- 751 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Acına Saygı Duy!
İnsansın. Törenin birinci gayesi, kendi içsel isteklerine dair bir tekerlemeyi avamın diline dolamaktır. Sen kobay olacak kadar basit değilsin, kendini ulvi bir uğurda harcayacak kadar da mükemmel değilsin. Çünkü inanmıyorsun. Başta inanmak gerekir bir şeye, mutlu olmaya mesela! Ama mutsuzluk boş odan, oraya girmekten korkuyorsun, oraya eşya koymaktan, orada herhangi bir meşgalen olmasına karşı çıkıyorsun. Ama senin içinde, evinin içinde bir oda! Evlat gibi, ne kadar istemesen de, sana ait!
Korkuyorsun, çünkü bunu yaşamaya ihtiyacın var. Biliyor musun korkmasaydın eğer, hiçbir zaman yeniden zevk alamazdın hayattan. Korku, ölüm korkusu başta seni yaşama tutuveren bir ilham gibi. Kimi zaman gelmeyebiliyor ve mutsuz kalıyorsun. Mutsuz olduğunda da, inanılmaz derecede övünebilirsin. Sen mutsuzluk şampiyonusun! Yüreğin var olsun, tek acı çeken ve tek mutsuz olan sensin. Çevrendeki insanlar niye gülüyorlar ki? Ha, ağlayan biri mi çıktı karşına, yok, hayır o seninle yarıştıramaz kederini. Sen biriciksin. Bir olman, acılarını da birleştirir. Her acı, sana farklı gelir. Aynı kökenli seslerden yüzlerce dil oluşturduğun için, acıların arasında sessizlik hâkim olur ve çoğu zaman içine atarsın çıkacak sesleri. Bir başkası rahatsız olmasın diye!
Acı, ne kadar değiştirebilir ki saflığı?
Sen şimdi kalkıp her şeyi güzel düşünüyorum ve her işim yerli yerinde, sorun teşkil edecek en büyük şeyin, şükürsüzlük olacağını dahi söyleyebilirsin. Haklı olabilirsin, haklı veya haksız değil, doğruyu arıyorum. Ve haksızda olsa, bir insan doğruları yapmış olabilir. Hayatın gayesi, doğruları yürütebilmek! Ancak gayretin sonunda adaletsizlik yeniden tescilleneceği için, markaja alınan duygular pörsür ve havası söner.
Kokuyu var etmek ya da yok etmek, bulunmaktan veya bulunmamaktan geçer. Bir ‘şey’ bulunuyorsa, vardır. Pis kokan bir nesneyi ayırt edip, uzaklaştırmak mekândan, sorunu çözer. Ama asıl sorun şu ki, değiştirmek, ikamet tebdili soruna yeni kapı açmaktan ve labirentin daha anlamsızlaşıp, mantık dışı çıkarımlar yaptırımından başka bir ‘şey’ var edemez’!
Acı, Şeytan’dan tiksinme sebeplerimiz gibi dipdiridir. Biz, bizden daha çok şeye sahip olduğu hissini bize tattıran bir Şeytan’a tapmakta hep geri durmuşuzdur. Sen de öylesin, ‘biz’ içinde seni ‘sen’ yapan, acın değil, zayıflatılmaması gereken bir ‘biz’ olduğu içindir. Kıskanırız ve kıskandığımız varlıklara karşı hiçbir zaman hayranlık beslemeyiz. Daha çok nefret ederiz. Biz bir başkasına istediğimizi kolay kolay yaptıramayız. İradelerimizin kendi içinde çelik duvarları olması da bu yüzdendir. Şeytan’a özenen varlık, onun ne kadar kötü olduğunu hiçbir zaman Hz. Âdem’e secde etme meselesinde bulmaz. Bu, herhangi bir insanı ilgilendirmez. Çünkü insan tahayyül edebildiği ‘şeyler’ üzerinde daha dikkatli, meraklı ve istekle uğraş verme yolundadır. Şeytanın yaptırabilme, yapabilme, değişebilme ve belli bir vakte kadar özgür olmasındaki imrendirici özelliklerin yanı sıra, varlığımızdaki ‘nefs’ özgeliği, bize bir nevi ‘şeytan gibi olabilme’ vasfını vermiştir. Bu vasıf, bir insanın melek olmayacağı gibi, şeytanda olamaz kıstasları içerisinde dönüp durur. Anlayacağın üzere, tasvirini yapmaya muktedir olamadığın Rab ile muhaverede yapamadığın için, bir ‘yok’luğun, ‘hiç’ kalmanın merhalesinde, mihval olamayacak kadar sezgilerini alt üst eden var etme ve edilme fiiliyatı mikyasınca, kendin ve kendine benzerlerden korkarak, O’na tapınırsın. Tapınmama ve de inancını saklama özgürlüğü de sana verilmiştir. Ancak aynada gördüğüne direk tapamayacağın için, sana yakın ama senden gözükmeyen şeylere de tapınabilirsin. Ay, Güneş, ateş, su… Putlar yapabilirsin kendi ellerinle ama içinde büyüyen ve durdurulması imkânsız ‘hiç’liğe hiçbiri çözüm bulamayacağı için, yalpalarsın, enerjin biter. Bu seferde dünyanın ne kadar anlamsız olduğunu söylemeye başlayıp, kördüğümünün çevresini büyütürsün. Hapis, yine aynı hapistir, sadece birkaç fazladan volta atabilme artısı ile!
Kendi acılarını büyük görmek bir yana, başkalarının acısı sana daima çözülebilir ve aşılabilir gelmektedir. Çünkü gülünç olanı gerçekleştiren sen iken, sen gülünç duruma düştüğünü dahi bilmeden dünyada en büyük acıya sahip olanın sen olduğunu düşünürsün. Hastalığın vardır, en büyük aciz sensindir. Başarısız, yorgun, bitkin, akla hayale gelmeyecek cinsten aşırılıklar… İnsan nasıl sahip olmadan bir ‘şeyi’ tüketemiyorsa, başkalarının acılarıyla da tükenmez. Çünkü her insan, kendi şeytanından tiksindiği gibi, kendi acısını çeker. Her ne kadar kendine tapınamasa da, bu tatminkârsızlığı doldurabilecek en büyük nimet acı depolama ve işlevselliği hâle getirme pozisyonuna sahip olmaktan geri durmaz.
Bir toplum için ümit etmek, gayret etmek ve ülkü beslemek, bu uğurda gayret göstermek de, hayatın gerçeğini yaşamak içindir. İnsan kendi acılarını paylaşmak istediği en yakın dostları, bu acıları kaldıramayacağı için, insanlar bir zamandan sonra susar. Hayat yaşanabilmeyi, hafıza eksikliğine ve unutabilmeye muhtaçtır. Bu yüzden meşgale coğrafyasında bir başkasının acısına ortak olarak görünüp, aslında kendi acılarını her an yaşama esirliğine ve esrikliğine düşmek istemez!
Peki, hiçbir acı tedavülden kalkmaz mı?
Rab, sana senin kaldırabileceğini bildiği kadar acı yüklemiştir. Bunu bir başkasına verse, emin ol ki kaldıramazdı acını. Ama unutma ki, senin acın bir başkasına nasıl ağır geliyorsa, senin sahip olmadığın başkalarının acıları da, senin için ağırdır. Her ‘şey’ yerinde ağırdır prensibine binaen, acılar tedavülden kalkmaz ve zihnin uysal, insanlaştırılmış hayvanı haline dönüşür. Ama yine de ne kadar insana benzese de, dilinden bir türlü konuşmayı beceremediğin, ne zaman ne yapacağını kestiremediğin acı hayvanı, her an tehlike oluşturabilir. Bu yüzden zihnini sosyalleştirmelisin! Sosyalleşen zihnin kadar, tahammül mekanizmanı da kontrollü kullanmalısın. Hayatının her anında sıkıntı oluşturabilecek nedenler ve gaileler olabilir, yalnız acı hayvanına ait olanlar gerçekten tahammülünü kullanma adına senden gayret bekler. Diğer işler, norm halindedir, olur ve biter. Nerm’e mukavemet, katıya hakarettir.
Şimdi istediğin kadar uysal olabilirsin ve gündelik işlerin muhayyilesini dahi herhangi bir zamanda işleme tabi tutabilirsin. Yalnız kendi acılarını çekme gücüne sahip biri iken, hiçbir zaman zorba olup, başkalarının herhangi bir ‘şey’iyle alay etme! Geçenlerde duydum, bir adam her sabah pekmez içiyormuş. Karısı da bunu komşularına söylemiş. Komşu kadınlarda bu kadının söylediklerini kocalarına söylemiş. Kahvede konuşuyorlardı, yani göre bu pekmez içen adamın ereksiyon acziyeti varmış da, o yüzden pekmezi her sabah içiyormuş. Hâlbuki hakikat farklı ve bu insanlar kendi acılarına karşı o kadar lakaytlar ki, başkaları arkasından rahatça yalan veya doğru ithamlarda bulunabiliyorlar. Sen sen ol, hakikat de olsa, bir başkasının arkasından konuşma! İnsan hiç değilse var ettiği ve süregelecek acılarına karşı saygılı olmalı! Şeytan bile saygısızlığı affedebilir, ama acı asla! Bu yüzden damarlarındaki çeperleri kuvvetlendirmek için pekmez içenin arkasından konuşan gevezeler gibi, sayıklar durmamak için, var edilen acına, acıya saygı gösterip, çekebildiğin kadar çekmeli ve ümit etmeden iliklerine kadar sonu görmelisin. Değil ki bir eczacı sana yardım etsin! Hayır, seni kandırabilecek küçük yeşil, mavi, kırmızı renkte haplar, ancak acizler, çocuklar için şekerleme, oyun-eğlence talebidir.
Durduğun ve sahip olduğun en büyük manasızlığın eylemsizliğin olduğu halde, hareket ettiğini sana zannettiren o yokluk, ‘hiçlik’ karşısında, yine de acıyı sevmek ve yalnızlığının parıltılı sefagahında, varoluşunun temel içgüdüsüyle tıkanıverdiğin beden hapsinden ruhunu kurtarmak bahsine tutuluvermek daha zor olmasa gerek! Hiçbir söz yaşanmadığı müddetçe öğreti olamayacağı için, elde hazır yaşanmış ve var edilmiş tecrübeler biriktiren acıya karşı birazcık saygı duymalı olduğunu unutmazsan iyi edersin! Çünkü sen insansın! Acını dahi bir gün unutup, başka bir acı uğruna yeni ‘şey’lere takılabilirsin. Vefasızlık etme!