- 1035 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
363 - El BEDİ
Onur BİLGE
Bir ilkbahar esintisi sarhoşluğuyla Kültür Park sokaklarında savrulurken, ezilmiş taptaze çimenlerin kokusu gelmişti, toprak ve çam kokusuyla beraber. Gece boyu yağan yağmur sabaha karşı dinmiş, ardından serin bir rüzgâr esmeye başlamıştı. Tabiat uyanmaktayken, bütün bitkiler başlarını kaldırmış, gözlerini göğe dikmişken bir zavallı toprağa bakmaktaydı. Sağda, birkaç adım ötede, bir kestane ağacı dalı boylu boyunca yatmaktaydı. Yarası taze ve birkaç yerindeydi. İçin için renksiz kanamaktaydı. Eğilip baktım. Soğuk ve ıslaktı. Yanık süt gibi kokuyordu. Çıra kadar olmasa da haykırmaktaydı. "Bana bu kokuyu veren yüce bir Zat var! " demekteydi. "Yapımı; dalımı yaprağımı, rengimi, kokumu, mahsulümü icat eden... Beni yaratan, onları bünyeme uygun bulan, bana bahşeden..."
Yanımda şeker hastası bir arkadaş vardı. Balıkesirliydi. Kalbi sağda, apandisiti soldaydı. Her ihtimale karşı bu bilgi, bileğindeki altın künyede yazılıydı. O, onunla yaşamaya mahkûmdu. İkiz eşiydi. İkizi normal yaratılıştaydı. O ise böyle, farklı... İç organları tersti...
Müjdeci çiçekler gözlerini aralamış, uykulu uykulu açılmaya çalışmaktaydı. Çeşit çeşitti, renk renk... Her yerde bambaşka bir tanzim vardı, eşsiz bir ahenk... Çiçekler, yapraklar... Hevenk hevenk, öbek öbek... Ben, içim coşarak, doğaçlama dizeler söylemeye başladım. O da not defterini çıkarıp, hızlıca kaydetti. Yol boyu yürüdüm, sevinç içinde. Arada çığlıklar atarak döndüm, kollarımı açarak. Mutluluğum içime sığmıyor, dışıma taşıyordu. Bağırmak geliyordu içimden. “Allah Var, Bir! ..” diye bağırmak... Sesimin çıkabildiği kadar... Tüm insanlar duysun istiyordum.
Bahar geliyordu. Hava erken ısınmıştı. Aldanmıştı ağaçlar... Bademler, erikler birdenbire çiçeklenmişti. Pespembe ve bembeyaz gelinlikler içinde ne kadar da mutlu görünmekteydiler! Çiçek değil, pankart açmış gibiydiler. Yüksek sesle, coşkuyla okumaya başladım, birer birer:
"Allah var! Bir! .." "O var ki biz varız! " "Şüpheniz varsa bize bakın! " "Bizi kim yarattı? " "Kendiliğimizden mi oluştuk? " "Çıktığımız yere bakın! " “Gübrenin kokusuna benziyor mu kokumuz? " "Toprağın içinde renklerimiz var mı? " "Giysimizde bir leke? " "Yaratılışımızda bir noksanlık? " "En küçük bir kusur, üstümüzde? " "Neden çok güzeliz biz? " "Yaratanımız güzel! " "Çok güzel! " "Güzelin güzelliğindeniz! "
Her bahar bunları böyle özene bezene giydiriyor, yaprağını çiçeğini, meyvesini yaratmada hiçbir güçlük çekmiyordu. Her an yaratıyor, her an yok ediyor, bunu böyle sürdürüp gidiyor, hayatı, ölümü ve haşri tekrar tekrar gözler önüne seriyor, anlatıyor anlatıyordu. Bizi de var etmişti. Şüphesiz ki bir gün yok edecek, tekrar var edecekti. Fakat ne yazık ki bakarkörler de vardı. Anlatış hep aynı, anlayış dereci farklı farklıydı. Herkesin anlayış kabiliyeti aklı kadardı.
Çekirdekten ağaca, ağaçtan çiçeğe, çiçekten meyveye, meyveden çekirdeğe... Çekirdek mi meyveden çıkıyordu, meyve mi çekirdekten? Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan? Ne varsa topraktan... Topraktan toprağa...
O anda, deli gibiydim! Arkadaşım da bana ayak uyduruyordu. Kâh duruyor, söylediklerimi yazıyor, kâh arkamdan koşuyordu. O kadar hoştu ki! .. Eser, apaçık görünen güzelliğiyle En Güzel’in güzelliğini sergiliyor: "Yarattığın bu kadar güzel! Kim bilir Sen ne kadar güzelsin, Ya Rabbi! .." dedirtiyordu.
Bir ara yerde bir şeyler bulan ve onları yemeye çalışan kuşları gözetlemekte olan iki kedi gördük. Biri hiç kıpırdamıyor, umursamazmış gibi oturuyor, kuyruğunu yavaş yavaş sallıyordu. Kuşlar çok aç olmalıydılar. Etraflarını görecek durumda değildiler. Belki görüyor, kendilerine çok güveniyorlardı. Çünkü sakin sakin yemeye devam ediyorlardı. Diğeri sinsi sinsi yaklaşmaktaydı... O kadar sessiz, o kadar yavaş ki! .. Onu caydırmaya kalksak, kuşlar uçuverecekti. Bir süre seyretmeyi yeğledik. Tehlike yaklaştıkça yaklaşıyordu... Bir dakika kadar sonra kuşlar, sözleşmiş gibi aniden havalandılar, kedilerin ödü koptu! .. Bu, bir ölüm kalım meselesiydi! Olayın başı korkunç, acı ve heyecanlı, sonu komik ve sevindiriciydi. Endişemiz mutluluğa dönüşmüştü. İkimiz de gülüyorduk. Sonra Ogün durgunlaştı. Kaşlarını çattı.
"Neden büyük balık küçük balıkları, vahşi hayvanlar güçsüz yavruları yiyor? Yazık değil mi onlara? " dedi. "Onlar da can taşıyor."
"Nasıl beslenseydiler? "
"Hepsi ot yeseydi! "
"Otlara yazık değil mi? Onlar da canlı..."
"Yazık ama kadar yazık değil..."
"Ne kadar yazık? "
"Havayla beslenselerdi! "
"Havayla mı? "
"Evet ya... Geçenlerde bir film seyrettim. Gözlerime inanamadım! Bir ceylan, vahşi köpeklerin saldırısına uğramıştı. Henüz doğum yapmış, yavru daha etenesinden çıkmamıştı. Dört beş tanesi birden saldırdı! Yavru ceylanı bir anda lime lime ettiler! Anne güçsüzdü. Yeni doğum yapmıştı. Bir şey yapamadı. Yavrusunu koruyamadı. O daha nefes bile almamıştı. Gözlerini dünyaya açmadan hayata kapamıştı. Korkunç bir manzaraydı! .. Görmeliydin! Etkisinden bir türlü kurtulamadım! "
"Bunca yaratığı beslemek de Allah’a güç gelmiyor. Balıklarına bakamadığını, kuşunun açlıktan öldüğünü söylemiştin. Çiçek bakmakta bile güçlük çektiğini söylüyordun. Oysa istediği, belki yılda bir toprak, arada sırada biraz sudur. Ya bunca yaratığın beslenmesinden sorumlu olsaydın ne yapardın? "
"Onu düşünemiyorum. Hayal bile edemiyorum! "
"O zaman yaratılışa, türeyişe, düzene karışma! "
"Yazık ama onlara! Zavallılar... Neden böyle oluyor? Acımasızca..."
"Allah, merhametlilerin en merhametlisidir. Bunlar hep ibret almamız içindir. Bize hayatı ve ölümü gösteriyor. Var oluşu ve yok oluşu seyrettiriyor."
"Neden yapıyor bunu? Ben dayanamıyorum! "
"Ayağımızı denk almamız için... Yaratıldık, öleceğimizi biliyoruz. Ölümün ne olduğunu bilmemiz için... Bazılarımızın ölümü bazılarımıza özellikle gösteriliyor. Her canlı ölümü tadacaktır. Öyle ya da böyle... Acı çekerek veya çekmeden... O ceylan yavrusuna o kaderi yazan, onunla o aç köpekleri doyuran, ona acı çektirmiş midir sence? "
"Bilmem ki! "
"Ben de bilmem ama açlara merhamet eden, ona etmez mi! "
"Ya annesi? Onu bir görseydin! .. Ne kadar çaresiz, ne kadar zavallıydı! .."
"Annelik bambaşka... Fakat toprak da ana... Her canlıyı doğuran, tekrar doğuracak olan da o! Öyle bir ana ki, doğurduklarını yiyor! Bir anne düşün! Çocuklarını yiyen bir anne... Sonra tekrar doğuracak... Tuhaf değil mi? "
"Öyle ya! Hiç düşünmemiştim."
"Bir annenin çocuğunun ölümünü görmesi de çok zor, onu hayatın tüm güçlükleriyle mücadele ederek yetiştirmeye çalışması da... Doğarken ya da sonra... Her canlı bir gün ölecek. Bundan kurtuluş yok. O zaman... Yaşamak mı zor, ölmek mi? "
"Aslında ikisi de... Fakat hayat her şeye rağmen çok güzel! Yaşamak ne kadar güzel! .. Ölümü kim ister! "
"Kimse istemez ama ölen kurtuluyor. Rabbine dönüyor. Buradan çok daha güzel bir yere gidiyor. Vay kalana! .. Hem... Her gidene ağlayacağına kırk gün kırk gün, üç günlük ömrüne ağla, kırk yılda bir gün! Hayvana sorgu sual yok! Biz nasıl gideceğiz? Onu düşün bir kere! Ölmek kolay... Ölmekle iş bitse..."
"Şimdi benim: "Keşke hayvan olsaydık! " dememi bekliyorsun, değil mi? Demiyorum, işte! İyi ki insan olarak yaratılmışız! "
"Ahsen-i takvim... En güzel yaratılışla... Mahlûkatın en şereflisi olarak... Meleklerin bile secde ettiği... Hamdolsun! .. İnşallah, hakkını verebilenlerden oluruz! "
"İnşallah! "
Ogün, ünlü bir futbolcunun adı... Altıparmak, Akademinin önündeki caddenin adı... Fanatik bir Fenerbahçeli olan babası, erkek ismi olmasına rağmen kızına bu ismi koymuş. "Ogün erkek adı değil mi? " diyenlere: "O gün babam bana o günün anısına, Ogün adını koymuş." der, sonra da işin aslını söylerdi.
Çok güzel bir kızdı. Ne kadar mı güzeldi? Çok... Çok güzeldi. Bilmem ki nasıl anlatılabilir, güzellik... Şair anlatmaya kalkmış, sevdiği kızın güzelliğini... Lafı dolandırmış durmuş ama nafile... Bakmış ki anlatamayacak:
"O kadar güzelsin ki! İşte o kadar! .." demiş, bırakmış. Ben de öyle dedim, bıraktım... Okuyan tahayyül etsin!
Tüm güzel eserleriyle varlığı apaçık görünen güzellik, her yerde tecelli etmekte… Ağaçta, kuşta, böcekte, insanda... Hâsılı her yerde… İlhan’da da Ogün’de de güzellik namına tecelli eden O, yalnız O! ..
Onu düşünüyorum... Ogün’ü… Doğaçlama söylediğim dizeleri yazdığı günü... O bembeyaz tenli, bebek bakışlı, nur yüzlü narin kızı... Yemyeşil yapraklarla gülümseyen çakır gözleri, taptaze çiçeklerle bütünleşen körpe güzelliği... O günü, Ogün’ü düşündüm. Şu anda hastanede... Az önce onu ziyaretten geldik. Hepimiz çok üzgünüz. Perişanız! Ailesi başında... Komada...
Ey, yedi kat yeri göğü yaratan! Yarattıklarını örneksiz, misalsiz, acîb, maddesiz, yoktan var eden! Hayret verici alemleri icat eden! Zatında, sıfatlarında, fiillerinde emsali görülmemiş olan, asla benzeri bulunmayan! Ya Bedî! Ya Mübdî! Ey ibdâ eden! Örneği olmadan böyle bir güzelliği meydana getiren, icat eden Sensin! O güzelin güzelliği, güzelliğindendir. Onu Sen yarattın. Yoktan var ettin. Dilersen yok edersin. Daha öncekileri yok ettiğin gibi... Tekrar var edersin, o gün. O gün... O en zor, en çetin gün... Her şeye kadirsin. Her şey Senin elinde... Ne olur onu bize... Onu ailesine, ikizine, ana babasına bağışla! Ey her şeyden haberdar olan! Ya Habir! Ey tek şifa veren! Ya Şafi! Ona ve tüm hasta müminlere şifa bahşet! Ya Mukrim! İkram et! Ya Erhamer Rahimiyn! Ya Malik-el Mülk! Ya Zel Celali Vel Cemali Vel Kemâli Vel İkram!
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 363