- 693 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Hayatın Sırrı I
Ölüm mü Ona gülümsüyordu yoksa O mu ölüme gülümsüyordu? Gözlerinde parlayan iyimserliğin hüzne yer bırakmayacak kadar belirgin olmasına bakılırsa; O ölüme gülümsüyordu. Yüreğinin hiçbir köşesinde geçmişinden son saatine kadar bir burukluk izi yoktu. Gözlerinin önünde geçmişinin bir film şeridi gibi geçmesine de gerek yoktu. Hayatında keşkelleri ve pişmanlıklar inşa edenler, dünüyle hüzün dolu bakışlar ve kaos dolu duygular ve ahlarla uzayıp giden düşüncelerle boğuşur. Ve geride yaşanmamışlıkları bırakmanın getirdiği belirsizlikle gözlerini tavana dikerler. Ama onda bunlarda belirti yoktu. Gayet rahattı. Geriye bir şeyler bırakma hissi vermiyordu. Öyle ben yaşamadım siz yaşayın tarzında nasihatler zincirine de sıralamıyordu. Yorgun, bitkin bedenin acıları içerisinde huzurlu bir ruh hali vardı.
Bu durum merak duygu mu kamçılıyordu kamçılamasına ama ne soracak bir soru bulabiliyordum ne de verilecek cevabı hissetme ve anlama gücünü kendimde bulabiliyordum. Karşımda beni ezen bir güç vardı. Onun karşısında kendimi çok zayıf hissetmekle beraber, kendimi yetersiz ve birazda güveni sarsılmış görüyordum. Ondaki enerji ve dirilik bende yoktu. Var olan şimdilik izini kaybettirmişti. Sanki o genç ben yaşlıydım.
Ben kendimle savaşırken; O, bendeki bu hali fark etmiş olmalı ki yandaki kombinin çekmecesinden bir ajanda olduğunu ve bunu almamı işaret etti. Biraz durakladım. Garibime gitmişti gitmesine ama istediğini yaptım. Çekmecenin gözünden ajandayı alıp, uzattım. Hayır dedi, sende kalsın işareti yaptı. Biraz eskimiş ama yıpranmamış ajandaya tuhaf tuhaf baktım. Açıp açmama konusunda kararsız kalmışken, sonra oku dedi, sesi titrek değildi. Aksine sakin ve düz bir tonla söylemişti. Merak dolu olmama rağmen, normal ve ilgisiz bir tavır takınma adına ajandayı yan tarafta bunan, yarısı boş bir su sürahisi, boş bir bardak ve solmaya yüz tutmuş çiçeklerin de olduğu sehpanın üzerine bırakmamla, şaşkına dönmem bir oldu. O hemen doğrulma refleksinde bulundu. Ben ani bir müdahale refleksine girmiştim ki beni durdurdu. Sakın onu elinden bırakma, dedi. Senin gözlerinden, bakışlarından, duruşundan bir zamanların beni görüyorum, dedi. Ve sustu. Beni keskin bir bakışla süzüyordu. Sesi yorgundu. Anladım manasında başımı salladım. Ajandayı elimle öyle sıkı sıkıya kavradım ki sanki birileri gelip, elimden alacakmış da ben ajandayı koruma altına almışım.
Son söylediklerini düşünürken, yorgun ama bu defa biraz titrek sesle ki artık konuşmakta zorlanıyordu; bana dönmeden, aradığın sorunlarını elinde tuttuğun ajanda da bulacaksın. Böylece merakın ve şaşkınlığında gidecektir mealinde cümleler ağzından dökülürken, ben kilitlenmiş, sadece ağzından çıkan kelimeleri kaçırmamak için çırpınıyordum. İstem dışı başımı anlamış gibi yaparak, yarı mekanik şekilde aşağı yukarı hareket ettirdim. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Kontrol tamamen onun eline geçmişti sanki büyülenmiştim.
Artık beni yalnız bırak, dercesine bir git işareti yaptı. Elimdeki ajandayı ne yapacağımı bilememe halimi anlaşmış olacak ki; artık senin. Onu kendinden bile korumayı ihmal etme, dedi. Sustu. Bekledim. Cümlelerin devamını ama o oralı olmadı. Yüzünü öbür tarafa çevirdi. Artık git manasına geldiğini anlamış olacağım ki sakin ve sessiz adımlarla odadan çıktım.
Yalnızlığın ıstırabı, çaresizliğin artışıyla çileye dönermiş. Bende çaresizliğin kolları arasında duraklarken bir yandan elimdeki ajanda da bilinmeyen adeta şimdi bir sır hüviyetine bürünen içindekilerin merakıyla tutuşurken, bir yandan ajandanın sahibinin söylediklerini düşünüyordum. Garip dünyanın, garip insanları olan bizi anlamamayı bir kenara bırakırken içerdeki O’nun son dakikalarda yaşadığı ruh halini de bir yandan merak ediyordum. Ölüme yakın olmak nasıl bir şeydir, nasıl bir duygudur acaba. Bunu anlamayacaktım ama anlamak içinde zamanım olacaktım mı bilemiyorum.
Düşünceler bedenimi yormuş olmalı ki oturma isteği duydum. Kapının eşiğinde bulunan kuru tahta oturağa kendimi bıraktım.
Zaman ölüme yakın olanlar için yavaş ilerlese de, O’da gözlerini yumalı birkaç gün olmuştu. Acının verdiği sarhoşlukla olmuş olacak ki, bana emanet edilen, okumam salıp verilen ajandanın varlığını ancak kitaplığımı karıştırırken farkına vardım. Heyecan bütün vücudumu sarmaladı. Elim ajandaya doğru uzanırken titriyordu. Gizemli ve sır gibi duran ajandanın sayfalarını aralamanın getirdiği bir durumdu. Yaşamın sırrı gibi algıladığım ajandayla şimdi başbaşaydım. Ajandayı nasıl elime aldım, nasıl kendimi okuma masasının sandalyesine bıraktım bilemiyorum.
Ajandanın kapağını araladığımda kalp atışlarımın hızlandığını hissedebiliyordum. Ve karşımda büyük harflerle “BİR ÇOCUĞUN BEKLEYİŞİ”, beni karşıladı. İlginç ve merak uyandıran bu kısa ve anlamlı cümleyi kendi kendime tekrar eder buldum. Kendimi oturduğum yerde kamburlaşan belimi dikleşerek kendimi gizemli, sırlı ve büyülü satırlara bıraktım:
Bir Çocuğun Bekleyişi
I.
Türlerini bilemediğim ama renge renk güvercinlerimi uçurmaya kıyamasam da onları uçuramazlık da edemiyordum. Bugün önemli bir gündü aslıda. Güvercinleri uçurmak aslında damda bulunmamı gerektiren bahanemdi. Herkes bilirdi Güvercilere olan tutku mu, dolaysıyla bu önemli günde de dam da güvercinlerle zaman geçirmem kimsenin garibine gitmiyordu. Akşam karanlığına girerken, damdan aşağıdaki kalabalığın koşuşturmasını hüzün ve buruk bir halle seyrediyordum. Benim için hiçbir anlamı olmayan aksine hoşuma gitmeyen bir gündü. Günün bir an önce bitmesini öylesine çok arzu ediyordum ki elimden gelse görünmez olmak isterdim. Dedim ya güvercinlerim uçmaya alışık değildiler. Sadece seyretmeme alışıktılar. Bugün onlarda şaşırıyorlardı duruma. Karanlık çökmesine rağmen ısrarcı uçurma telaşıma. Onlar nerden bileceklerdi ki sekiz yaşındaki bir çocuğun ruhundan kopan fırtınayı. Mutlu olunması gereken bir günde hüznü, isteksizliği nerden bileceklerdi. Birkaç hafta da olsa yaşadığım huzurun bitişini nerden bileceklerdi. Gözyaşlarının geri gelişini elbette güvercinler hesaplayamazdı. Ama ben herkesin sabırsız bekleyişini, kendi bekleyişimden farklı tutuyordum.
Aslında koşuşturanların, zamanın hızlı geçmesini bekleyenlerin yarınlar için umutsuzluğu bilseler de sanırım onlarda kendini avutuyorlardı.
Her şeyi uzaktan yani damdan seyretmeyi tercih etmiştim. Karşılaşma anında nasıl davranmam gerektiğini bilemeyişimdendi. Evet, beklenen geldiğinde ne yapacağımı bilemiyordum. Tuhaf değil mi insanın nasıl davranacağını bilememesi. Sekiz yaşındaki biri için çok mu şey düşünüyordum yoksa abartıyordum belki büyüklerin ifadesiyle çocukça davranıyordum.
Adı ne olursa olsun bir bekleyiş vardı. Ve bekleyişin sonuna geliniyordu. Nihayetinde koşuşturmalar kapıya yöneldi, sesler arttı, heyecanlar arttı. Ve beklenen: Babam, geldi. Uzaktan gelişini gördüğümde, heyecanlanmadım. Kalp atışlarım hızlanmadı. Anlamsız anlamsız bakmakla yetiniyordum. İçeriye doğru ilerken de yukardan izledim. Değişmemişti. Sadece uzaktan gelmenin getirdiği bir somurtkanlık(başkalarına göre tebessüm) vardı. Ben sadece bakmakla yetindim. Nasıl oldu bilemiyorum ama, birileri benim akşamın karanlığında hala damda olduğumu görmüş olmalı ki, orda ne yapıyorsun bak baban geldi sesi kulağımı tırmaladı. İşte en çok korkuyla beklediğim sesti. Ama beklemeyi ve kaçamamayı öğreniyordum. Bana gel işaretleri yapılıyordu. Öyle ya çocuğun babası gelmişti. En mutlu günü olması gerekirken, O damda güvercinlerle sürtüyordu. Kimin bir çocuğun ruhunda kopan fırtınalardan haberi olacaktı ki, olsa da kim umursar ya da anlardı. Çocuğunun kıymetinin, değerinin olmadığı yerde, ruhun değerinden bahsetmek saf dillik olurdu.
Yüreğimin derinliğinde keşke gelmeseydi sesleriyle, istemeye istemeye aşağı indim. İşte bundan sonrası karanlık; Film burada kopuyor. Büyük bir sabırsızlıkla beklenen büyük günde babamın hatırasının bundan sonrası yok. Ne yüreğim ne bilinçaltım hiçbir şey hatırlamıyor.
Hayatımın çok az bir bölümünde bekleyişin bu kadar uzun sürdüğünü hatırlamıyorum. Gün ne dakikalar ne saatler ilerledi. O gün saatlerce damda güneşin altında kaldım. Yemeğimi, suyumu damda yazın kavurucu sıcağında gölgeden mahrum bir şekilde yedim, içtim. Gözlerim hep yoldaydı. Belki ruhumdan kopan fırtınalar ve gözümün sürekli yolda olmasındandır sıcağı hiç hissetmedim. Yalnızlığımı güvercinler giderdi. Benim kendimi cezalandırmamın bedelini onlarda sıcakta, damda olmakla ödüyorlardı. Sürekli onlarla konuşuyor, o günü anlatıyordum. Kendimi rahatlatmanın yolunu öyle keşfetmiştim.
Her şeye rağmen o gün yaşandı. Ve unutulmayanlar arasında yerini aldı.
II.
Sevgi bilinir mi? Sevgisiz yaşamak nasıl bir şeydir? Sevgiliyi kaybetmek hele kaybetmeye neden olmanın getirdiği acının ıstırabı izah edilebilir mi? Edilse onu yaşamayan anlar mı?
Bir çocuğun hayatında sevgi nedir ki? Soru basit, cümleyi oluşturan kelimeler ne kadar sıradan değil mi?
Sevgi ve beklemek her yüreğin kaldırabileceği bir yük değildir. Hele bir çocuğun hiç kaldırmaması gereken yükken.
Ama benim ilk sevgilimde, sevgimi doya doya sunduğumda güvercinlerimdi…
Bir gün yeni ağabeyim yeni güvercinler getirmişti. Getirdiği akşamın sabahında alışsınlar diye bir kafesin içinde dama bıraktım. Zaman öğleyi gösteriyordu. Tutku ve sevgi el vermedi güvercinleri öyle kafeste görmek. Uzaktan izlemenin tadı da zevki yoktu. Sevgi dokunmaksa, dokunmak gerek hissi olacak ki kafesten bir tanesini tutup, çıkardım. Sevmeye başladım. Çocukluk ya sıkı tutamamışım. Güvercin ellerimin arasında çırpınarak, özgürlüğüne kanat çırparken, yüreğimde fırtınalar koptu.
Güvercinim gökyüzünde nereye gideceğinin yönünü belirlemeye çalışırken, ben hala şaşkınlığımı üzerimden atamamıştım. Şaşkınlığımı üzerimden atmamla, diğer güvercinleri uçurmam arasında saniyeler geçmedi. Sonra diğer eşini görecek şekilde ayarladıktan. Sonra gözlerimin dolması ve ağlamam bir oldu.
Güvercinim gitmişti ve ardından sadece ağlıyordum. Damda sürekli oltalar atıyor. Güvercinin uçuşunu seyrediyordum. Artık bekliyordum ki güvercinim bir yere konsun ya da geri gelsin.
Güvercinim gitti. Yüz metre ötede başka bir dama kondu ama orda ki komşunun da güvercinleri vardı. Onlara karıştı. Biraz rahatlamıştım. En azından köyün dışına gitmemişti.
Bana düşen eşini görüp, gelmesini umut etmekti. Beklemeye başladım. Ağlamamda kesilmişti. Karşıya konması beni biraz rahatlattırmıştı. Bekledim, bekledim ama güvercin oradan bir türlü havalanmıyordu.
Umutsuzluk, karamsarlık karışık bir halde bütün gün bekledim. Öyle üzülmüşüm ki ne yemek yedim, ne su içtim ne da damdan ayrıldım.
Yüzüm sürekli oraya dönüktü ve gözlerim sürekli güvercini izliyordu. Beklemekten sıkılıyordum. Ama elimden bir şeyde gelmiyordu. Beklemek zor geliyordu hele çaresizlik varsa. Normalde komşuya gidebilirdim. Ama güvercinin oradan havalandıktan sonra daha uzak bir yere gidip, izini kaybettirmesinden korkuyordum. Bu korkuyla olsa gerek, beklemeyi ve gözden kaçırmamayı tercih etmiştim.
Saatlerce bekledim, uzaktan izledim. Akşam saatlerinde komşu güvercinimi geri getirene kadar. Komşumda güvercinlere tutku biliyordu. Ve bütün gün sıcakta o tarafı izlemem sanırım yabancı güvercinin benim olduğu düşüncesi vermiş olmalı ki, getirdi.
İşte bunun sevinci anlatılmaz, yaşanırdı. Kaybedildi sanılan saatlerce bekledikten sonra kavuşmak. İşte sevginin yürekteki basit hali buydu.
III.
Bir gariban gibi görünüyordum ikisinin ortasında otururken. Halimde bir tuhaflık olacak ki benimle alay ediyor, dalga geçiyorlardı. Anlamaya çalışıyordum. Bunlar neden bana böyle davranıyorlardı, diye. Aslında sadece ortalarında oturduğum iki değil, bütün sınıf beni tuhaf karşılamıştı. Evet, okulla geç başlamıştım. Köyden geç gelince, müdürle yapılan uzun konuşmalardan sonra müdür istemeye istemeye beni okulla kabul etmişti. Dersler başlayalı bir ay olmuştu. Okuma yazma bilmeyen ben, bir ay geride başlamanın sıkıntısını yaşayacağımı müdür tam anlamadığım bir dille anlatmaya çalışmıştı.
Belki geç gelmemin getirdiği bir durum sanmıştım ama öyle değilmiş. Öğrencilerin çoğu harfleri öğrenmişti. Ama ben daha ‘A’yı bile bilmiyordum. Aslıdan ‘A’ geçtik ben daha Türkçeyi bile bilmiyordum ki, işte sonradan fark ettim ki sınıftakilerin neden benimle dalga geçtiklerini, beni aralarına almak istemediklerini. Ben bir köylüydüm ve doğru dürüst Türkçe bilmiyordum. Kürkçe Türkçe karışık konuşma biçimimde sanırım onların tuhafına gitmesiyle beraber itici bir durum oluşturmuştu.
Aylarca kimse benimle konuşmadı. Beni oyunlarına dahil etmediler. Terslediler. Aylarca teneffüslerde yalnız dolaştım. Dersleri takip etmekte zorlanıyordum. Bütün bunlar olurken, ben her şeyin değişeceği günü beklemeye başladım.
Kötü ve zor günlerdi. Bir çocuğun tek ve yalnız kalmasının ötesinde bulunduğu ortamda dışlanması kadar kötü ne olabilirdi ki. Ama bu durum içime kapanmama, insanlardan uzaklaşmama ya da derslerde daha da başarısız kalmama neden olmadı. Aksine bana yapılanların hesabını ödemek için daha çok gayret etmeme, daha çok çalışmama, daha çok diğer öğrencilere haddini bildirme azmi veriyordu.
Diyordum kendi kendime bekleyin, gün gelecek bunun hesabını soracağım, diye. Zaman her zaman acılara gebedir. Çünkü zaman ilerledikçe acılarda katlanır. Bir yılda yaşanan benzerlikler hiçbir zaman durumu değiştirmedi. Ama değiştirdiği tek şey benim varoluşumdaki ilerleme idi. Var olmak için elimden geleni göstermenin ötesinde bir azmin içine girmiştim. Bekleyişim öylesine her şeyi zamana bırakmak değildi. Aksine zamanı kendi lehime kullanma biçimi idi. Zamanın gelmesini beklerden, olanın ötesinde bir çalışmanın içindeydim.
Sıkıntılı ve yalnızlığın sarmaladığı zaman yavaş ilerlese de bir yıl yalnızlığımla geride kalmıştı. Görünürde içimde bulunduğum kötü durumdan ortalama üç ay uzak kalacaktım. Bu üç ay içinde durmadım. Elime geçen bütün fırsatları kullandım.
Eylül artık benim bekleyişimin sonu demekti. Geçen dönem bana yaşatılanları ödeme vakti idi. Herkes gezerken, eğlenirken, keyif yaparken ben aksine kendimi döneme hazırladım.
Bekleyişin sonunda bir başlangıç vardır desturuyla hareket ederek, kendimi gösterme vaktim gelmişti. Artık ne çekingen ne derslerden başarısız, ne de ürkektim. Aksine artık derslerde parmağım inmiyordu. Kimsenin parmağının kalkmaya cesaret edemediği zamanlarda bile kocaman sınıfta parmağım güvenle havada sallanıyordu.
Gücün başarıda olduğunu bekleme süresinde fark etmiştim. Ve güçlü olmanın yolu bütün derslerde söz sahibi yani en başarılısı olmamdı. Ve bende bu bekleme süresinde derslerde en iyi olmanın yolu sürekli zorladım.
Geçen yıl yüzüme bakmayanlar, alay edenler, oyunlarına almayanlar; etrafımda pervana oluyorlardı. Artık her teneffüste etrafımda dolananlarla doluyordu. Herkes bana yakın olmak için uğraşıyordu. Sevende sevmeyende saygıda kusur etmiyordu. Her yer ve her konu da artık tek söz sahibi bendim. Böylece aşağılayanlar, aşağılık duruma düştüklerini fark edemediler bile.
&&&&
Son satırlara kadar soluksuz okudum yazılanları. Kafam karışmıştı. Ortada net bir şey yok gibi görünse de sade bir dille yazılanlar içimi ürpertmeye yetiyordu. Bunca olumsuzluklar içinde var olmaya çalışma direncini yeni yeni anlamaktan öte hissetmeye başlamıştı. Okuduktan sonra ajandanın değerinin önemini görmeye başladım. Burada bir hayatın şifreleri gizliydi. Ve bu şifreler hemen de bir defa okumakla çözüleceğine benzemiyordu. Tekrar baştan okuma isteğimi sonraki bölümlere olan merakım zincirlemiş olacak ki, solmuş sayfaların ruhuna kendimi bıraktım.
DEVAM EDECEK
Osman Tatlı
[email protected]
twitter.com/otatli63
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.