- 391 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
non-theme
Yarım saat geçmişti. Çaydanlığa bir türlü elini uzatamamıştı. Sırtını yasladığı kalorifer peteğini düşündü. Simsiyah, katran gibi bir sıvı ağır ağır çarpıveriyordu kemiklerine. Gözlerini kapadığı yerde, çay içtiği bardak vardı.
Anımsadı. Yeni bir bayram sabahı değildi yarın ya da özel bir gün. Ağzındaki tadın kaçmasını hiç istemiyordu. ’Yarın’ diyordu içinden, ’yarın!’
Çay içtiği bardakla arasında yarım metreye yakın mesafe vardı. Elini uzatmak isterken, sekiz saç telinin daha intihar ettiğinin farkına vardı. Kırık bir heykelden farkı yoktu.
Anımsadı. İnsanlar kızdıkları, sinirlendikleri zaman bir yere vurmak, öfkesini hafifletmek istiyorlar. Gözü bir kitaba takıldı. Kadınlar erkekleri döverken de bu husus mu geçerliydi? Bir çocuğun yaramazlık yapmaması için ya da... Ya da işte birine vurmaktan bahsediyordu açtığı sayfa. İnsanların yüzüne vurmayın!
Dudaklarında renk kalmamıştı. Kirpiklerinden tavana asılmış gibi hissediyordu. Yarım saat evvel deminin çökmesini beklediği çaydanlıktaki çay, içinde birikiyor gibiydi siyah siyah.
Telefonu çaldı. O an nefret ettiği bir şeyi yeniden yaşamanın, hatırlamanın sıfır noktasıydı. İnsan ne için yaşardı ki? Pelikan uygarlığı vardı yüzünün eriyen kemiklerinde. Gitgide eriyen ve şayetsiz...
Sahi çay aç karnına içilmez miydi? Anımsadıkları, düşündüklerinden az olduğu için şanslıydı. Anmak daha fazla acı veriyordu, hiç de yeni durmasa da yeni diye atfedilen bir şeyi düşünmesine karşın.
Yıllar önce birinden duyduğu o söz aklından çıkmıyordu. Uzun emelsiz yaşarken, uzunu kısa yapan şeylerden çekinin. Uzun size hiç bitmeyecek gibi gelebilir, ama kısa olduğunu fark ettikçe, uzunun bir manası kalmaz. Kurumuş dudaklarıyla tekrar ediyordu. Manasız diyordu, sadece manasız.
Kıstırılmak? Sahi hayvanlar için kıstırmak fiilini uygun bulan insan, kısıtlanmış, kıstırılmış değil miydi? Kelimeler kadar sokaklarda çırılçıplaktı, ancak kıstırılmıştı dört duvar içinde. Çayın demi içinde iyice çöktükten sonra, kendi hüznüne göğüs germek istedi o an. Telefondaki ses onun umduğu ses değildi. Seni özledim diyordu karşıdaki ses, ama beklediği telefon değildi bu. Anımsamaktan vazgeçti, burun büktü, soymaya başladı tırnaklarıyla kazınmış mavilikleri.
İstemiyorum dedi. İstemiyorum ben seni özlerken başkası ne beni ne seni özlememeli!
Sırça fanus da yoktu, ölü kelebekler, sokaklarda gittikçe uzayan ve kaybolan müzik sesleri. Dedi ne kadar da boş ve ne kadar da anlamsız yaşamak, sen ağlarken. Bana oysa yaşa diyorlar, senden uzakta!
Dedi ama kim bilir, yağmur çıplak olmayı sevdiğindendir, çırılçıplak sevdasıyla yüreğin kanarken dahi tutunmaya alışır.
Dedi herkes utanmaya baksın, herkes saklanmaya ve saklamaya bir şeyleri. Hepimiz aynı günahın kaçkınlarıyız.
Dedi sessizliğe iman etmem, hangi ülkede olduğumun itirafı. Arafıma karışmasınlar, bu ikimize de yeter.
Dedi onlar konuşsunlar. Kendilerini bir şey sansınlar. Bizim soyadımız keder, Senle yaşamak her şeye değer. Görmeseler de olur, doru atlar gibi kişnesin geçmiş, bıçaklarını bilerken melekler.
Bardağın içine doldurduğu çaydan dolayı yüzünü astı. Soğumuş çay midesini bulandırmıştı. Bardakta kalan çaya bakınıyordu ve az sonra söndüreceği sigaraya.
Sigara yüzerken çay bardağı içinde, bir galaksi yığını intikam alıyordu geceden. Sırtını yasladığı soğuk çarşafın üzerinde uykuya dalmadan, ışığı kapatmadan önce son sözünü parmak uçlarıyla dokunduğu pencereye söyledi.
Anlamıyorum seni, anlamıyorum dünya. Yaşamak nedir hâlâ anlayamıyorum.
..