- 726 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Vurgun
Kaç yaşında olduğumu artık bilmiyordum. Geçmişten değil, gelecekle alıp veremediğim sorunlarım vardı sanki! Nefesimi tazelerken de aynı acıyı hissediyorum. Yavşak sahtekârlar!
O zamanlarda tanımıştım ben de onu. Bastıra bastıra ismini söylerken, sarsan bir hazzın içine gömülüyordum. Güzel bir mahallemiz vardı. İnsanlar birbirlerine saygılı, büyükşehir ortamı kendini iyiden iyiye hissettiriyordu. Ta ki bir gün, günlerden Cumartesi, o, çocuklarıyla bizim mahalleye taşınıncaya kadar.
Nermin, yüreğimin sürgünlerinde aşkın en şiddetli lodosunu bana yaşatan kadın! İşinde gücünde, evde tek başına yaşayan biri olarak, dikkat edilmesi güç olan çoğu şey, benim tarafımdan rahatça fark edilebiliyordu. Nermin’de öyle olmuştu. İki çocuğu ile beraber bizim mahalleye taşındığında, Mart’ın beşiydi. Ve günlerden cumartesi!
Fazla eşyaları yoktu. Nermin süsten pek hazmetmeyen bir kadına benziyordu. Zaten süslenmesine gerek yoktu. Alımlıydı. Saçları neredeyse belinin hizasına kadar geliyordu. Yüzünde İtalyan filmlerinde romantizmin doruğunu yaşayan kadınlara benziyordu. Her an acıdan orgazm olabilecek gözkapaklarıyla beraber uzaktan uzağa yüreğimin saraylarında namını duyurmuştu. O gün kazasız belasız geçmişti ve gece olmuştu. Gece de sabah olmak için hiç de çaba göstermiyordu. Daha o gün nakliyatçının kendisine seslenirken adını vermesinden dolayı ismini bildiğim Nermin’den dolayı azabım başlamış gibiydi. Üzerinde dizlerinin beş parmak aşağısına kadar uzanan bordo renkte bir elbise vardı. Gerdanı ve boynu kırmızı bir yakut gibi pembe teni üzerinde parlıyordu.
Onu düşünmemek için, uyumam gerekliydi. Ama uyuyamıyordum. Mutfağa gidip buzdolabında ağrıkesici aradım. Bulamadım. Ayakkabı boyası kutusuna, cilaya baktım. Nafile, zehir zıkkım yok olmuştu kutularında. Sonra banyodaki üst dolapta önceki yaz evi boyarken kullandığım tiner aklıma geldi. Bu iyi bir fikirdi. Pazar günü de çalışmadığım için, rahatça tiner çekebilirdim. Önceden birkaç kez denediğim için, tinerin nefesi zorladığını iyi biliyordum. Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır sözü gerçekten de doğruydu. Kim söylemişse haklıydı. Çok soğuktu hava. Soba yandığı için rahattım. Üzerimdeki yeşil atleti çıkartıp, ellerimle tam ortadan ikiye ayırdım. Bu gece soba yakmış mıydı acaba Nermin?
‘Nermin, ilk görüşte aşk var mıydı?’ Elbisenin içinde kavun gibi duran poposu aklımdan çıkıyordu yavaş yavaş. Sonra armuda benzer göğüsleri. İnce beli, kalem gibi kaşları, uzun; hançer gibi saçı… Uyumuyordum, ama unutuyordum.
Sadece öyle zannediyordum. Tüm ayrıntılar gözümün önünden gittikçe, hepsi birleşip, yeniden onu canlandırıyorlardı. Ya otuz sekiz beden, ya da kırk bedendi elbisesi. Tiner çekerken, elimle göğsümün kıllarını kopartıyordum. Acı çekerken, daha mutlu oluyordum.
Uyku her şeyin ilacı… Uyku merhem... Uyku dünyanın kahrını tutan mandal... Ama ne kadar beni uzak tutabilir ki uyku düşüncelerimden?
Uyandığımda, bir Pazar günü nasıl cenabet ve uğursuz olabilirse, o kadar kötüydü. Kendimi lanetlenmiş hissediyordum. Kemiklerimden gelen uzun çıtlama sesleri, gözlerimin çapaklarını temizlerken bir mana veriyordu yaşamak adına! Aşırı derecede tekrarlanan duygularımdan dolayı mı kendimi bitkin hissediyordum? Ölümsüz bir dünyanın gecesine sözlüksüz girmek gibi! Dilini hiç bilmediğin bir memlekette, aynı dili konuşabileceğin birini aramak gibi! Nermin’de öyleydi. Basılmış en yeni kitap gibi sımsıcaktı varlığı.
Sabah zevksiz bir çağırışım peşindeydi. Çıkmaz bir yolda Nermin’i düşünmemek için yapabileceğim en alışageldik hareket, çay demlemek olacaktı! Birde tanıdık bir arkadaşın çıkardığı ilk kitabı okuyacaktım.
Çayın yanında yemek için bir şey hazırlamak istemiyordum. Yalnızca buzdolabındaki tabağın içindeki peynirden çatalla azıcık alıp, diğer bir tabaktaki tahin pekmez karışımın içine daldırdım. En azından çayı içmeden önce, ağzım tatlanmış olurdu ve çay daha lezzetli gelebilirdi. Yalnız bir sorunum vardı. Sigaram kalmamıştı. Bu en sıkıcı haber olmalıydı sabah sabah. Pakette sigara bıraktığımı zannediyordum, ancak paketteki tüm sigaraları yatağa kendimle beraber yatırmıştım. Bakkala inmem gerekiyordu. Osman aga dükkânı çoktan açmış olmalıydı!
Osman aga televizyonu yine son ses açmış, haberleri izliyordu. Üzerindeki lacivert önlük senelerdir hiç yıkanmamış gibi duruyordu. İçinde ter, ekmek, süt kokusu olan bir lacivert önlük görmek için dükkâna gitmemiştim.
Paketi açıp, dükkândan çıkmadan bir tane yakıp, Osman agayla beraber haberleri izlemeye koyulmuştum. Habersiz kuşlar uçuyordu şimdi gökyüzünde. Birkaç gecedir midemi yakan derin sızının acısına sebep olacak olanın Nermin mahalleye taşınıncaya kadar bilmiyordum.
Osman agaya sarmak istiyordum.
-Agam, mahalle gün geçtikçe kalabalıklaşıyor be ya!
-Çay içer misin?
-Koy bir tane agam, koy da içek senin acı çayından. Evde içecektim de, neyse sonra içerim evde.
-Geçen kâğıt toplayan çocuklardan birini bıçaklamışlar. Duydun mu?
-Ölmüş mü?
-Ölse iyiydi. Çocuğun kalbi delindi. Yoğun bakımda. Çıkartamamışlar. Kurtulması zor ama!
-Kim yapmış?
-Çöpçülerle dalaşmışlar. Çöpçülerde bu işten iyi para kaldırıyor kimi zaman. Bu çocuk da çıkmam demiş. E, sen misin bize kafan tutan deyip, çocuğu bir güzel hırpalamış iki çöpçü. Kamyondan levye ile ayaklarına vurup, sonrada ekmek bıçağını kalbine saplamışlar.
-Ciddi misin Osman agam? Bu vahşet be ya?
-Vahşet, katliam… Valla yapmış orospu çocukları. En azından onların belediyeden maaşları var. Bu gariban çocuğun ekmek yiyecek parası yoktu.
-Vay puştlar! İnsanlık ölmüş be abi!
-İnsanlık mı kaldı? Herkes göt olmuş. Osuran, manalı bir şey yaptığını zannediyor.
-Haklısın abi…
‘Haklısın’ dediğim anda, bakkalın kapısına güneş doğmuş gibiydi. Yakından bin kat daha güzeldi. Yüzünde yer yer çilleri vardı. Terlemişti. Dün ki bordo elbisesi üzerinde yoktu. Bu sefer sarı bir tişört giymişti. Hava için pek inceydi, ama onun telaşlı hali başka bir şey olduğunu belirten cinstendi.
-Rahatsız ettim ama acaba İngiliz anahtarınız var mı?
Osman agam Nermin’e bakarken, gözkapakları daha derinden açılır gibiydi. Nermin’e bakmak da güçlük çekiyordum. Ruhum çoktan kapılmış, gitmişti onun kadınsı sürgünlüğüne.
-Var hanımabla, var da hayırdır ne oldu?
-Mutfağın muslukları akmıyor. Bozulmuş. Aslında yeni musluklarda lazım…
Nereden çıkmıştı ki cesaretim bir anda! Heyecanlı ses tonumla ‘ben hallederim’ demiştim. Nermin, acısı yüzlerce sayfa gibi işlenmiş gözkapaklarını dünyanın dönüşü hızında kapatırken, ‘Sizin için zahmet olur. Söylerseniz, ben gidip alırım en yakın nerede satılıyorsa.’ Derken, ‘hayır canım, ne zahmeti, siz çocuklarınız kalın’ gibi aptalca bir sözü ağzımdan kaçırmıştım.
Ayağa kalkıp, sigaramdan son nefesi çektikten sonra Nermin’in olduğu kapı eşiğine doğru yürümeye başladım. Ona doğru yaklaştıkça, sıcak ve nemli ter kokusunu daha net içime çekebiliyordum.
Sigarayı asfalta doğru fırlatırken, yorgun gözleriyle ne yapacağımı bekleyen ifadesini almak için çocuklarının seslerini duymasına ihtiyacı vardı. ‘Anne, acıktık!’
-Ben çocuklara kahvaltı hazırlayacaktım. Musluktan dolayı unuttum. Ocak da bağlanmadı daha. Piknik tüpü üzerinde çay yapmam lazım. Tuvaletin suyundan da demlemek istemiyorum. Hazır su alayım, ekmek, bir de üç yumurta.
Osman aga Nermin’in almak istediği şeyleri hazırlarken, dükkânın girişinde Nermin’e iki adım mesafede bekliyordum. İngiliz anahtarını alıp, onunla beraber evine gidecektim. Osman aga alttan alttan bana gülümserken, sarı tişörtün içinden gelen kurumuş terin kokusu yerine, artık daha güzel ten kokusu yayılmaya başlamıştı.
Beş litrelik hazır suyu bir elimde, diğer elimde İngiliz anahtarı… Ekmeği ve yumurtaları kucağına alan Nermin’in arkasında evine doğru yürümeye başlamıştık.
Vurgun, insanı bir anda mahvedebiliyorken, vurgunun geride bıraktıklarını toparlamak, aylar, yıllar belki de bir ömür sürebiliyordu. Nermin’in aşk vurgununa tutulmuştum. Ne olacak, ne bitecek, henüz muslukları tamir edebileceğimi dahi bilmiyorum.
İnce bileği sağa doğru dönerken, dairesinin eski kapısı açılmıştı. Nefessiz kaldığım an, içeri girebilmiştim. Geldiğim işi unutmamak adına, hemen mutfağı sordum Nermin’e. Parmağını uzattığı yer ölümüm olabilirdi. Ama şimdilik sürgün kâfiydi benim için.