- 1735 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. MUHAMMED'İN (SA) ÖRNEKLİĞİ / MEKKE'DE 12 YIL (4)
........... Devam
b. Baskı ve zulüm
Tehdit devri çok kısa sürdü. Tebliğin net oluşu, İslam’ı Mekke’nin bütün evlerine taşıdı. Adeta her evde putperestler için bir yangın başlamıştı. Ortada konuşulan konular açıktı. Hiçbir tevile gerek kalmıyordu. Putperestlerin “acaba, şöyle mi demek istedi, böyle mi demek istedi” şeklindeki saptırıcı sorgulamalara, peygamber net, kesin cevaplar veriyordu. Mekke’nin önderleri istiyordu ki, ayetler kendilerine bir pay versin. Konumları, mevkileri, zenginlikleri zarar görmesin. Ama hiçbir ayet onlara pay vermiyordu. Aksine ayetler onların durumunu, çok açık, net bir şekilde sorguluyordu. Ayetlere göre insanlar arasında sınıf farkı yoktu. Her insan Allah’ın yarattığı varlıktı. Hiç birinin diğerine üstünlüğü yoktu. İnsanların aşiretlere, kabilelere sahip olması sadece değerlerini iyilikle, güzellikle paylaşmak içindi. Zenginlikler paylaşılmak için Allah tarafından insanlara verilen bir nimetti. Konumunu, mevkiini, aşiretini, zenginliklerini insanlar üzerinde egemenlik unsuru görenler Allah tarafından eleştiriliyordu.
Mekke’nin putperestleri iyice anladılar ki, gelen ayetler onlara hiçbir ayrıcalık vermiyor. Üstelik “dinimiz bizim ticaretimizdir” mantığını ters yüz ediyor. En güzel alış verişin “Allah katındaki hesaptan yüzünün akıyla çıkmak” olduğunu vurguluyordu. İnsanların dünyada kazandıklarını, Allah yolunda harcamadıkları zaman hiçbir anlamı yoktu. Hani anlamının yokluğu bir kenara, zenginlikleri insanın başına dert getiriyor. Zenginlikler insanı Allah katında hesaba götürüyordu.
“Dünyada sana şu kadar mal, şu kadar zenginlik verildi. Sen bu zenginliklerle ne yaptın?”
“Dünyada sana mevkiiler, makamlar verildi. Sen mevkilerini, makamlarını nasıl kulandın?
“Zenginlikler; fakirlere, yoksullara, ihtiyaç sahibi olacaklara, yolda kalmışlara, yetimlere harcanması gerekirken, harcandı mı?”
“Mevkiiler, makamlar; toplumda adaleti, huzuru, barışı sağlamak için kullanılması gerekirken, barış ve adalet sağlandı mı?”
Hz. Peygamber aleyhisselam, karısı Hatice (ra), Hz. Ebubekir (ra), Hz. Osman (ra) zenginliklerini Allah yolunda harcamak konusunda mükemmel örneklik teşkil ettiler. Günümüzde sahabelerin yaptığı gibi, zenginlikleri Allah yolunda harcayan kaç kişi var? Hesabını Allah’a vereceğinin bilincinde, dünyadaki zenginlikleri Allah’ın verdiğine inanarak, Allah yolunda harcayan kaç kişi var? Bugün Müslümanlar bir ev yapar kapılarının üstüne “mülk Allah’ındır” yazar. Eğer ev birkaç kaçlı ise, katlardan birkaç tanesi kiralıksa, Allah rızası için, fakire, fukaraya, öğrenciye tutalım deseniz asla kabul etmezler. Etraflarındaki insanlardan daha çok kira isterler. Elbette günümüzde olumlu örnekler de var. Ancak Mekke’deki gibi bir yangın halinde toplumu sarmış değil. Halbuki Mekke’de zengin Müslümanlar, aşiretten olan Müslümanlar, Allah için yardımlarını bir ateş gibi topluma sunmuşlar. Sundukları yardım ateşleri, baskı altındaki Müslümanların acılarını dindirme yolunda büyük öneme sahip olmuştur. Eğer bugün hala o yardımlar hatırlanabiliyorsa, gücü binlerce yılı aşıp günümüze kadar gelebiliyorsa, o gün toplumu nasıl etkilediğini anlamak gerekiyor. Bugün Müslümanların yaptıkları yarınlarını etkileyebiliyor mu? Sorgusunda her Müslüman inanarak soruya cevap vermelidir. İdealler, düşünceler, davranışlar gelecek yılları sarstığı müddetçe toplumları değiştirici özelliklere sahiptir. Bir saat sonra unutulacak ideallerin, düşüncelerin, davranışların hiçbir kıymeti yoktur. Hele büyük şeyler yapıyoruz. Büyük idealler gerçekleştiriyoruz edası içinde, sözlerin anlamsız şekilde dolaştırıldığı toplumlarda değişim rüzgarları estirmek zordur. Mekkeli Müslümanlar, başlarında Hz. Muhammed aleyhisselam olmak üzere, değişim rüzgarını kıyamete kadar estirmesini bildiler. Allah’ın ayetlerinden aldıkları idealleri, düşleri, düşünceleri, davranışları bir hayat biçim olarak, canlarını, mallarını ortaya koyarak yaşadılar. Ne mutlu onlara ki, Allah’ın razı olacağı şeyi yapmaktan dolayı mutluydular. İnsanlığa en güzel insanlık örneklerini tarihe yazdırarak hayatlarını yaşadılar.
Mekke’de Peygamber aleyhisselam tebliğlerinde saldırgan değildi. Gelen ayetler, Mekkelilerin inançlarına, bilgilerine, tavırlarına, akıllarına, mantıklarına hitap ediyordu. Ama asla putperestlerin kişiliklerine, kimliklerine karşı söylenmiş hakaret içeren sözler içermiyordu. Allah En’âm suresinin 108. Ayetinde “Allah’tan başkasına tapanlara sövmeyin; sonra onlar da bilmeyerek Allah’a söverler. Böylece biz her ümmete kendi işlerini cazip gösterdik. Sonunda dönüşleri Rablerinedir. Artık O ne yaptıklarını kendilerine bildirecektir.” Diyerek, Müslümanların şu veya bu nedenle Mekkeli putperestlere sövülmesini, hakaret edilmesini yasakladı. Bundan böyle Müslümanlar putperestlere veya tanrılarına, “aptal, geri zekalı, terbiyesiz, sapık, vicdansız, akılsız, manyak, deli, zır deli, ne idüğü belirsiz, hayvan, böyle bir insan olamaz” gibi kelimelerle, terimlerle hitap etmeyeceklerdi. Günümüzde olduğu gibi, hoşlanmadığınız bir görüşünden, inancından, sözünden dolayı söylediğimiz tüm hakaret anlamlı sözler Müslümanlara yasaklanmıştı. Bugünse Müslümanlar aralarında hakaret içeren sözcükleri ne bol kullanıyorlar değil mi?
Mekkeliler sorgulamalara söyleyecek laf bulamıyorlardı. Bugün birçok Müslüman’ın yaptığı gibi, siyasetçilere, zenginlere, mala, mülke, kürke tamah yoktu. Çıkarlar için Allah’tan gelen ayetler eğilip bükülmüyordu. Sorgulamalar karşısında Mekke’nin önderleri sıkıştıkça sıkışıyorlardı. Onlar köşeye sıkıştıkça, panik oluyor, panik oldukça saldırganlaşıyorlardı. Hele, ilk dönemler toplumun fakirleri, köleleri Müslüman olurken Mekkelileri rahatsız eden fazla bir şey yoktu. Ama aşiret mensuplarından, soylularından da Müslüman olmaya başlaması, Dar’un Nedve’de toplanan aşiret reislerini çılgına çevirmişti. Çünkü aşiret mensuplarına bir şey diyemiyorlardı. Aşiretten olanlara bir şeye diyemeyen soylular, aşiretten Müslüman olanların gözlerinin önünde Müslüman fakirlere, kölelere, yoksullara baskı uygulamaya başladılar. Amaçları, zengin, soylu, aşiretten Müslümanların vicdanlarını rahatsız etmekti. Tabi onların bu politikaları tutmadı. Zira aşiretten Müslüman olanlar, hele aşiretinin lideri konumunda olanlar, zulüm gören köleleri satın alarak kurtardılar. Fakirleri himayelerine aldılar.
Himaye (kefillik) Arap toplumunda en önemli olgularından biriydi. Aşiretten olanların himaye gücü, aşiretler arasında yasa gibiydi. Araplar arasındaki himaye (kefillik-kefalet) anlayışı bugüne kadar güçlü bir şekilde gelmiştir. Hatta öyle ki, Mekke’ye, Medine’ye geçici veya daimi yaşamak için gelenler mutlaka bir kefile ihtiyaç duymaktalar. Kefili olmayan geçici ve daimi olarak Mekke’de, Medine’de kalamaz. Anlayışın bugüne kadar gelişi, Arapların tarihsel değerlerine bağlılıklarını gösteriyor. 1500 yıldır değişmeyen bu anlayış öyle görünüyor ki, bundan sonra da değişebilecek gibi değil. Belki de himaye anlayışı, modern devlet anlayışlarında, devletin resmi organlarının yasa gereği verdiği oturma izninden daha güçlüdür. Zira herhangi bir olumsuzlukta yasayla verilen oturma izinleri için, devletin devleti suçlaması söz konusu olmayacaktır. Hâlbuki kefillik (himaye) anlayışında, himaye edilen kişi herhangi bir olumsuz davranışa girerse, devlet kefilin üzerine yürüyor. Kefili sorumlu tutuyor. Böylece devlet yasayı uygulayabiliyor. Devletin yasal olarak oturma izni vermesi durumunda, olumsuzluklarda devletin bir bölümü, diğer bölümü için niçin oturma izni verdin diyemiyor.
Araplarda himaye altına alarak insanlara kefil olmak aşiret mensuplarına aittir. Eğer aşiret mensuplarından birisi Müslüman olduktan sonra bile herhangi birin himayesi altına almış olsa, aşireti himaye edilen kişiye sahip çıkıyordu. Zira himaye aşiretlerin onuruydu. Onur ise o günlerde Araplar arasında en önemli değerlerden biriydi. Böylece himayenin gücüyle aşiretlerin Müslümanlara dolaylı sahip çıkması sağlanıyordu. Himaye konusunda, Peygamberimiz, karısı Hz. Hatice, Hz. Ebubekir, Hz. Osman, Hz. Hamza, Hz. Ömer en etkili şahsiyetlerdi. Onlar himayeleri ile fakirlerini, köleleri kanatları altına alarak, baskılara, zulümlere karşı çıkıyorlardı.
Baskı ve zulümler nedeniyle Müslümanlar çok acı çekiyorlardı. Bazı Müslümanlara yapılan baskılar tahammül edilecek gibi değildi. Zengin Müslümanlar bütün imkânlarını kullanarak baskılardan bunalanlara yardım ediyorlardı. Ancak yetişemedikleri durumlar da oluyordu. Allah resulüne bu tür haberler geldiğinde “onlara sabır tavsiye” ediyor. Ayetler de bu yönde geliyordu. Baskılara karşı Müslümanların karşılık vermeleri kabul edilmiyordu. Değilse bazı genç Müslümanların zulüm yapanlara karşı şiddete başvurma teklifleri vardı. Onlar zulüm yapanlara hadlerini bildirebileceklerini söylüyordu. Ama peygamberimiz bu teklifleri asla kabul etmiyordu.
Baskı ve zulümler karşısında bazı Müslümanlar hicret yapmak istediler. Peygamber onlara izin verdi. Habeşistan’ın onlar için güvenli olacağını söyleyerek, Müslümanları oraya gönderdi. Böylece ilk hicret Habeşistan’a yapılmış oldu. Habeşistan’a, Medine’ye yapılan hicretlerin sonunda Müslümanların Medine’de devlet kurması, hicrete ayrı bir anlam kazandırdı. Halbuki işin gerçeğine baktığımızda, baskı ve zulümden bunalan Müslümanlar Mekke’den kurtulmak için, arkalarında peygamberlerini, Müslümanları bırakıp gitmişlerdi. Hatta bir çoğu, evini, barkını, karısını, çocuklarını bırakıp gitmişti. Bugün böyle bir şey olsa, bazı Müslümanlar mücadelenin tam orta yerinde, evini, yurdunu, karısını, çocuğunu, dava önderini, dava arkadaşlarını bırakıp başka ülkelere göç etse (hicret etse) ne deriz? O iyi yaptınız mı deriz? Yoksa başka şeyler mi söyleriz? Bu konuda iyi düşünmek gerekir.
Habeşistan’a gidenler kurtulacaklardı ama Mekke’de kalanlar ne olacaktı? Bu belli değildi. Peygamberler gönderildiği yerden başka yere Allah’ın izni olmadan gidemiyor diye biliniyordu. Onun için Hz. Peygamber aleyhisselam Mekke’nin dışına çıkamıyordu. Ancak bu görüşün çok doğru olduğu söylenemez. Zira Hz. Peygamber aleyhisselam karısı Hz. Hatice’nin (ra) ve amcası Ebu Talib’in ölümünden sonra yalnız kaldı. Evinde Hz. Hatice (ra), aşiret içinde ve toplumda Ebu Talib peygambere büyük destek sağlıyordu. Desteklerinin yanında, peygamberin karısı Hz. Hatice’ye (ra) bağlılığı, amcası Ebu Talib’i çok sevmesi, ölümlerinden sonra büyük üzüntüler yaşamasına neden oldu.
Mekke’de işler çığırından çıkmış, Mekke’nin putperest önderleri baskı ve zulmü artırmışlardı. Peygamber belki bir pencere açılır umuduyla Mekke’den 120 km. ilerideki Taif’e gitti. Taif’te on gün kalarak, Taif halkına, Taif’in önderlerine Allah’ın ayetlerini tebliğ etmeye çalıştı. Ancak Taif’in liderleri Mekkelilerden daha beter çıktı. Çocukları toplayarak peygamberi taşlattılar. Çocuklar Allah’ın resulünü her gördükleri yerde taşlıyorlardı. Resulün taşlardan aldığı yaralanmış, üstü başı kan revan içinde kalmıştı. Üzgün, bitkin bir şekilde Mekke’ye geri döndü. Ama Mekkeliler peygamberi Mekke’ye sokmamak için her türlü tedbiri almışlardı. Hz. Muhammed aleyhisselam Mekke’ye giremiyordu. Mekke’nin dışındaki dağlarda üç gün bekledi. Mekke’ye geri dönebilmesi için kendisini himaye edecek kişiler aramaya başladı. Hemen hiç kimse Mekkelileri karşısına alarak himaye etmek istemiyordu. Putperestlerden Mutim bin Adiy isimli bir şahıs, Mekkelileri karşısına alarak “ben Muhammed’i himayem altına alıyorum” dedi. Peygamberimiz üç günün sonunda Mutim Bin Adiy’in himayesinde Mekke’ye girebildi. Arapların örfündeki kefillik bu sefer işe yaramıştı. Ancak Mekke eski Mekke değildi. Müslümanların bir kısmı Mekke’yi terk etmiş, Mekke’de kalanlara Mekke zindan olmuştu.
Ülkemizde partilere oy veren bazı Müslümanlar, resulün Mekke’ye bir putperestin himayesinde girişini kendilerine delil gösteriyorlar. Onlara göre, baskı ve zulümden kaçınmak için, hâkim rejimin partilerine oy vererek kendimizi garanti altına almalıyız. Peygamber de, hâkim rejim Mekke Putperestlerinin zulmünden kurtulmak için müşriklerin himayesini kabul etmişti. Ebu Talib’in, Taif dönüşü Mutim bin Adiy’in peygamberi himaye altına almaları onlar için delildi. Böyle söyleyenler günümüzün partilerini Mutim bin Adiy ile eşitliyorlardı. Putperest Arapların himaye (kefillik) konusunun nasıl bu dönemde partilere oy vermeye tevil edildiğine bir türlü akıl erdiremiyorum. Öyle anlaşılıyor ki, Müslümanlardan bazıları kendi çıkarları için her türlü yorumu yapabiliyorlar. Halbuki onların bu tür tevilleri, partilere oy vermemekten daha tehlikeliydi. Bir kere bazı Müslümanların “düzenin zulmünden kurtulmak için, düzenin partilerine oy vermek gerekir” demeleri, hem düzeni, hem partileri İslam dışı, küfürde görerek kendileri için daha tehlikeli boyuta geliyorlar. Bugün bazı Müslümanların, kendilerini düzene karşı korumak için parti kurmaları da aynı tür yorumlara neden olabiliyor. Nitekim düzene sadık partiler, bir partiyi ele geçirmiş veya kendi adlarına parti kurmuş Müslümanları takiyye (gizlenme) yapmakla suçluyor. Zira Müslümanların bu mantıkla parti kurmaları veya partileri desteklemeleri, düzenin partilerinin iddialarını kuvvetlendiriyor.
Mekke’nin baskı ve zulüm dönemine dönersek, bu dönemlerde resul bir taraftan Müslümanlara yapılan baskılara üzülüyor, diğer taraftan da baskı ve zulümlere karşılık bir rahatlama imkânı arıyordu. O dönemlerde gelen ayetler, Enam suresinin 34.cü ayetinde ifade edildiği gibi, “Andolsun ki senden önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Onlar, yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler, sonunda yardımımız onlara yetişti. Allah’ın kelimelerini (kanunlarını) değiştirebilecek hiçbir kimse yoktur. Muhakkak ki peygamberlerin haberlerinden bazısı sana da geldi.” Diyor ve Peygamberi sabra davet ediyordu. Müslümanlara geleceğe dair umutlar dağıtıyordu.
Allah Araf suresinin 167. Ayetinde “Rabbin, elbette kıyamet gününe kadar onlara en kötü eziyeti yapacak kimseler göndereceğini ilan etti. Şüphesiz Rabbin cezayı çabuk verendir. Ve O çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” Diyerek, Mekke’nin baskıcı, zulüm yapan önderlerini tehdit ediyordu. Bir gün mutlaka işler tersine dönebilirdi. Tabi ateşin yani baskı ve zulmün içinde olanla, ateşin dışında olanların durumu değerlendirmesi zordur. Ateşin içinde olan hemen ateşin sönmesini ister. Ateşten kurtuluşun hemen gelmesini ister. Ateşin dışında olan ise, kendisi yanmadığı için sabrı tavsiye eder. Ateşin ileride daha büyük nimetlere dönüşeceğinden söz eder. Hatta tarihler sonra, o gün Müslümanlara yapılan baskılar olmasaydı. Müslümanlar baskı ve zulümlerden hicret etmek zorunda kalmasalardı. Ne Medine’de devlet kurulurdu. Ne de Müslümanlara fetih ve zafer gelirdi. Şeklindeki yorumlar rahatça yapılabilir. Ama bu tür yorumları yapanlar bilsinler ki, ateşin içindeyken bu tür yorumları yapabilmek imandır.
Allah Nahl suresinin 110. Ayetinde “Sonra şüphesiz Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret edip, ardından da sabrederek mücadelesini sürdürenlerin yardımcısıdır. Bütün bunlardan sonra Rabbin elbette çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” Demektedir. Süreklilik her zaman önemlidir. Hani günümüzde çokça gördüğümüz kötü örnekler bu ayete ters düşmektedir. Hayatlarının bir bölümünde Allah yolunda mücadele eden, bu yolda işkence, eziyet gören, daha sonra feraha kavuşanların bir daha böyle şeyler yaşamamak için, Allah yolundaki mücadelelerden uzaklaşmaları, Allah katında kabul edilmemektedir. Ne yazık ki bu tür olumsuz örnekler günümüzde oldukça fazladır.
Herhalde bazı Müslümanlar eziyet ve işkencelerin nedeninin imanları olduğunu, inandıkları için başlarına bu tür felaketlerin geldiğini düşünmüş olacaklar ki, Allah Ankebut suresinin 10. Ayetinde Müslümanları uyarıyor. “İnsanlardan kimi vardır ki: "Allah’a inandık" der; fakat Allah uğrunda eziyete uğratıldığı zaman, insanların işkencesini Allah’ın azabı gibi tutar. Halbuki Rabbinden bir nusret gelecek olsa, mutlaka, "Doğrusu biz de sizinle beraberdik" derler. İyi de, Allah, herkesin kalbindekileri en iyi bilen değil midir?” Gerçekten bu konuya Müslüman olanlar çok dikkat etmeliler. Aksi halde Allah’a büyük iftira etmiş olacaklardır.
Hemen her peygamberin inananlarına toplumların liderleri büyük zulümler yapmışlardı. Resulde gelen rivayete göre, Allah resulü işkencelerden bunalan Müslümanlara “Andolsun ki, geçmiş ümmetlerin derileri demir taraklarla taranırdı da yine onlar imanlarından dönmezlerdi” diyerek, önceki müminlerin daha çok işkence gördüklerini, bundan da pişmanlık duymadıklarını ifade ediyordu.
Elbette eziyet ve işkencelerin, baskıların, zulmün kutsanacak bir yanı yok. “Allah’ın zaferi, hidayeti, fethi mutlaka zulüm, işkence gören topluluklara vaat edilmiştir” demek zordur. Eziyet, sıkıntı istenmez. Müslüman’a düşen görev, eziyet ve işkence görmek için uğraşmak değil, başına geldiğinde sabırla, azimle inancında durmaktır. Hayat her şekilde geçiyor. Önemli olan her an inancına sadakat gösterebilmektir. Sahabelerin yaptığı buydu. Hiçbir sahabe, inancını açıklarken, Allah yolunda mücadeleyi seçerken, eziyeti, işkenceyi, baskıyı, zulmü istemediler. Sadece başına geldiğinde sabretmesini, azimle inancına sarılmasını bildiler.
Günümüzde Müslümanlara baktığımızda, baskı, eziyet, işkence, zulüm, Müslümanlar için tehlike sayılıyor. Bu konuda bazı Müslümanlar Bakara suresinin 195. Ayetini delil göstererek, bakın Allah bile “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın” diyor demektedirler. Halbuki ayetin tamamı, “Allah yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareketinizde dürüst davranın. Çünkü Allah dürüstleri sever” şeklindedir. Aslında burada tehlikeli olan şey, ellerinizde bulunan malları Allah yolunda harcamamaktır. Yarın hesaba çekilirken, Allah dünyada verdiği zenginlikler için soracaktır. “Dünyada sana verilen zenginlikleri nasıl kullandın, nerelere harcadın?”
Evet, hemen hepimiz düşünmeliyiz. Allah’ın verdiği zenginlik nimetlerini nasıl değerlendiriyoruz?
Devam edecek...........
YORUMLAR
MEHMET ÇOBAN
İlginize teşekkür ediyorum