- 1034 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SİZ NEREDEN BİLECEKSİNİZ Kİ (2)
(BİR “SİZ” HİKAYESİ)
Yazan insan için en zor şey, yazdığının hakkını veremediğini düşünmesidir. Bazen yazamamak, yara gibidir. Yara dıştan akarsa, görünen kadar acıtır, ama aynı yara içten akarsa, görünmeyenlerin toplamı kadar acı verir insana. Ki görünmeyenler, görünenlerden hep daha fazladır.
Böyle zamanlarda hal-e vurur yüreğiniz. Esir düşer. Bu öyle bir hal ki, yazıp karaladıklarınız, “olmadı sil baştan” diye yeniden yazmaya başladıklarınız, üst üste demlenen çaylar, herkes uyurken sizin geceyi güne döndürdüğünüz zamanlar, hep bu yaranın yansımalarıdır. Ne kadar yazabildik bilmiyorum, ancak bu yazı için, ne kadar yazarsam yazayım, hakkını verme konusunda, hep eksik kalacağımı düşünüyorum. Aynı başlığı taşıyan bir önceki yazıyı okuduysanız, bu yazıya geçiş izni alınmış demektir.
İlk çobanla tanıştım. Öykünün kahramanı olan kişiye beni götüren oydu. Çobana emanet edenlerse, öykünün kahramanına en güvenilir yoldan, ulaşacağımı söyleyen, büyüklerdi. Anlatmalarına bakılırsa, 60-70 yaşlarında, gün görmüş bir büyüğümle, güzel bir gün geçirecektim o gün. En azından, haftalardır anlattıklarını düşünürsek, hayalimde canlanan buydu.
Uzun yollardan geçtik. “ İşte burası” dedi çoban. Kapısı açık bir eve buyur etti beni. Evin sahibine seslendi. Duymadı kimse.
“Müziğin sesinden duymuyordur, bahçedir. Lütfen siz oturun, gidip ben haber vereyim kendisine ” dedi.
Plağın hemen yanındaki koltuğa oturdum. Öyle içli içli söylüyordu ki ses, neredeydim, kimdim, neydim, unutuverdim.
(Hala Mukadder Mualla’nın sesinden, Viran olan kalbimde şarkısını dinlemediyseniz, henüz bir şansınız daha var demektir. )
Ruhun yorgunluğunun halleri vardır. Bendeki hali nedense hep, sessizliktir. O yüzden sustuğum vakitler, çevremdekiler söylemeseler de, hep onları üzdüğüm vakitler olur genelde. O gün de öyleydi. O yüzden ya, ilk tanışma anı için uygun değildi bence vakit.
O gün orada dinlediğim o buğulu kadın sesi, evin kitaplarla dolu olan odası, ara ara burnuma vuran ahşap kokusu, ama her şeyden öte, ağlamamak için gözlerimi tavana dikip, takındığım haller yok mu, epey bir zora sokmuştu beni.
Ta ki, “ yaş düşmeye karar vermişse, ne yaparsanız yapın, onu asla mahkûm edemezsiniz gözlerinizde” diyen o derin sesi duyana kadar.
Kafamı sesin geldiği tarafa çevirdiğim anda dediği olmuştu zaten. Gözden iki üç damla yaş, kendiliğinden süzülüvermişti yanaklarıma.
“Bu kadar kendini sıkmak niye ” diye sordu.
Karşımda hiç tanımadığım bir adam, elinde ha düştü ha düşecek gibi duran uzunca bir kül ve onun sahibi gibi duran, dibe vurmuş bir sigara ile izleniyordum.
Şaşkınlık mı başka bir şey mi bilmiyorum, ama cevap veremedim soruya. Oysa netti her şey. Belli ki, ağır biriyle tanışacaktım ve ben ilk tanışma anının sulu gözlerle anılmasını istemiyordum galiba. İşte bütün bunları kurup, yıkarken kafamda, çoban giriverdi içeriye: “Abi neredesin ?” diyerek başladı söze. “ Bahçeyi aradım yok. Akif ağabeylere gittim yok. Rızalara baktım yok, neredeydin ?” dedi
“Ee keşke önce bir mutfağa baksaydın sarı” dedi Adam.
Çoban “abi biz geldiğimizde sen evde miydin yani?” dedi
“Etrafını görmeyen ileriyi hiç göremez sarı dedi” adam.
O gün tanıştık “siz” ile... Kendisinden çok bahsedilen, hatta özellikle tanışmam istenen beyefendi, hayalimdekinden çok farklıydı. Ben 60-70 yaşlarında, sohbetiyle anımı kıymetlendirecek, dahası bilmediklerimi öğretecek, belki de son senelerde oluşan ön yargılarımı silecek, güngörmüş biri bekliyordum karşımda. Ama değildi.
Geçmişte gördüklerim, ön yargılarımı tavan yaptırmıştı. Bu sebeple görmediklerimi, tanımadıklarımı daha kolay yargılar olmuştum... Ancak o gün, beni de yargılayanlar olacaktı. Tanıştırılma halinin daha ilk saniyelerinde, gözleri gözlerime mühürlenmiş o derin ses, beni hiç beklemediğim bir şekilde, yerden yere çarpacaktı. Çok alaycı bakıyordu gözleri. İsmim söylenir söylenmez “hımmm o siz misiniz” diyivermişti. “Biraz şımarık diyorlar sizin ile ilgili doğru mudur?” diye sordu. Gülümsedim sadece.
Aslında çiğ bir gülümsemeydi bu. Çok kızmıştım bu söze. Hatta içimden, “hadi buyur buradan yak” diyivermiştim. Kendimi rahatlatmak için ise, canımı sıkar, çok uzatırsa, en fazla alır çantamı giderim diye geçirmiştim. Katlanmaya, sabrım yoktu. Ama beyefendi kararlıydı. Uzatacaktı.
Uzun uzun bir süzdü önce. “Bu gülümseme, sizi dikkate almıyorum demek mi” dedi.
“Hayır” dedim. “Bu gülümseme, ne söylenmişse size doğrudur demek. “diye ekledim. “Ukalalık da var sanırım biraz sizde “dedi. Şaşırdım… Aslında dediği doğruydu. Ukalalık yapmıştım. Çünkü kızdırılmıştım.
Ama bir tarafım, yaralı bir ceylan gibiydi sanki... Karşımdakiyle bırakın tartışmaya girmeyi, konuşacak gücüm yoktu o dönemlerde. Sussa keşke, uzatmasa diyordum. Yalancıların, dalkavukların, düzenbazların böylesine hüküm sürdüğü bir dünya düzeninde, ben bir süre kendime kalmak istiyordum. O yüzden bütün davetleri kırmadan ertelemiştim. Ama iş bunu, anlatma noktasına gelince, nedense bir anda tutuluveriyordum. O gün de öyle oldu. Anlatamadık derdimizi, beyefendiye. Anlatmaya da ihtiyaç görmedik zaten. Baktım uzatılmaya devam ediliyor, çantamı alıp “müsaadenizle” diyip çıktım evden. Arkadan, seslenen bir iki ses duydumsa da, bakmadım- bakmak istemedim nedense. Çok iyi tanımadığım o kentte, uzun uzun gezdim o gün.
Gezerken de “Bunların hepsi mi aynı kalıptan çıkma be Allah’ım.”
“Seçip seçip özellikle mi bana gönderiyorsun ben anlamadım ki “ diye bir sürü de, söylendim üstelik.
Karanlığa döndü vakit. Akşama doğru bilinmeyen bir numara aradı. “Siz” di arayan. Özür diledi. “Rica ederim” dedim. Kısaydı konuşma. Bundan sonra görüşmez, konuşmayız diye düşünüyordum. Hatta “Rabbim, bir daha bulaştırma beni bu ve bunlar gibilerle ” diye de dua ediyordum.
Ama bir hafta sonra yine aradı. “Bir köy düğünü var, sizi de bekleriz” dedi. “Yanlış anlaşılacağım yine ama çok yorgunum, başka bir zaman inşallah” dedim.
Almaya geliyorlar sizi, bekleyin lütfen dedi.
Plan yapılmıştı zaten. Gittim. İstemeye istemeye gittim. Sırf şımarıklık muhabbetini istemediğim ağızlardan duymayayım diye. Memnun kaldım mı? Evet! Peki beyefendinin ukalalılığını silebilmiş miydim zihnimden? Hayır! Ama güzel bir köy düğünü izlemiştim. Gerçek bir Türkmen düğünüydü. Müthişti her şey…
Bir hafta sonu, yine yollar kesişti. Düğünü olan kız tarafının bir yakını evine davet etti. Kıramadım teyzeyi. O gece misafir ettiler. Öykünün kahramanı beyefendi de, ertesi gün evine çay içmeye davet etti bizleri. Gittik…
Güngörmüş biriydi. Yaşla değil, yaşadıklarıyla gün görenlerdendi...
İkinci gidişimdi o eve. Sade, ama itinayla düzenlenmiş bir evdi. Derin bir kütüphanesi vardı siz’in. Derin diyorum, çünkü kitapların her birinde en az 30-40 not görüyordunuz. Açtığınız her bir kitapta, küçük küçük el yazısıyla yazılmış vurgularla tanışıyordunuz. İyi bir okuyucuydu. Müthiş bir ses tonuna sahipti. İlk tanıştığım günün aksine sakin, bütün eleştirileri büyük bir kibarlıkla cevaplayan, “insan söyledikleriyle değil yaptıklarıyla örnektir” ifadesini çok sık kullanan, sade bir beyefendiydi işte. Sebebi ben olan nedenlerden dolayı çok sık görüşemiyorduk. Ancak görüşülen vakitlerde hemen hemen her şeyden konuşuyorduk. En çok da siyasetten. İyi bir Türk milliyetçisiydi.
Aylar sonra bir gün, bir davetten bahsetti. “ Rica etsem sizde gelir misiniz” dedi. Biraz geç kalmakla birlikte yetişmiştim davete. Duruş itibariyle, dikkat çeken bir yapısı vardı. Konuşmasıyla, tavrıyla, ama bütün bunlardan öte fiziksel yapısıyla, dikkat çekiyordu toplumda. “Hayatımda kaç kişiye gerçek anlamda yakışıklı” dedim diye düşündüm o gün. Bir, iki, üç... Belki üç. Ama üçü geçtiğimi hatırlamıyorum.
Saçlarına ara ara düşmüş aklarıyla, yaşının rakamlarını ortaya çıkarırsa da, sanki o beyazlıklar farklı bir karizma unsuru olarak yansıtılmıştı saçlarına. Hatta o gün, bütün gözlerin ona çevrildiğini görünce, şakayla karışık bir muzurlukla “Hayırdır ya, bu ne ilgi? Ben gidiyim en iyisi” demiştim. O ise, hoş bir edayla “Hayr olan gönüldedir efendim. Buyurun lütfen. Ki zaten ben onları görmüyorum ki” demişti.
Cidden de görmüyordu. Herkese selam veriyor, asaleti ile süzen hatta taciz eden gözlere, kırmadan –incitmeden hoş bir set çekiyordu. Bizim hayata dair bir duruşumuz var demişti o akşam. “Bunu biz, yaşamımızın içine sokamazsak, ya içinde bulunduğumuz fikri algılayamamışızdır, ya da tam aksi, fikri algılayıp, yaşantımıza sokamamışızdır. “ demişti.
Zaman geçiyordu… Ömür, yaşama hediye olarak gönderilen insanların renkleriyle güzelleşiyordu. Gökyüzü her zaman mavi midir? Ya da dünyada her zaman yaz mevsimimi yaşanır? Yani “Siz”, hep böyle ağır mıydı? Hayır elbet! Onun da muzurlukları, hatta çılgınlıkları vardı. Hızlı araba kullanırdı örneğin. Farklıydı. O gün, o uzun dönüş yolunda, farkındalığını bir kez daha ispatlamıştı.
O gece ilk kez, siz-biz muhabbetini geride bırakmış ve bana ismimle hitap ederek, “bağırmak istiyorum da, acaba izin var mı? diye nedense bir sormak isterim demişti. "Buyurun" diye gülümseyince de, çocuk gibi bir anda camı açıp, kafasını dışarı uzatarak, “Heyyyyyyy, goca şehir, ben seni çok seviyorum be” diye o karanlık dağların bir bir kulaklarını çınlatmış, sonrada daha fazla gaza basarak, virajlarla yarışa başlamıştı. Gerçi bütün bunlarda, o anda radyodan kulaklarımıza vuran Zeki Müren’in “Seni Nasıl Sevdim” şarkısının etkisi de oldukça fazlaydı. Öyle ki, şarkının bitmesiyle telefonu eline alması bir olmuştu siz’in.
Radyocu bir arkadaşını aramıştı hemen. “ Bul” diyordu,” Ne olur bana o şarkıyı bul ve bir CD ye yüklet, lütfen. Geliyorum ” diyordu. Kaç dakikada varacağımızı bile hesaplamıştı radyoya. Bulunmuştu şarkı, CD’ye yükletilmişti bile. Arkadaşı değil, ama radyodaki nöbetçi bir genç o gece vakti, CD ile birlikte bizi dakikalarca sokağın köşesinde beklemişti. Çünkü dakika hesabı, benim “yavaş gidin” diyen ikazlarım yüzünden, ifade edilen vakti zamana uymamıştı. Çocuğu bekletmiştik. Siz, belli etmese de bundan oldukça, rahatsızlık duymuştu. Sırf bu yüzden, çocuğa yemek ısmarlama sözü verilmişti o gece. Vicdanlıydı. Bana durumu belli etmeyecek kadar da, zarifti. CD yi eline alır almaz, “bugünün şarkısı budur “ siz hanım” “ dedi ve beni eve teslim edinceye kadar da, iki saat boyunca hep aynı şarkıyı dinledi.
Aylar sonra acı haberi geldi sizin. Bir pişmanlığı olduğunu söylemişti bana.
Oysa benim de bir pişmanlığım olmuştu ona dair. Ama onu ve sonrasını bir sonraki yazıda ele alalım.
Elbet Allah ömür ve sıhhat verirse, tabi…
Zamanı kıymetlendirmeniz temennisiyle….
Hoşça kalın…
Her yazının bir şarkısı vardır. Bu yazının ki, bu linkte saklıdır... www.youtube.com/watch?v=d-qJ2Uf4M2g
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.