraber para, kendi karşılığını hatta daha fazlasını oluşturma kabiliyetindedir. Zati değeri olmayan paranın maliyeti, üretim faktörlerini devreye koyarak elde edilecek mal ve hizmetin değerinden çok daha az olacaktır.
Paranın bu vasfı da yalnızca Milli Ekonomi Modeli ile ortaya çıkmıştır.
Milli Ekonomi anlayışında piyasalarda dolaşan para maliyetsiz olduğu için, emeği tahrik edecek ve üretim faktörlerini devreye koyacak para da maliyetsizdir. Başlangıçta zati değeri olmayan para, emeği tahrik etmek ve devreye koymak suretiyle, mal ve hizmet üretimini sağlayarak kendine karşılık bulur.
Emeğin ve üretimin karşılığı olarak devreye girecek olan para, atıl duran insanların emeğini harekete geçirir. Nitekim mesela, yol yapımı için gerekli olan malzemeler dağlardan temin edilerek, yollar insanların hizmetine sunulabilir. Bu sayede hem insanların emeği değerlendirilecek, hem de yol yapılarak ekonomik bir değer oluşturulacaktır.
3- PARANIN DEĞİŞİM (MÜBADELE) ARACI OLMASI:
Piyasada bulunan her türlü mal ve hizmet, para ödenerek satın alınır. Bu, paranın mübadele özelliğidir. Değişimin tam olarak yapılabilmesi için piyasada yeterli miktarda paranın bulunması gerekmektedir.
Liberal ekonomilerde tedavüldeki bu para maliyetlidir. Maliyetli para üretimde kısıntıya neden olur. Talep daralması da görülür.
Liberal anlayışta temel yöntem olan paranın faizle piyasadan çekilmesi, mübadelenin sağlıklı yapılmasını engeller. Paraya olan ihtiyacın emisyonla piyasalara iadesi engellenerek piyasalara para satanların önü açılmış olur. Neticede toplum, tüketim kabiliyetini kaybeder ve en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamaz olur.
Artan dünya nüfusunun tüketim yapamaması, üretim miktarının yetersizliğinden değil, insanların o tüketimi yapacak paradan mahrum olmalarından kaynaklanmaktadır.
Milli Ekonomi Modeli’nde mübadele için piyasada olması gereken para maliyetsizdir. Bu sayede paranın piyasalarda dönmesi, serbestçe dolaşımı, reel ekonomiye katkısı sağlanmaktadır. Mübadelenin yaygın şekilde yapılmasını sağlayan Milli Ekonomi Modeli, üretilen mal ve hizmetin değerinde mübadele yapılabilmesi için arz ve talebin dengede olmasını şart koşar.
Milli Ekonomi Modeli’nde denge, belirli bir matematik ölçüsü içerisinde, arz ve talebin bazen ayrı ayrı, bazen de aynı anda emisyonla desteklenmesiyle sağlanır. Bu yaklaşım ileride ele alacağımız sürekli büyümenin de formülüdür.
4- PARANIN TASARRUF ÖZELLİĞİ:
Liberal ekonomilerde paranın tasarruf edilmesindeki amaç faizle para kazanmaktır.
Dolayısıyla Liberal anlayışın değer saklama aracı olarak paraya yüklediği fonksiyonlar:
a- Paranın üretimden çıkıp, reel ekonominin dışına kaymasına,
b- Paranın tekelleşmesine,
c- Dünyada üretilen mal ve hizmetin global güçlerin eline verilmesine,
d- Üretim maliyetlerinin artmasına,
e- Talebin daralmasına,
f- İşçi ücretlerinin ve verimliliğin düşmesine neden olur.
Milli Ekonomi Modeli’nde piyasadaki para maliyetsiz olduğu için değer saklama aracı olarak para,
a- Mal ve hizmet üretimi,
b- Günlük tüketim ihtiyacının karşılanması,
c- Düğün, seyahat, hastalık gibi ileriye dönük ihtiyacın karşılanması için tasarruf edilir.
Tasarruf aracı olarak paraya yüklenen fonksiyon
a- Paranın serbest dolaşımına,
b- Üretim ve talebin artmasına,
c- Gelir dağılımının düzelmesine neden olur.
Şimdiye kadar yanlış uygulanan para politikaları ile, kişilerin tüketim kabiliyeti engellendiği gibi kaynakların da yeterince kullanılması imkansız hale getirilmiştir.
Modelimizde, bugün hızla gelişen ekonomilerde nedeni anlaşılamayan DURAĞAN DÖNEMDEN ÇIKIŞ VE BÜYÜMEDE SÜREKLİLİĞİN SAĞLANMASI temin edilirken, bir yandan da halledilmesi imkânsız gibi görünen İŞSİZLİK problemine çare olunmaktadır.
Bunun yolu olarak Sosyal Devlet anlayışı içinde ele alınan; ülke kaynaklarının, emisyonla desteklenmiş faizsiz krediler ve devlet – millet ortaklığı ile kurulacak üretim tesisleri yoluyla harekete geçirilmesi, üretim ve tüketimin beraber desteklendiği bir üretim seferberliği başlatılmasıdır.
Milli Ekonomi Modeli, üretimde devlet desteğinin sağlanması ile maliyetlerin aşağı çekilmesi, vergisiz bir ekonomi, faizsiz bir ekonomi, keyfi fiyatlandırmaya devlet tarafından engel olunması yaklaşımları ile de ENFLASYON sıkıntısını halletmektedir.
Bu bağlamda Milli Ekonomi Modeli, Kapitalist sistemin günümüze kadar çözemediği ve artık krizleriyle kabul ettiği GELİR DAĞILIMINDA DENGE, SÜREKLİ BÜYÜMENİN YAKALANMASI, TAM İSTİHDAMIN SÜREKLİ SAĞLANMASI meselelerini de tarihe gömmektedir.
Tezimizde devletin önemli bir vazifesi de, millete ait olan yeraltı ve yerüstü kaynaklarının milletin kullanımına açılmasının sağlanmasıdır. Bu sayede millete ait olan kaynakların yine millet tarafından işletilmesi ve kullanılması sağlanırken, bir taraftan da kaynakların doğru olarak işletilmesi ile üretim seferberliğinin hayata geçirilmesine katkıda bulunulacaktır.
Mesela, ülkenin herhangi bir yerinde bulunan petrol madeni bu ülkenin tamamına aittir. Ve milletin tamamına fayda verecek şekilde devlet tarafından işletilmelidir. Bu model devlet-millet ortaklığıdır. Kurulacak şirketin bir kısmının hissesi vatandaşlara ait olmalı, diğer kısmının gelirini ise devletin kamu harcamaları için ayrılmalıdır.
Milletin bu işletmelere ortak olması da emisyonun genişletilmesi yoluyla verilecek faizsiz kredilerle temin edilecektir.
Bu mesele, Türkiye’miz açısından ele alındığında ayrı bir önemi haizdir. Zira yaklaşık olarak 3 katrilyon dolarlık bir maden rezervine sahip olan Türkiye’ de yeraltı kaynaklarımız çıkarılan kanunlar ile yabancı şirketlere adeta peşkeş çekilmektedir. Sonunda “hazine üzerinde oturan dilenci”ye dönüştürülen Türkiye’de, kaynaklarımızı devrettiğimiz yabancılardan faizle para alır hale geldik. Bu bizim paramızı yine bize satmaktan başka bir şey değildir.
Ve yine biz Milli Ekonomi Modeli projeleriyle “tam bir üretim seferberliği”ni başlatıyoruz. KOBİ’lere ve esnaf kesimine uzun vadeli faizsiz kredilerin verilmesi ile; tarım kesimine ürününe karşılık -daha ürününü tarlaya atmadan- “faizsiz ve yarı bedeli avans olarak ürün ödemesi yapılması” ile; nakliyecilere, otobüs, taksi ve taşıma araçlarının temini ve yenilenmesi için faizsiz uzun vadeli kredi temini ile; sanayiciye proje mukabili faizsiz uzun vadeli kredi imkanı ile gerçekte hem üretim hem de tüketim beraber desteklenmektedir.
Modelimize göre devletin halkı desteklemesi bir ekonomi kuralıdır.
Üretimin önünü açacak bir diğer proje ise, devletin yatırım ve üretim için gerekli olan parayı sıfır faizle kendi vatandaşına sağlamasıdır. Bu şekilde üretimin önü açılacağı gibi, maliyetler de düşecektir. Vatandaşlar arasında fırsat eşitliği de bu sayede sağlanacaktır. Proje mukabili verilecek olan bu krediler, her aşamasında kontrol edilerek ilgili raporlar proje sahiplerine sunulmalı, hukuki müeyyideler ile işleyişi temin edilmelidir.
Öte yandan devlet, içeride ve dışarıda gerek Sosyal Devlet politikaları ile ve gerekse para politikaları ile kendi üreticisine pazar imkanı sağlamakla mükelleftir. Bu pazarın oluşturulması üreticiye verilecek krediden çok daha önemlidir. Çünkü ürettiğine müşteri ve pazar bulamayan üretici, ürettiği kadar batacaktır. Dolayısıyla devlet, bizatihi kendisi piyasalarda alıcı olarak yer almalı ve kamun harcamaları ile belli sanayi kollarını ve özellikle stratejik sanayii desteklemelidir.
Devlet ayrıca, ileri teknoloji ve yüksek sermaye gerektiren sahalarda öncü ve üretici olarak piyasada yerini almalıdır.
“Üretim seferberliği ile topyekün bir kalkınma” hamlesi, Milli Ekonomi Modelinin oluşturduğu önemli bir projedir. Devlet, bu hamleyi, Sosyal Devlet uygulamaları ile hayata bizzat geçirmek durumunda olduğu gibi, sürekli büyümenin temini için gerekli olan çalışmaları da bizzat yapmak zorundadır. Zira, piyasaların olaylar karşısında kendiliğinden dengeye geleceğini savunun Kapitalist anlayış, tezimizin dikkat çektiği reel gerçeklerle tarihe karışmaktadır.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, sürekli büyüyen ekonomilerde üretim ve tüketim arasında belli bir açık meydana gelir. Eğer emisyon hacminin genişletilmesi yoluyla bu açığa müdahale edilmezse, ekonomilerin zaman içerisinde kendi kendini desteklemesi mümkün değildir.
Milli Ekonomi Modeli’ne göre “ekonominin yapısından kaynaklanan üretim ile tüketim arasındaki bu açığın kapatılması” da ancak devlet tarafından yapılabilir.
Devletin bu açığı, senyoraj hakkını kullanarak emisyonla kapatması, piyasalar için bir zorunluluktur.
Bu arada devlet, yerli sanayinin yurt dışında rekabet edeceği maliyet ve fiyat avantajlarını kendi ihracatçısına emisyonla sağlamalıdır.
Tüm bu üretim desteklerinin yanında, devlet aynı zamanda yerli sanayii korumak üzere, her türlü anti-damping uygulamalarını, gümrük ayarlamalarını yaparak kendi insanını korumalıdır.
EMİSYON
Milli Ekonomi Modeli’nde ise meselenin halli için devletin emisyonunu genişletmesi ve senyoraj hakkını kullanması yöntemine yer verilmektedir.
Bir ülkede “bir yılda elde edilen mal ve hizmet biçimindeki üretimin parasal karşılığı” Gayri Safi Milli Hasıla’dır. Elde edilen bu mal ve hizmetin karşılığının belli bir oranda her zaman piyasalarda bulunması ise ekonominin devamı için bir zorunluluktur.
Bunu bir örnekle izah edelim: 1 çuval mısır danesi toprağa attığımızı ve hasat zamanı 10 çuval mısır elde ettiğimizi varsayalım.
Bu takdirde 9 çuval mısırın emeğinin ve üretiminin karşılığı piyasalarda olmazsa, bu durum talep daralmasına sebep olur. Yani piyasada olması gereken miktar, 9 çuval mısırın karşılığı paradır.
İşte emisyon, üretilen bu mal ve hizmetin karşılığı olan paradır.
SENYORAJ
Merkez Bankası’nın piyasaya dolanıma sunduğu para olan EMİSYONLA karşılanması gereken bu oran, Kapitalist düzende farklı bir yolla piyasalara aktarılmaktadır. Uygulamada devletlerin emisyonla elde ettiği gelir olan “SENYORAJ hakkı” elinden alınmakta, gerçekte ise dış kaynaklı borçlarla devletlerin elinden alınan “bağımsızlık”ları olmaktadır.
Kapitalist sistemin gereği olarak az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere sunulan faizli borç ve krediler, işte bu oranın temini için gerekli olan parayı global sermaye gruplarından karşılamaktır...
Ülkemizde de örneğini yaşadığımız bu korkunç oyunda, ülkelerin Merkez bankaları devletten bağımsız hale getirilerek; devletin, Merkez Bankası üzerinden senyoraj geliri elde etmesine yasak getirilmektedir.
Gelişmekte olan ülkelerde senyoraj geliri yerine gelişmiş ülkelerin Merkez bankalarının bastığı para faizle borç alınarak senyoraj geliri yerine kullanılmaktadır. Bu durumda borç alan ülkeler, küresel güçlere faiz ödemek zorunda kalmaktadır. Ayrıca aynı zamanda senyoraj gelirlerini de devretmişlerdir.
Neticede ülkeler, Türkiye de olduğu gibi büyük bir borç batağının içine itilmektedir.
Yıllardan beri televizyon ekranlarından halkımızın dikkatini çektiğimiz bu hususlar, artık Türkiye’de ve dünyada sahasında saygın isimler tarafından da ifade edilmektedir.
Nitekim T.C. Merkez Bankası eski Başkanı Yaman Törüner, Milliyet gazetesindeki makalesinde gelişmekte olan ülkelerin senyoraj geliri elde etmesine müsaade edilmediğine, bunun yerine gelişmiş ülkelerin o ülkeler adına senyoraj hakkını kullanıp, “HART KÖRİNSİ”leri dolaşıma sokarak gelişmekte olan ülkelerden vergi aldığına dikkat çekmiştir.
Yaman Törüner şöyle diyor: “Merkez Bankacılığı ateş ve tekerlerle beraber dünyada yapılan en büyük üç icraattan biridir. Merkez bankaları sayesinde devletler para basar ve bastıkları para kadar senyoraj geliri elde ederler. Yani bastıkları para kadar halktan vergi toplamış olurlar. Bu açıdan bakıldığında, Merkez bankaları devletlerin bir parçasıdır ve prensip olarak devletten bağımsız olamazlar.
Diğer bir deyişle, Merkez bankalarının bağımsız olmaları, kendi devletlerini değil, Kapitalist sistem yöneticilerini dinlemeleri anlamına gelir. Bir devlet, zaten Kapitalist sistem yöneticilerinin isteklerini yerine getirmeye hazırsa, o devletin de onayı ile Merkez Bankası bağımsız yapılır.
Asıl senyoraj gelirini “gelişmiş ülkeler” Merkez bankaları elde eder. Bu gelirin kontrollü biçimde elde edilmesi için gelişmekte olan ülkelerin merkez bankalarının bağımsız olması, bağımsızlığın prensip edinilmesi, yani kendi devletlerinin çıkarlarını fazla korumamaları şarttır. Gelişmiş ülke Merkez bankaları gerçek değişim aracı sayılan “hart körinsi”leri basarlar. Gelişmekte olan ülkelerin halkları, karşılıksız basılan hart körinsileri ödeme, tasarruf ve borç alma aracı olarak kullanırlar.
Gelişmekte olan ülkelerin bağımsız Merkez bankaları da hart körinsi üzerinden döviz rezervi bulundurur. Hart körinsi basabilen Merkez bankaları, kendi ülkelerinde talep edilenin katlarca fazlası kadar dışarıdan para talebi ile karşılaşırlar.
Dışarıdan olan para talebi kadar da karşılıksız para basıp, başka ülke halklarından senyoraj geliri elde ederler. Yani, bir bakıma gelişmiş ülkeler, Merkez bankaları aracılığı ile gelişmekte olan ülke halklarından vergi alırlar.”
Uluslararası kredi kuruluşları, “emisyonumuzu arttırarak üretim yapmak yerine, faizle alınan yabancı para ile aynı üretimi yapmamızı” tavsiye etmektedirler.
“Para basma enflasyon olur” diyenlere göre; “Merkez Bankası para basarak emisyonu arttırırsa enflasyon olmakta; oysa faizle dışarıdan alınan para ile üretim yapıldığında enflasyon olmamaktadır, bu sayede ülkemiz kalkınabilir” gibi saçma bir anlayış milletimize anlatılmaktadır.
IMF gibi kuruluşların etkisindeki ülkelerde yatırımların hayata geçirilmesi içinde yabancılar beklenmektedir. “Yabancılar gelsin, yatırım yapsın, bizi de işe alsın” mantığı Türkiye’mizde de hâkimdir. Oysa baş tarafta izah ettiğimiz gibi, Türkiye’nin sahip olduğu sadece 3 katrilyon dolarlık maden rezervi mevcuttur.
Yapılması gereken dışarıya el açarak yardım beklemek değil, bu kaynakları devlet–millet dayanışması ile devreye koymaktır.
Yabancı paranın bir ülke topraklarında bulunması; yani, yerli halkın emeği ve üretimi ile kendine karşılık bulması, o ülkenin sahip olduğu zenginliklerin ve milletin alın terinin söz konusu yabancı ülkelere ve küresel semayedarlara aktarılması demektir. Maalesef yıllardan beri Türk ekonomisinde de aynı akıbet yaşanmaktadır.
Bir ülkenin kendi Merkez Bankasında başka bir devletin parasını bulundurması veya kendi topraklarında dolaşıma sunması o devleti finanse etmek demektir.
Bugün ülkemizin ve Uzakdoğu ülkelerinin Merkez bankalarında büyük miktarda ABD Doları saklanmaktadır. Mesela Japonya Merkez Bankasında 800 milyar dolar saklanmaktadır. Bu durum, “Japon halkı, 800 milyar dolarlık üretim yapmış; karşılığında ABD, kâğıdını boyayıp ona vererek, bu üretim ve emeği kendisine aktarmıştır” demektir.
Türkiye’de ise durum daha da vahimdir. Çünkü biz sadece Merkez bankamızda değil, dolaşımda da yabancı paralara izin vermekteyiz.
Yani, üretimimizin karşılığında kendi paramızın piyasada bulunması gereken emisyon miktarını, senyoraj hakkımızı kullanmakla sağlayamıyoruz. Dahası, yabancı ülkelerin emisyonlarını arttırarak bize gönderdikleri boyalı kâğıtlarını kullanıyoruz, böylece senyoraj gelirlerimizi onlar elde etmiş oluyorlar.
Liberal anlayış, “paranın serbest dolaşımı”ndan bahsederken, global sermayenin elindeki paralarla “piyasalara istediği gibi girmeyi ve ülkeleri sömürmeyi” kasteder. Oysa Milli Ekonomi Modeli’nde paranın serbest dolaşımı derken, paranın herkes tarafından ulaşılabilir olduğundan bahsetmekteyiz.
Zira aksi bir anlayış paranın belli ellerde tekelleşmesi, piyasanın birkaç insanın kontrolünde olması ve faizle beraber gelirin yalnızca bu gruba transferi demektir.
Paranın spekülatif amaçla hareketi de aynı neticeleri verir. Bu durumların tamamı, gelir dağılımında dengesizliğe neden olduğu gibi, ekonominin daralmasını da beraberinde getirir.
Devletlerin senyoraj gelirlerinin önündeki bir diğer engel de, özel bankaların ürettiği kaydi paradır. Özel bankalar, topladıkları mevduat sayesinde kaydi para üreterek piyasanın ihtiyacı olan paranın bir kısmını piyasaya sürerler.
Bankaların kaydi para üretimi, devletlerin sağlam bir para politikası uygulamasını engeller. Böylece devlet, piyasaları yönlendirme hakkını da bankalara devretmiş olur.
Piyasanın ihtiyaç duyduğu paranın Merkez Bankası’nın basacağı para ile değil de, özel bankaların kaydi parası ile karşılanması, bu bankalara adeta senyoraj hakkını kullanma hakkını verir. Kaydi para vatandaşın emeğinin ve üretiminin karşılığı olduğu için bankalar, toplumun ve devletin gelirini de kendilerine transfer etmiş olurlar.
Bu izahlarımız neticesinde deriz ki, ülkelerin borç batağından kurtulması için, her şeyden önce maliyetli yabancı para yerine, emisyonun hâkim kılınması gerekmektedir.
Milli Ekonomi Modeli’nde, belirtilen oranlarda emisyon hacmini arttırarak senyoraj gelirinin elde edilmesi devletler için bir zorunluluktur. Aksi taktirde piyasada yeteri kadar bir tüketime imkan doğmayacağı için, ekonominin dengeye oturtulması mümkün olamaz.
Senyoraj gelirine karşı çıkılmasının sebebi, görünüşte “artan para miktarının piyasalarda fiyatlar genel seviyesinde bir artışa sebep olacağı iddiası”dır.
Ancak bu iddiayı ortaya atanlar, bir taraftan faizle alınan dış kredilere destek olmuş, diğer taraftan da bankacılık sisteminin kaydi para üretimini desteklemişlerdir. T.C. Merkez Bankası Başkanı Sayın Serdengeçti’nin bu konudaki açıklamaları dikkat çekicidir.
Serdengeçti şöyle demektedir: “Bu ülkede emisyonun milli gelire oranı düşüktür. Merkez Bankası evvelden beri basması gereken parayı basmamakta ve bunu faizleri yüksek tutmak için yapmaktadır. Rantiyeye hizmet etmeyi bırakıp çok para basılsa faizler düşecek, üretim ve yatırım artacak, üretim artınca enflasyon da düşecektir.” (Hürriyet gazetesi, 17.01.2005)
Senyoraj gelirine karşı olanlar, devlete para satmak için karşıdırlar. Eğer devletler, emisyonlarını arttırıp, senyoraj geliri elde ederlerse, global tefeciler ile yerli taşeronları büyük bir gelir kapısından mahrum kalacaklardır.
Milli Ekonomi Modeli, senyoraj gelirini, hem bir ekonomi kuralı olarak ele alırken, hem de gelirin nelere bağlı olduğunu formülleştirmektedir.
Tezimizde; devlet borçlanmayacak, senyoraj hakkını kullanarak emisyonunu genişletecektir. Yani, kendi insanının emek ve üretiminin karşılığı olan parayı kendisi basacaktır. Bu senyoraj geliri ev kadınlarına maaş olarak, çiftçiye-köylüye faizsiz kredi olarak, esnafa yine kredi olarak verilecektir.
Bu şekilde;
a- Üretim tetiklenecek,
b- Tüketim harekete geçecektir.
Milli Ekonomi Modelinde Senyoraj geliri, SOSYAL DEVLET PROJESİNDE TÜKETİCİNİN DESTEKÇİSİ OLACAKTIR.
Böylece işçi, memur, köylü, çiftçi yani toplumun en geniş tüketici kesiminin tüketme kabiliyeti artacaktır. Buna mukabil üretici de, daha fazla üretecek, talep olduğu için üretimini devamlı arttıracaktır. Bu iki ana unsur emme- basma tulumba gibi birbirini harekete geçirecek ve ekonomide istenilen denge elde edilecektir.
Emek ve üretimin karşılığını milli parası ile karşılayan devletler, kamu harcamalarını borç para almadan yani borçlanmadan yerine getirebilirler.
Emek ve üretimin karşılığı elde edilen kâr mukabili paranın piyasalara girmemesi halinde para kıtlığı oluşur. Piyasalar durgunlaşır. Bu bağlamda senyoraj, piyasalardaki geliri temin eden bir unsurdur.
Tezimizde üzerinde önemle durulan bir diğer konu ise, “senyoraj gelirinin, bazı durumlarda emek ve üretimin karşılığı olmadan da devreye sokulabilmesi”dir. Genelde emek ve üretimin kârı karşılığında devreye girmesi gereken senyoraj geliri, bazı durumlarda da emek ve üretimin karşılığı olmadığı zaman da devreye girebilir. Ve böylece de ekonomi büyüyebilir.
Örnek olarak; karayolları yapımında gerekli finans yoksa, araç-gereç ve işçiler tamamen sizden, dolayısıyla emek ve üretim tamamen sizden olacağı için, buna karşılık senyoraj hakkının kullanılması büyümede kullanılan bir yöntemdir.
Yeraltı kaynaklarının değerlendirilmesinde de aynı durum geçerlidir. Bu örneği, tarımda da uygulayabilirsiniz.
Tarım kesimine muhakkak elinizdeki para ile avans verilmesi şart değildir. Bu şartlarda emek ve üretim mukabili tahsil edilecek tarım mamulleri karşılığında emisyonun genişletilmesi -yani senyoraj hakkının kullanılması- üretimi destekler.
Yani tezimizde emisyonun devreye konulması için emek ve üretimin karşılığını kârın ortada olması gerekmez.
Emek ve üretimin karşılığındaki kâr ortada iken emisyonun genişletilmesi şartlı enflasyon rizikosunun olmaması içindir. Enflasyon rizikosu varsa, devletin fiyat kontrollerindeki ısrarlı davranışı neticesi enflasyon tehlikesinin önüne geçilebilir.
Görüldüğü gibi Milli Ekonomi Modeli’nde sunduğumuz bu sistemle senyoraj hakkının kullanılması, faizli borç alma mantığı ile mukayese bile edilemez.
Buraya kadar anlattıklarımız; enflasyondan kurtuluş reçetesinde yer alan maliyetlerin aşağıya çekilmesi için devlet desteği konusu, vergilendirmeye getirilen yeni bakış açısı, emisyonun genişletilmesi ve senyoraj hakkının kullanılmak suretiyle işletilmesi gereken bir kural sonucu faizin sıfırlanması meselesidir.
FAİZ
Faizin ekonomilerde yaptığı tahribatları genel olarak incelersek; maliyetleri arttırması, paranın belli elerde stoklanmasının önünü açması, talebi daraltması, işçi ücretlerini aşağıya çekmesi ve nihayet verimliliği düşürmesidir.
1- Maliyetleri arttırması: Üretici veya pazarlamacı ister yatırım için, ister üretim veya pazarlama için elde ettiği paranın maliyetini ürettiği ürüne veya hizmete yansıtmak zorundadır.
Bu da MALİYET ENFLASYONUNA sebep olacaktır. Yani faiz oranları arttıkça fiyatlar da maliyetlerden dolayı artacaktır.
Milli Ekonomi Modeli’nde izah ettiğimiz faizin bu temel sakıncası, KAPİTALİST anlayışta tam tersi olarak değerlendirilmiştir. Buna göre, artan faiz oranlarının, tüketimi dolayısıyla fiyatları aşağı çekmesi gerekiyordu. Yapılan çalışmalar ise bir çok ülkede faiz oranları arttıkça fiyatların da arttığını göstermiştir.
GİBSON PARADOKSU olarak adlandırılan bu durumu izah ederken FİŞHER VE VİKSEL, enflasyon beklentilerinin veya fiyat artışlarının fiyatları yukarıya çektiğini iddia etmektedir.
Oysa fiyatlar genel düzeyi ile faiz oranlarının aynı anda artmasının sebebi Milli Ekonomi Modelinde ortaya koyduğumuz gibi son derece basittir:
Siz parayı maliyetli hale getirirseniz bunun, üretilen mamulün maliyetini, dolayısıyla fiyatını yukarıya çekmesi kaçınılmazdır.
Dikkat edilirse enflasyon, faiz oranlarını değil, tam tersine faiz oranları üretim maliyetlerini, yani enflasyonu yukarıya çekmektedir.
2- Faizin bir diğer ve belki de en önemli tahribatı, paranın belli ellerde stoklanmasına sebep olmasıdır.
Piyasada bulunması gereken para, faiz sayesinde sermaye gruplarının elinde toplanır. Bunun sonucunda piyasada herkesin ulaşabileceği bir şekilde bulunması gereken para, piyasadan çekilmekte; ekonominin ihtiyaç duyduğu tüketim ve üretimi sağlayacak para, bu vazifesini ifa edememektedir.
Piyasalarda “talep daralması” olarak başlayan bu durum, resesyon ve nihayet deflasyon şeklinde devam etmektedir.
Paranın stoklanması ile ortaya çıkan durumu şu örneğimizle biraz daha açalım: Her yıl dünyaya düşen yağmur miktarı aynıdır. Bu yağmur, dünyanın her yerine orantılı bir şekilde değil de, birçok yerine hiç yağmazken, bazı yerlerine aşırı yağarsa; dünyanın bazı bölgeler çöl olurken, az bir yeri de sel alır.
Aynen bu şekilde ekonomilerin dengesi için piyasada herkesin rahatça ulaşabileceği şekilde bulunması gereken para, yalnızca bir grubun elinde stoklanırsa ekonomi çöl haline gelecektir.
3- Paranın stoklanması, onun nominal değerini hak etmediği şekilde yükseltir.
Bu yükselişin iki zararı vardır. Birincisi, para piyasada istenilen oranda bulunmadığı için parayı elinde tutanlar, borç verdikleri paradan yalnızca faiz geliri elde etmekle kalmazlar; bu yolla birçok siyasi ve politik taleplerini de elde etmektedirler. Bugün borç batağına düşen Türkiye gibi ülkelerin IMF ve global sermaye sahiplerinin her dediğine “evet” demek zorunda kaldığı yaşadığımız bir gerçektir.
Bu durumu bir de şu örnekle değerlendirelim: Çölde yolculuk yapan bir grup insanı ele alalım. Eğer grupta sadece bir kişinin elinde su bulunuyorsa, grubun diğer fertleri ne kadar güçlü, kuvvetli veya gayretli olursa olsun herkes elinde su bulunan insanın dediğini yapmak zorundadır. Aralarında bir yarış olsa idi; diğerleri ne kadar gayretli ve yetenekli olursa olsun kazanan yarışçı, elinde suyu bulunduran kişi olacaktır.
Bu örnekteki durum, dünya para piyasaları için de geçerlidir: Paranın stoklanması, hem onu asli görevinden uzaklaştırmakta, hem de reel ekonominin üzerinde bir baskı unsuru haline getirmektedir.
Reel ekonomi, tamamen sıcak paraya endeksleniyor; haliyle de nakiti elinde bulunduran irade tüm ekonominin kontrolünü eline geçirmiş oluyor.
Nitekim bugün dünya ekonomisi üzerinde söz sahibi olanlar, üretim tesisleri olanlar değil, kasasında nakiti olan global tefecilerdir. Kendi parasını dünyada konvertibl yapan ülke ise, diğer ülkeler üzerinde söz sahibidir.
4- Paranın stoklanmasının bir diğer zararı ise, sahip olacağı nominal değerinin üzerindeki izafi değerden kaynaklanmaktadır.
Para ile para kazanan bir kişi, örneğin 1000 YTL karşılığı yılda 250 YTL kazandığında elindeki para miktarı 1250 YTL’ye çıkacaktır. Paranın, “emeğin ve üretimin karşılığı olma” vasfı dikkate alındığında; para ile para kazanılması halinde bir üretim olmamakta, üretimde bir artış meydana gelmemekte, ama parayı elinde tutanların sahip olduğu para miktarı artmaktadır.
Piyasadaki toplam mal miktarının 100 kalem olduğunu düşünelim. Başta 1000 YTL’ ye sahip olan sermaye sahibi bu 100 birim maldan 10 tanesine sahip iken, sonuçta parası faiz yoluyla arttığı için sahip olabileceği mal miktarı artacak; diğer taraftan ise toplumun diğer kesiminin var olan “üretimden elde edeceği fayda” ise azalacaktır.
Eğer parayı satan kişi, bunu devlete satmışsa, devlet bu parayı karşılayabilmek için topladığı vergileri borç faizine aktararak hem sözkonusu tefeciye gelir transferi yapmış olacak, hem de topluma sunması lazım gelen hizmeti sunamayacaktır.
Bugün ülkemizde “faiz dışı fazla” adı altında toplanan vergilerin rantiyeye aktarıldığı, buna mukabil her geçen gün yatırım, sosyal ve cari harcamaların kısıldığı görülecektir.
Eğer para, bir şahsa satılmışsa; o zaman da şahsın geliri, aldığı borcun faiz oranı kadar parayı satana transfer edilecektir.
Faizin bu özelliği, Kapitalist anlayışta “paranın bir mal gibi görülmesi”nden kaynaklanmaktadır. “Nasıl ki ev sahibi, evini kiraya verdiği zaman bunun karşılığında belli bir kira alıyorsa; bunun gibi parasını kiraya veren kişi de belli bir kira almalıdır” deniliyor.
Oysa ki evin kiralanmasında kiracıya sunulan hizmet onun işlevinden kaynaklanmakta, kira olarak ödenen para da bu hizmetin karşılığı olmaktadır. Ama faiz olarak verilen para ise, paranın piyasada bulunmamasından dolayı üzerine yüklenen izafi değerdendir.
Eğer para herkesin ulaşabileceği bir şekilde piyasalarda yer alsa idi, kimse paraya faiz ödemek zorunda kalmayacaktır.
Özetleyecek olursak paranın stoklanması ile, “toplumun diğer kesiminden parayı elinde bulunduranlara bir gelir transferi” yapıldığı gibi, sermaye sahipleri hem ellerindeki para miktarının artmasından, hem de toplumun diğer kesimlerinin elindeki miktarın azalmasından dolayı, oransal olarak “var olan gelirden daha fazla pay almaya” başlayacaklardır.
Bugün her ekonomide yaşanan gelir dağılımındaki dengesizliğin sebebi de budur.
Şu anda Türkiye’nin iç borcu 250 katrilyon civarındadır. Acaba bu paraya sahip olanlar, bu miktarı üretim veya ticaretle mi kazanmışlardır? Elbette hayır. Hükümet DİBS senetleri basmaktadır; ancak bu para, üretime değil, direkt rantiyenin eline gitmektedir.
Basılan bu paranın karşılığı üretim olarak ortaya çıkmadığı için para, aslında karşılıksız bir paradır. Hükümet de zaten talep enflasyonundan çekindiği ve bu borcu ödeyecek gücü de olmadığı için; sürekli olarak faizle beraber bu parayı yeniden piyasadan çekmekte ve borç batağına daha da girmektedir.
Sonuçta hem vatandaşın gelirleri vergi kanalı ile bu kesime aktarılarak gelir dağılımında büyük bir uçurum oluşturulmakta, hem de devlet, borçlarını sürekli arttırmaktadır.
5- Faizin ekonomilerde yaptığı tahribatlardan biri de talep daralmasına sebep olmasıdır. Bunun sonucunda, ekonomilerde deflasyon süreci başlar.
Faizin talep daralmasına neden olması, birkaç şekilde olur. Gelir dağılımındaki dengesizlik, zaman içinde toplumun önemli bir kesiminin tüketme kabiliyetini yitirmesine sürükler. Devlet ise, faiz ödemelerini karşılayabilmek için vergileri arttırarak vatandaşın cebindeki parayı da piyasadan çeker.
Öte yandan faiz ödemelerini karşılayabilmek için kamu harcamalarında da kısıntıya gidildiğinden dolayı piyasada ciddi bir talep daralması yaşanır.
Ayrıca, faizle beraber cebinde parası olan da parayı bankaya yatırdığı için piyasada dolaşan para miktarı iyice azalır; sonuç deflasyondur. Böylece aynı anda bir taraftan maliyet enflasyonu, diğer yandan deflasyon olduğunda stagflasyon sürecine girilir.
Üretim ile para kazanma mantığında “kazan kazandır” esası vardır. Çünkü siz üretim veya ticaretle para kazanırken, birçok insan için de iş imkânı oluşturursunuz.
Ama para ile para kazanma mantığında mantık, “kazan kaybettir” şeklindedir; bir taraf kazanırken diğer taraf zarar etmektedir.
Para ile para kazanma mantığında yeni iş sahaları açılmamakta, diğer taraftan var olan gelirin rantiyeye aktarılması ile piyasalardaki talep kısılmaktadır.
Mesela, siz paranızı % 20 faizle bankaya yatırdınız. Banka ise bu parayı % 30 faizle üreticiye kredi olarak sattı. Üretici de bunu mamule “fiyat artışı” olarak yansıttı.
Sonuçta sizin satın alma gücünüz ve talebiniz artmış gibi gözükse de, cebinizdeki paranın reel değeri düşecek ve piyasa talebi azalacaktır.
6- Faizin yaptığı tahribatlardan biri de, işçi ücretleri üzerinde olmaktadır.
Faizle para alan üretici, bunu mamule yansıtmak zorundadır. Ama faizle piyasadan çekilen para, gelir dağılımını bozduğu ve piyasada olmayan para tüketimi kıstığı için talep daralması da yaşanmaktadır.
Bu durumda üretici bir karar vermek zorundadır. Eğer bu artışı tamamı ile mala yansıtsa zaten talep olmadığı için hiç mal satamayacak ve batacaktır. Eğer hiç yansıtmaz ise o zaman ürettiğinden belki de daha düşüğe satacağı için yine batacaktır.
Veya faiz oranını mala yansıtacak ama diğer üretim maliyetlerinden ve kısmen kârından kesintiye giderek fiyatların faiz oranlarından daha az artmasını sağlayacaktır.
Diğer üretim maliyetleri arasından en kolay aşağıya çekilecek olan ise “işçi ücretleri”dir.
Çünkü yeterli iş gücü talebi olmadığı için, işçi ücretlerini belirlemede işveren, daha ağırlıklı söz sahibidir.
Yeri gelmişken “ARTIK DEĞER” kavramından bahsedelim.
Karl Marks kendi görüşlerini anlatırken, “artık değer” kavramını ortaya atarak; işverenin elde ettiği kârın işçinin emeğinden çalınan artık bir değer olduğunu ifade etmiştir.
Halbuki kâr, hem işverenin, hem de koyduğu sermayenin karşılığıdır.
“Artık değer” olan ise “faiz”dir. Faizi ekonomiler için gerekli olarak gören Marks, işverenin kârını işçinin emeğinin artık değeri görmüştür.
Milli Ekonomi Modelinde zararlarıyla ortaya koyduğumuz faiz, “asıl artık değer”dir. Zira faiz, işçinin alınterinde kesintiye sebebiyet verecek, böylece hem işçinin alınterinin bir kısmı, hem de işverenin kârının bir bölümü, “parayı satan” iradeye aktarılacaktır.
Ekonomiler için bu derece zararı olan faiz, ilk bakışta birbirinden farklı imiş gibi görünen Kapitalist ve Sosyalist sistemlerin temelidir.
Sosyal adalet, mademki gelir dağılımındaki dengeyi sağlamaktan geçer; bunu bozan faiz mekanizmasını da devre dışı bırakmak, sosyal adaletin sağlanmasında en ciddi adımdır.
Kapitalist anlayışın iki ana ayağı da faizi, sitemlerinin temeline oturtmuşlardır. Klasik, yani monetarist yaklaşımın kurucusu EDIM SİMİT ekonominin kendi kendine dengeye ulaşacağına inanıyor; her arzın kendisine denk bir talebi olacağı fikrini savunuyordu. Bunun yanlışlığını çeşitli vesilelerle izah ettik. Bu hayali dengenin sağlanabilmesi için, elde edilen tüm tasarrufların tüketime aktarılması gerekmektedir.
Klasik anlayışta faiz, tasarrufların yatırım harcamalarına dönüşmesini sağlayan mekanizmanın adıdır… Yani tasarruflar ile yatırımların arasındaki bağ, ancak faiz ile kurulabilir.
Günümüz ifadesi ile Ödünç Verilebilir Fonlar teorisine göre, yatırım için ihtiyaç duyulan sermaye tasarruflarla oluşturulmuş fonlar aracılığı ile tabi ki belli bir faiz oranı karşılığında sağlanmaktadır.
Klasik anlayışta faiz, sistemi dengeye koymak için gerekli bir “denge unsuru”dur.
Kapitalist anlayışın diğer unsuru olan KEYNES’e göre ise, ihtiyaç duyulan, yani talep edilen paranın karşılanması için belli bir faiz oranına gerek vardır.
Dikkat edilirse, iki sistemde de, ister buna yatırım deyin, ister para talebi deyin, piyasanın ihtiyaç duyduğu paranın karşılanması ancak “maliyetli para” ile olmaktadır.
Merkez Bankası’nın, piyasaların ihtiyaç duyduğu parayı basarak piyasalara sürmesine şiddetle karşı çıkan Kapitalist anlayış, aynı ihtiyacın özel bankalar üzerinden faizli para ile karşılanmasını ise desteklemektedir.
Merkez Bankası’nın para basmasına “enflasyon olur” diyerek karşı çıkanlar, aynı miktarda paranın özel bankalar tarafından kaydi para üreterek faizli olarak karşılamasına “enflasyona neden olmaz” diyerek destek olmaktadırlar.
Örneğin; siz, devlet olarak bir yere okul yapacaksınız. Bunun masraflarını kendi emisyonunuzla karşılamak yerine, yurt dışından veya içeriden faizle para alarak bu okulu yaptırıyorsunuz.
Özetle, Kapitalist anlayışın söylediği, “faizli paranın enflasyona neden olmadığı”dır.
Adeta maliyetli parayı gören enflasyon, sesini çıkarmıyor, ama ne hikmetse yerli ve maliyetsiz parayı gören enflasyon birden ayağa kalkıyor.
Bu mantıkla özellikle kalkınmaya karar vermiş ülkeler, kalkınmaları için ihtiyaç duydukları finansmanı kendi emisyonlarını genişleterek “sıfır maliyet”le karşılamak yerine, faizle bu sermayeyi elde etme yoluna teşvik edilmektedirler.
Türkiye’mizin de içinde bulunduğumuz bu grup ülkeler, neticede kendi istekleri ile bu tercihi yapmakta ve bugün yaşadığımız borç batağının içinde kendilerini bulmaktadırlar.
7- Faizin tahribatı bağlamında dikkat çekici bir diğer konu da verimlilik meselesidir.
Paranın bloke edilmesi sadece belli kesimlerin elinde olmasına sebep olduğu için, ne kadar kabiliyetli olursanız olun, kabiliyetlerin ortaya çıkacağı sermayeniz yoksa bunu devreye koymanız imkânsızdır.
Üretim, paraya maliyetini ödeyerek ulaşanlar tarafından yapılmaktadır. Yani siz, faizini ödemeye razı olsanız bile, eğer belli bir teminat göstermezseniz, 1 trilyon lira parayı alamazsınız.
Bu, şuna benzer; babadan oğula geçen padişahlık sistemini düşünelim… Buna göre, siz ülke yönetimi için ne kadar kabiliyetli olursanız olun, eğer babanız padişah değil ise, tahta geçemez ve yeteneğinizi gösteremezsiniz.
Aynen böyle; günümüz şartlarında siz belki de dünyanın en başarılı iş adamı olabilecek iken, bu sermayeden mahrum kaldığınız için belki de kendinize iş dahi bulamayacaksınız.
Dolayısıyla faiz yoluyla bloke edilen, sadece piyasanın ihtiyaç duyduğu para değil, aynı zamanda “milletin kabiliyeti”dir. Paranın, faizin esaretinden kurtularak özgür kalması ile dolaşıma girecek bu para, kabiliyetleri devreye koyacağı için, verimliliği de arttıracaktır.
Faiz, sadece vereni değil, zaman içerisinde alanı da olumsuz yönde etkiler. Faizle birlikte piyasa dengeleri bozulacağı için, piyasa aktörlerinin tamamını etkileyecektir.
Nitekim, Dünya halklarının fakirleşmesi global sermaye için de bir felaket olmuştur. Artık ürettikleri mala pazar bulamazken, toplam üretimin kat be kat fazlası paranın dolaşımda olmasının da önüne geçememektedirler.
Milli Ekonomi Modelimiz, ekonomiler için bu derece zararlı olan faizi, tamamen sistemin dışında tutmaktadır. Böylece para, özgürlüğüne kavuşacak, üretimin önündeki engeller kalkacaktır. Böylece, aynı zamanda gelir dağılımındaki adaletsizliğin de önüne geçilecektir.
Yine Milli Ekonomi Model’imize göre, paranın piyasaya sunuluşu “maliyetsiz bir şekilde” Merkez Bankasının emisyonu genişletmesi ile sağlanacağı için, ne enflasyona zemin hazırlanacak, ne de paranın faizle piyasanın dışına çekilmesi ile oluşan talep daralması ve sonucundaki deflasyon yaşanmayacaktır.
Yüksek dikkatlerinize sunarım; Milli Ekonomi Modelinde ekonominin tüm meseleleri, beraber ele alınarak tamamını dengeye koyacak çözümler getirilmektedir…
Bir yandan desteklenen tüketimle canlanan bir üretim seferberliği başlatılırken, üretim ve tüketimin beraber işleyişi ile “sürekli büyüme”nin önü açılmaktadır. Bu sayede işsizlik problemi de halledilmektedir.
Maliyetlerin aşağıya çekilmesinin yolları, vergilendirmede adaletli bir sistem, üreticiye olan devlet destekleri ve en önemlisi ekonomilerin baş düşmanı olan faizin ortadan kaldırıldığı bir paketle de enflasyon bertaraf edilmektedir.
Bilindiği gibi, sürekli büyümenin sağlanması, işsizlik sorunu, gelir dağılımında adalet, enflasyon, tüm ekonomi zamanlarının problemi olmasına rağmen, halen çözümleri yapılamamış meselelerdi.
Milli Ekonomi Modeli ile halledilen bu sorunların, Milli Ekonomi Modeli dışında bir sistemde çözümüne de imkân yoktur.
Hem Sosyalist sistemler, hem de Kapitalist düzenler, sınıf farklılığının ve dolayısıyla kavgaların kaçınılmaz olduğu sistemlerdir. Bunlara göre, sınıflar arası kavga sistemlerin getirdiği ve katlanılması zorunlu bir durumdur.
Dünyada uygulanan ekonomi politikaları, hep toplumun bir kesimine destek verirken, diğer kesimini ihmal etmiştir.
Bu anlayışlara göre eğer siz, doğrudan gelir vergisini arttırırsanız, sosyal harcamalara daha çok para ayırabilirsiniz; ama bu sefer de daha çok vergi aldığınız için istihdamı azaltmış olursunuz.
Bu nedenle Kapitalist anlayışta, belli bir yaşa gelmiş insanların emekli maaşını arttırmak, işsizlik sigortası vermek, kamu bütçesi üzerinde yük olarak görülmektedir. Nitekim bu sistemin bir neticesi olarak şu anda başta Almanya olmak üzere AB ülkelerinde sosyal harcamalarda kısıtlamaya gidiliyor.
Tezimizin paraya ve devlete getirdiği tarif ve yüklediği görevler, mevcut ekonomi modellerinin gelir dağılımının bozulmasına neden olan yanlışlarını ortadan kaldırmaktadır.
Devletin asli görevlerinden biri olan senyoraj hakkını kullanmasına imkân sağlayacak sistemimizde, piyasaların ihtiyaç duyduğu para maliyetsiz olarak karşılanacağı için, milletin emeği sayesinde elde edilecek gelirler, Sosyal Devlet projesi ile yine millete hizmet olarak aktarılacaktır.
Elde edilen gelirlerin ülke içinde kalmasına imkan veren bu yöntemde, gelirlerin herkesin istifade edebileceği eşit bir şekilde paylaşımı da yapılmış olacaktır. Bizim görüşümüze göre, Merkez Bankası’nın IMF talimatı ile değil, milleti temsil eden siyasi irade tarafından yönetimi de bu yüzden şarttır.
Devlet, piyasaları düzenleyen bir hakem gibi hareket etmeli, piyasaların küresel güçlerin eline geçmesini önlemelidir.
Serbest piyasa ekonomisini reddeden anlayışımızla, piyasaların belli güç odaklarının eline geçmesini engelliyoruz. Böylece hem kaynakları, hem de parayı serbest hale getirerek bireylere fırsat eşitliği de sağlamış oluyoruz.
İsteyen herkese proje mukabili verilecek faizsiz krediler, paranın tekelleşmesini önleyeceği gibi, millet fertlerinin ekonomi kabiliyetlerinin ortaya çıkmasına imkân tanıyacak, milli gelirin de adil bir şekilde dağılımını temin edecektir.
Milli Ekonomi Modeli’nde devlet, vatandaşlarının gıda, barınma, sağlık, güvenlik gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. Bu haklar, doğumla kazanılır.
Bize göre bir insanın, üretim kabiliyeti olsun veya olmasın her yaşta tüketim hakkı mevcuttur.
Bu amaçla devlet, bir yandan emisyon hacmini arttırmak suretiyle proje karşılığında üretimi teşvik ederken, diğer yandan Sosyal Devlet olmasının gereği olarak tüketici kesimi destekleyerek gelirin adaletli bir şekilde dağılımını temin eder.
Modelimiz, toplumun bütün kesimlerine aynı anda fayda sağlayacak mekanizmaları devreye koymaktadır. Mesela; tarım kesimini paranın tarifinden ve temel fonksiyonlarından yola çıkarak ve belli oranlarda emisyon hacmini arttırıp desteklemek, aynı zamanda toplumun diğer kesimlerini de dolaylı olarak desteklemek demektir.
Nitekim Türkiye’de halkın % 35’i tarımla uğraşmaktadır. Eğer üretici, o yıl elde ettiği üründen istediği geliri elde ederse; bu, o yöredeki esnafa alışveriş olarak yansıyacaktır.
Ayrıca tarım kesiminin desteklenmesi, tarım ve tarıma dayalı sanayinin de gelişmesi anlamına geldiği için bu, yeni istihdam sahalarının açılması demektir.
Yıllık geliri “100 bin YTL / yani 100 milyar TL”nin altında olan kesimden vergiyi kaldıran Vergi politikamız, Sosyal Devlet anlayışı ile birlikte uygulandığında; dar gelirli kesim, her iki açıdan da desteklenmiş olacaktır.
Bu sayede dar gelirlinin gelir düzeyi, istenilen seviyeye çıkarılacağı gibi; bu kesimin tüketim kabiliyetinin de artmasıyla, üretici için ihtiyaç duyulan pazar da kendiliğinden oluşturulmuş olacaktır.
Elinde parası olmadığı için kahve köşelerinde boş olarak oturan bireylerin, ne kendilerine, ne de topluma bir faydası olmadığı malumdur.
Modelimizde yer alan “proje mukabili sıfır faizli kredi” imkânı, bu atıl durumdaki insanlara sunulduğunda; hem onların gelir seviyeleri yükseltilmiş, hem de bir üretim faaliyeti devreye konulmuş olacaktır.
Görüldüğü gibi tezimizde, Sosyal Devlet anlayışı ile kişilerin durumlarının iyileştirilmesi kadar, aslında toplumun tamamının iyileştirilmesi temin edilmektedir.
Ev hanımlarını emekli etmek, yeni doğan her çocuğa, işsizlere ve kimsesiz yaşlılara maaş bağlamak, öğrencilere karşılıksız burs vermek gibi insanlara doğrudan gelir desteğinin sağlanması, tüketim kabiliyeti olmayan kesimlere ihtiyaçlarını karşılama fırsatı verecektir.
Tezimizdeki Sosyal Devlet anlayışı, sunduğu projelerle, alt gelir grubuna ait insanları “üst gelir grubu”na ait insanların hayat standardına yaklaştırarak aradaki uçurumu kapatmaktadır.
Böylece toplumdaki servet ve gelir farklılıkları azalacağı gibi, insanların birlik ve beraberlikleri de gerçek anlamda sağlanacaktır.
Bu projelerin hayata geçirilmesiyle gerçekleşecek bir diğer önemli husus, bireylerin menfaatleri dikkate alınırken, yapılan çalışmaların aynı anda toplum menfaatlerini de en yüksek düzeyde iyileştirmesidir. Böylece hem birey, hem de toplum refaha ulaştırılırken, yalnızca biri değil ikisi de kazanmaktadır.
Fertler ve bu fertlerden oluşan toplumların olaylara yaklaşımında aklın değil, daha ziyade duyguların hâkim olduğu bilinen bir gerçektir.
Duygular ile olaylara getirilen çözümler ise bazen doğru olsa da, çoğu zaman menfaatlerin tatminine yöneliktir. Ekonomik olaylar karşısındaki tepkiler de, bu ölçü istikametinde değerlendirilmelidir.
İnsanın sahip olduğu duygulardan bahsetmişken, Milli Ekonomi Modelinde yer alan özel mülkiyet bahsine de değinelim.
Kişinin daha çocuk yaşta ortaya çıkan duygularından biri de sahiplenmedir. Bunun toplumda ortaya çıkış şekli olan özel mülkiyet ise, insanın doğasına uygun olduğu için ekonomi kuralları oluşturulurken yer verilmesi gereken bir meseledir.
Milli Ekonomi Modelinin unsurları arasında yer alan bu bahis, Marksist sistemlerde kabul edilmemektedir. Ekonominin temel konusu olan insanın duygularını dikkate almadan oluşturulan bu sistemde özel mülkiyet reddedilmiş ve insanın doğasına aykırı hareket edilmiştir.
Birey ve toplum menfaatleri dikkate alındığında genelde bireyi, hatta yalnızca belli bir kesimi mutlu edebilen sistemlerin karşısında Milli Ekonomi Modeli’nin getirdiği bu topyekün refahın temini meselesi, sadece bizim gerçekleştirebildiğimiz bir idealdir.
Milli Ekonomi Modeli’nin nüfus meselesine ve artışına yaklaşımı da mevcut iktisadi sistemlerden tamamen farklıdır.
Kaynakların sınırlı olduğu yanlışından yola çıkan Kapitalist teorisyenler, Maltus’un nüfus artışının gıda maddelerindeki artışa göre çok hızlı olması sebebiyle, kıt olan kaynakların bu nüfusun ihtiyaçlarını karşılayamayacağı yönündeki tezini kabul etmişlerdir. Bu sisteme göre artan nüfus, büyük bir tehlikedir ve önüne geçilmesi gerekir.
Yanlış olan bu yaklaşımı bir kenara bırakarak dünya gerçeklerinden hareket edersek; sadece Milli Ekonomi Modeli’nde dikkatleri çeken bir yaklaşım ve köklü çözüm vardır:
İhtiyaçların karşılanması için var olan kaynaklar, “sınırsız”dır. Para miktarındaki darlıklar ve teknolojik kısıtlamalar ortadan kaldırıldığında, bu “sınırsız kaynaklar”ın yetmemesi gibi bir durum olamaz.
Ekonomilerde emeğin devreye konulmasının önündeki engeller kaldırıldığın ise, bir ferdin “birim zamanda üreteceği” miktar “birim zamanda tüketeceği” miktara oranla daha büyük olacaktır.
Bunu basit bir örnekle anlatabiliriz: Evde pişen bir tencere yemeği düşünelim… Eğer anneniz yeterli malzemeye sahip ise, bir gün içerisinde sadece kendisinin yiyeceği kadar değil, akşam eve gelecek tüm misafirleri doyuracak kadar yemek yapacaktır.
Tezimize göre her birey, potansiyel olarak kendi tükettiğinden daha fazlasını üretme kabiliyetine sahiptir. Bunun gerçekleştirilmesi için gerekli kaynaklar da mevcuttur.
Bizce önemli olan, bu emeği devreye koyacak ve verimli kılacak ekonomi politikalarının hayata geçirilmesidir.
Bunu yapacak tek sistem de Milli Ekonomi Modeli’dir.
Milli Ekonomi Modeli’nde, üretme kabiliyetinin tüketme kabiliyetinden daha fazla olması dikkate alındığı için; dünya nüfusu, gelecek için bir tehlike değil, aksine ümit ışığıdır.
Bize göre her doğan çocuk, diğer sistemlerde olduğu gibi, ekonominin sırtında bir yük değildir. Bilakis tüketim kabiliyetini arttırarak üretime katkıda bulunan ve onu teşvik eden bir güçtür.
Milli Ekonomi Modeline göre, tüketilen her mal ve emek, üretim kabiliyetini arttıracağı gibi, üretim çeşitliliğinin de önünü açacaktır.
Bugün İngiltere’de, Almanya’ da, İtalya’da ve Japonya’da yapılan araştırmalar, nüfusun yaşlanması ile yaşam standartlarının düştüğünü ve refah düzeyinin azaldığını göstermektedir. Dolayısıyla üretim için yeterli insan gücü şarttır.
Kapitalist ekonominin uygulandığı ülkelerde yapılan bu araştırmalar, Milli Ekonomi Modeli’nin nüfus artışına getirdiği yeni bakış açısının doğruluğunu ispatlamaktadır.
Milli Ekonomi Modeli’nin denenmiş iktisat görüşlerinden temeldeki farkı da zaten buradadır. Bizim için İktisat Bilimi, sınırsız kaynaklardan maksimum derecede istifade ederek, her yeni doğana huzurlu bir yaşam sunabilme ilmidir.
Milli Ekonomi Modeli’nde ülkelerin uygulaması gereken kur politikaları da ele alınmakta ve yeniden düzenlenmektedir.
Bugün dünyanın değişik yerlerinde FEX piyasalarında ulusal paranın alım ve satımı yapılmaktadır. Londra, New York, Paris, Tokyo gibi piyasalarda belli başlı ülkelerin paraları alınıp satılmaktadır.
Türk Lirası ile bu piyasalarda Dolar veya Euro almamız mümkün değildir. Başka bir ifade ile TL konvertibl değildir.
Ulusal paramız, dünyanın herhangi bir yerinde Dolar ile değiştirilemez iken; kendi topraklarımızda hem halkın arasında, hem de bankalar arası piyasalarda başta Dolar olmak üzere “hart körinsi”ler işlem görebilmektedir.
Tezimize göre madem ki ulusal paramız, FEX piyasalarında işlem görmemektedir; öyleyse, kendi topraklarımızda da bu paraların konvertibl olmasına müsaade etmemizin bir izahı olamaz.
Dolar cinsinden rezerv tutan ülkeler, şayet bu rezervlerini sahibine geri götürseler, karşılığını bulamayacaklardır. Bu açıdan bakıldığında; zengin kabul edilen birçok ülke, gerçekte sadece “değersiz kâğıt parçaları”na sahiptir.
Son dönemlerde Asya’da ve Meksika’da çıkan krizler incelendiğinde; bunların ülkemizde çıkan krizlerle aynı yapıda oldukları görülecektir.
Ekonomi büyüyor gözükür iken ve enflasyon düşme eğiliminde iken, bir anda kriz patlamaktadır. Bu ülkelerin tamamında kriz öncesi “büyük portföy akışı”nın olması dikkat çekicidir.
İster sabit, ister dalgalı kur olsun; yabancı paranın değeri serbest piyasada belirlendiğinde, bu piyasalara hâkim olan global sermaye sahipleri bir anda ellerindeki ulusal veya yabancı parayı satarak veya alarak piyasaları darmadağın etmektedirler.
Nitekim her şey yolunda iken, cari açık, yabancı para ile finanse edilmekte, arkasından bir anda piyasalardan çekilen global sermaye bomba etkisi yapmaktadır.
Milli Ekonomi Modeli’nde “Kambiyo Sistemi”, ithalat ve ihracata dayalı sabit kur sistemidir. İthalat ve ihracata dayalı bir sistemde, yabancı paranın değerini global sermaye sahipleri değil, ülkelerin Merkez bankaları belirleyecektir.
Böylece kontrol, devletin elinde olacağı gibi, yabancı paranın fiyatı gerçek değerinde ve ülkelerin çıkarlarına uygun bir fiyat düzeyinde ayarlanacaktır.
Ünlü spekülatör Soros’un İngiltere Merkez Bankasına bile devalüasyon yaptırdığı düşünüldüğünde; devletlerin kendi kontrollerinde olmayan bir kambiyo sisteminin, mutlaka piyasalarda büyük tahribatlara neden olacağı görülecektir.
Yabancı paranın ithalat ve ihracata bağlı olarak değerini bulması ve “sabit bir değişken” olarak Merkez Bankası tarafından belirlenmesi; dövizi bir yatırım aracı olmaktan çıkarır.
Bu durumun, ülke ekonomilerine iki önemli katkısı vardır. Birincisi, “milli gelirin küresel güçlere transferi” engellenir. İkincisi, “yabancılar, ülke ekonomisi üzerindeki etkileri”ni yitirirler.
Yani Serbest Piyasa ekonomisinde piyasalar, gelişmiş ülkelerin ve global tefecilerin kontrolüne geçmekte iken; tezimizde getirilen, halkın yararına devlet kontrolündeki piyasa anlayışı ile tefecilerin yerini “milletin kendisi” almaktadır.
Şu anda ülkemizde uygulanan dalgalı kur sisteminin yararımıza olmadığı ortadadır. Zira arka arkaya bu kadar yüksek cari açık vermemize rağmen, döviz fiyatlarının düşüklüğü bunun göstergesidir.
Normalde cari açık olan ülkelerde, döviz talebinden dolayı döviz fiyatlarını yükselmesi gerekir iken; ülkemizde düşmektedir. Global sermayedarlar, getirdikleri dövizi ülkemizde ulusal paraya çevirip satmak suretiyle, hem faizden, hem de düşük kurdan iki kere kazanmaktadırlar.
Bir ülkenin parasının değerini, o ülkenin ihraç mallarına olan talebin belirlemesi gerekir iken; bugün Serbest Piyasa adı altında, bu değer, global güçler tarafından belirlenmektedir.
Ancak devletin kontrolündeki bir kambiyo sisteminde yabancı para gerçek değerini bulacaktır.
Modelimiz, döviz piyasalarını, “ülke ekonomilerini kontrol altında tutmakta kullanılan bir araç” olmaktan çıkarmaktadır(11).
Ahmet Doğan
Kaynakça:
1-Para Bulamadım Annem: Ana Haber com. Google erişim tarihi: 07.04.2010
2-Ulusal sol gazetesi: Sevgi Erenol (elit nedir) Google erişim tarihi:23.02.2010.
3-Derin Merkez Ulus Devletleri nasıl çökertiyor? Ulusal sol gazetesi, Prof. Dr Cihan Dura: Google erişim tarihi 07.01.2010.
4-A.B.D Dolar Tuzağı/// Karşılıksız Dolar (Şair- Yazar) Şefki Çobanoğlu.
Google erişim tarihi:14.01.2010.
5-Dünyayı ve yüzde 5’ini istiyorum. Süleyman Sezai Tarafından TİMETTÜRK.
Com.için tercüme edilen makale. Google erişim tarihi:18.11.2009.
6-Ekonomik Tetikçi JOHN PERKİNS’in İTİRAFLARI. Google erişim tarihi:
14.09.2009.
7-Şeytan matematiği: Prof. Dr Ömer Eğercioğlu’nun,25.04.2010 tarihli Meltem tv. Konuşması.
8-İcralık olan çiftçi tarlasını yok pahasına satıyor: Referans. Google erişim tarihi:27.04.2010.
9-Kapanan iş yeri sayısı arttı:28.06.2008 Star. Google erişim tarihi:27.04.2010.
10-SÖMÜRGELEŞTİRME GERÇEKLERİ./ Arzu Değer Erbora. Google erişim tarihi: 14.09.2009.
11- Prof. Dr. Haydar Baş’ın MİLLİ EKONOMİ MODELİ Kitabından alıntılar.
12- (CFR NEDİR?) Levent Geçkalanlar. Google erişim tarihi: 25.02.2010.
Ahmet Doğan
03.05.2010
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.