- 419 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Sanatkâr
Sanatkâr değilim, zanaatımda yok; ticaret yapabilmek için birkaç kez denemelerim oldu. Var olmak isteseydim bu hayatta, tek bir şey isterdim, doğacı olmak! Onu da olamadım. Pek kafaya takmıyorum. Tanrı’nın hadım edilmiş hayali olarak görüyorum kendimi. Bir sönüp, bir yanan deniz feneri kadar olamadığım içinde, bir şey arıyorum kendime.
Gaziemir, 3 Temmuz
Aramıştım. Aynı suçtan defalarca müebbet almış dünyalılar olduğumuz için, birbirimizi anlamamız için, konuşmaktan çok, beraber aynı işi yapmak bizi kullanılabilir bir aşkın içine koymuştu. Ancak düşünmekten yoruluyordum. Kasım’ın sözü aklıma gelmişti: ‘ Sizin ülkenizde neden insanlar stresliyim diyor. Stres nedir ki? Bir de sizin ülke Müslüman bir ülke. Müslüman insan strese girer mi?’ Çoğu defa bir işe başlayacağı zaman, adanmışlığı, o büyük tevekkül anlayışını gözlerinde görebiliyordum. Kendimi salışımın, birkaç yüzyıl öncesinde kalmış başyapıt olarak görmekten bıkmadığım için Don Juan olabilirim diyordum en azından kendime. Don Juan, babaların korkulu rüyası! Babalarla olsa olsa azami olarak apartman aidatları ile alakalı muhabbetler kurabilirdim. Kızları umurumda bile değildi. Ciddi bir işti yaşamak. Zira ben öyle zannettiğim için ciddiye almıyordum sanırım. Ünlü İtalyan yazar Carlo çok önceleri bu hikâyeyi yazdığı için, uzatmamıştım.
İtalya’nın nasıl Floransa, Siena ve Roma’sı varsa, Türkiye’nin de İstanbul’u vardı ama İzmir’i bu yönden İtalyan şehirlerine benzetemiyordum. Orada az çok konuşulanlarla ile yazılanlar arasında pek bir fark barındırmıyordu, ancak İzmir’in dili bile garip geliyordu bana. Belki de doğduğu şehirde insan ölmek istediği içindir. Önemsemeyenlerinde türediği bir merakla, en azından fersah uzaklıklar bulunmayan dillerimizin kaynaştığı onunla tanışmak çözüm getirmişti manasızlığa. Yıllar önce denize taş atarken, mana arıyordum. Okuduğum kitapların hepsi ya bahçelerden ya da ateşlerden bahsediyordu. Bu yüzden mana yönünden eksik kalmıyordu bir yanım, ancak dünya için ‘oyun’ demekten başka bir şey demiyorlardı. Gücenmiştim birkaç yıl onlara. Nasıl olurda bu oyunda beni yalnız bırakmışlardı? Sonradan anladığım kadarıyla, mesele oyun için kendini bahçelere alıştırıp, ateşlerden kaçırmakmış. Geç anladığım için, içim rahatsızdı. Muayenesi yapılmış araba kadar, bozulmaya müsaittim.
Korkularımızın yaşamamaktan geldiğini bilemediğimiz için, yaşamaktan korkuyorduk. Onunla beraber böyle başlamıştık. Sıcak şark sohbetlerinden sonraydık, sonrası! Sanki yirmi kişi akşam sohbetine gelmiş, zikirler edilmiş, çaylar içilmiş, keteler yenilmiş ve sonra biz tatlı bir yorgunluğun ardından sonra, kalan çayı tekrardan ısıtıp, beraber oturmuş yan yana içiyorduk. Farkına varamamıştım o zaman, ama yokluğunda sonraları anladım ki, onunla beraber iken gerçekten hayatın geri kalanı çok farklıydı. Anlamak, anlama mana kazandırmakla başlıyordu. Manasızlığa, mana kazandırmıştım. O da öyle söylüyordu. En güzeli, söylemeden, konuşmadan, ses çıkarmadan dakikalarca gözlerimizin konuşmasıydı. Bir keresinde ‘bunu gördün mü?’ demişti. Beş yaşındaki çocuk, ben onun nesiyim? Yığınla tereddütlerin ardınca, tepeye yaslanmış bir şehrin denize doğru akan kederine ağ sermiş elleriyle, her gün biraz daha okumaya başlıyordum. Birinci gün tereddüt, ikinci gün merak, üçüncü gün alışkanlık, dördüncü gün korku, beşinci gün siniş… Ayrı cep kitaplar gibi değil daha çok el yazması dev ciltlere benziyordu. Ancak küçücük yüreğine bu kadar şeyi sığdırmasını istemiyordum. Yüreği en fazla kendini kaldırabiliyordu, bunu görebiliyordum ve hatta kendi pamukluğundan, kazaklar örüyordu tenine. Sıcak, koktukça daha güzel kokan bir cinsi vardı kâğıtlarının. Bana sormak istemiyordu, ancak biliyordu. ‘Sen ne olmak istiyorsun?’ sorusu yerine, ‘kaos teorisine’ uygun olarak, zaman diyalektikliği uyguluyordu. Sormuyordu kısaca. Soru hüzünleri anlatamazdı ya da bir geri çevriliş olamazdı. Açıklayamazdım içimde gezinen mürekkep balıklarının gizemliliğini.
Hayranlık duyduğun insanla beraber olmak kadar güzel bir şey yoktur. Önceleri dergi ve radyolarda sunulan yıldızlar, şimdilerde televizyon ve internet mecmualarında defalarca gösterimleri devam etmektedir. Onu kendi yanımda görmek en güzeliydi elbette, milyonlarca hayranı kabul etmeyen ruhu, Ege’nin tereddütlü gemi ıslıkları gibi sağı sol, solu sağ yapabiliyordu. Kanaat getirdiğim nokta, bu kadar çok çileden kiremit dökmesine rağmen, yaşıyordu. Bu hayranlığın ölmeden önce eşik noktasını aşmış, en tavan noktasıydı. Geçmişi jurnal veren her sanatçı gibi, dua ettikçe belalar sarıyordu etrafını. Dua mıydım yoksa bela mı, imrenmiştim bir an için Hint bilgelerine. Belediye otobüsüne binmeye benziyordu ruhu çoğu zamanda. Kalabalık, karmakarışık ve sarı! ‘Biliyor musun ben küçükken saçlarım sarıydı?’ dediğinde nasılda mutlu olmuştum, en azından küçüklüğünü sevmekten bıkmamıştı. Hüznü ona bu çocukluğu yaşamasına izin veriyordu. Ancak yoksundu. Güçsüz kalışına korkmaktan daha çok, yeni yağmış kar kokusunu çekiyordu elleriyle yüzüne.
Lanet olasıca tarafgirliğin ülkemizi ne hale getirdiğini okuduğum hayatımda, böyle bir kar kokusuna hayran olmak, masalın en güzel tarafıydı. Kasım ile konuşmamızın geri kalan tarafında, yemekte okuduğum gazetede bahsini açtığım iki olay ilgisini çekmişti. Birincisi aylarca Türkiye ekranlarından düşmeyen genç kızın başını kesme hadisesiydi. Öldüren belliydi ve alt ay saklanmıştı. Haberleri onun anlayacağı dilden anlatmaya çalışırken, katilin hapishanede resimlerinin çekilmesine ilk önce hayret edip, daha büyük hayretini de nasıl bir insan kameralar karşısına çıkıp, gülümseyerek poz verir kısmına saklamıştı. Şeriat uygulanması lazımdı, öldüreninde öldürülmesi lazımdı diyordu. İdamı geçtim, aklıma büyük hortumlamalar ve baklava çalma olayı geldiği için, onu dinlemeye devam ettim. ‘Bir de dedin ki hapisten çıkınca Çin’e gidip, Hukuk okuyacakmış ha?’ kısmını söylerken defalarca ‘Allah Allah’ diyordu. Şaşırmıştı. İkinci olayda, intihar girişiminde ilk seferinde başarılı olamamış genç kızın kısa öyküsüydü. İkinci defa atladığında öldüğünü anlatırken, ‘oh oh, iyi olmuş’ diyordu. Farklı bir yerden yaklaşıyordu, ancak zihinde anlaşamıyorduk. Yaşasaydı dönebilirdi belki gerçeğe, Allah’a daha iyi bir kul olabilirdi.
Kar kokusu çekilince ruhuna, deterjan kokulu ellerini yüzüme sürüyordum. O da öyle mesuttu, ancak ketesiz çay muhabbetimizde, mevzu bu gerçeğe dokunmuştu. ’Geri dönüş pek olmaz’ diyordu sanat âleminde. Allah’a inanmayandan her şey beklenirde, sanat nasıl beklenir diye hayret ediyordum. Panama kanalı çatalından öpücük çiçeklerinin açışını izlerken, incinen garabetten bahsediyordu kolları. ‘Kuşkusuz ki kuşku duyuyorlar ancak yanlış yerde duyuyorlar.’ Doğru söylüyordu, kuşkuyu benim manada aramam kadar boştu onlarında Tanrıyı var sayıp, saymama meseleleri. Duaları geri çevrilmiş miydi? Kahrolmaları ne yüzdendi? Kahredilen taraf yönüyle, ölümün pençesini hangi taraftan kendilerine çekiyorlardı.
İnsan bir şeyi çok isterse, ya tamamen o şeye sahip olur ya da tamamen istediği o şeyden mahrum kalır. ‘Ya hep ya hiç!’ Böyle miydi mesele?
‘Yaşamak nedir biliyor musun?’ diye sormasını o kadar çok istiyordum ki, onun konuşmasını istiyordum, kendisini dökmesini. Benim ondan başka konuşacak bir şeyim yoktu o an, ancak kendisini dinlemek istemeyebilirdi ve bu yüzden o konuşmalıydı! Çelişkiler çile kapılarının anahtarı gibidir hayatta. Bunu kavramam için bana çelişki yaşatmaya başladığı o an, susmanı pek kabullenmesem de, uyumasını gerektiğini bildiğim için, ben de uyumuştum.
Öpücük çiçekleri kokuyor muydu acaba? Doğacı olsam bunu en azından bilebilme şansımı arttırırdım. Kar kokusunu tekrardan üzerime salıp, uyuduktan sonra tüm ışıkları kapatmıştım. Yaşamam, görmem, çekmem, incinmem, çelişkiler ağında çırpınmam, inkâr etmem, inkar edilmem, sevmem, sevilmemem, nefret edilmem, takatsiz kalmam, defalarca öldüm demem gerekiyordu. Ne için? O eşsiz manayı tanımlamaktan ziyade, tecrübeyle tanımsızlığın etrafına sağlam ilhamlar saklamak için.
Biliyordum ki, Tanrı sesimizi duyuyordu. Onun gerçek kokusu, kuytularda, diplerde saklıydı. Tanrı’yı hissetmek isteyen, bilmediği yollardan geçip, garip çelişkilerin ıstırabıyla dopdolu, mekân üstü değil, mekân altı çileler çekmeliydi. Dört duvarı bana haram edende buydu.
Gerçeğin hasretini çekerken, insan sevdiğinin kokusunu en çok saçlarından alabileceği hakikatine inanarak, yeni yıkanmış saçlarının diplerinden taramaya çalışıyordum. Sonradan anlattığı kadarıyla, ben saçlarını tararken o anın büyüsünü bozmamak için, gözlerini kapatarak, çekiği acıyı dişleriyle dudaklarını sıkarak bana duyurmamaya çalışmıştı. İnsanın sevgisine sonradan dâhil olmuş bir gönül, o anın büyüsünü bozmamak için acıya direnirken, ben sevgiyi de, belayı da yaratanın beni izlediğini bilmeme rağmen, en ufak sıkıntıda isyan bayraklarını dikiyordum. Hem de O’nun gördüğünü bile bile!
Sanatkârın sanatı olduğumu göğsümü gere gere anlatmaktan ziyade, sanatkâr budalılığına sakladığım sanatımla, kendi manasızlığımı boyuyordum. O yanımda ağlarken dahi.
Sanatkâr Yazısına Yorum Yap
"Sanatkâr " başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.