- 1021 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİRDİR BİR-İÇ YOLCULUĞA BİR KÖR BAKIŞ
BİRDİR BİR-İÇ YOLCULUĞA BİR KÖR BAKIŞ
Peki aşka ne demeli? Aşk nedir? Bitmeyen bir yolculuktan ibaret değilse. Aşkla bakan, içine de bakmış olmaz mı? Aşk yolculuk ise yolculuk da aşk değil midir? Götürdüğüm bavullar, çantalar, geri dönmek için kesilen biletler değil midir? Halbuki yolculuk geri dönmemek üzere çıkılmaz mı? Ölüm gibi…
Şaire sormuşlar: “Ankara’nın nesini seviyorsunuz?”diye. O da: “İstanbul’a geri dönmesini.”demiş. Bana sorsalar, Ankara’yı sevmiyorum, çünkü oradan başka bir yere dönme ihtimali var, derdim. Yolculuk, yaşamın ölüm anlamına da geldiğini anımsatmaz mı?
Şehrimin saçlarını, ortadan ikiye ayıran, Asi. Bizi ayıran ve birleştiren nehir, kıyısı sevda toprakları. Ay yansır, içinde izi kalır.Kutsal ayna. Nergis kendine değil, sana aşık olmuş. Beşiğinde sallanıp Amenna diyen pul pul balıkların, aşkla çarpar çırpınışları. Yeşilin ve mavinin ortak paydası. Akıntının ritmi, meyveleri olgunlaştıran bir melodiye dönüşür ve Tanrı, sesini sessizliğe adadı. Toprağımı emzirirsin ak göğsünle, pamuğum ondan bembeyaz, sensiz, zeytinim tüyü bitmemiş yetim. Tarihin gizli sandığı, usundan, rüyandan, özleminden geçer; içinden geçen Roma köprüsü, annemin dilindeki değirmen. Aklınca seni döndürdüğünü sanan, tahta değirmen. Ama sen aldırmazdın, koşarak akarken annene, Akdeniz’e. Ben de öykünürdüm sana akıp giderken cebindeki öykülerle. Sen çocukluğumun, rengarenk bilyelerimin, uçurtmalarımın nehri. Rüzgarına sevda uçurduğum, sesini ninni yaptığım, ana yurdum, toprağımın bereketi.Işığım toprağınla ilikli.Rüzgarla sarmaş dolaş dolaş.Boz,bulanık gömleğini, çıkar at.Suyuna yazılır şiirler,yüzün hürmetine.Adına şölenler yakışır.Sen akıp giderken,içimizdeki topraklardan berikine,berikinden ötekine.Kadrini bilmeyen ya kördür ya da sağır.Arkandan bir tek benim el sallayan,bebekçe gülümseyip beni uğurlayan şehirden. Rengarenk ışıkların saçlarına duvak yaptığı güzel bir gelin olan şehrimden, asfalt sürmeli yollarında, bir gün boğulmak korkusuyla, kendimi yollara verdim yine.
İçre yolculuk yapıyorum işte. Gömleklerimi, pantolonlarımı, tıraş takımımı, diş fırçamı ve birkaç kitabımı bavula sıkıştırarak yolculuk yapmaktayım bedenimle. Beni terk etmeyen tenimle. Ah ten değil midir acıların sunağı, hasretin sancısı! Dört mevsimi yaşayan, arzulayan, arzulanan, soluk alan, soluk veren, yaşayan ve ölen. Hele yüzümüz. Yüzümüz değil midir ruhumuzdan kopan feryatları, sevinçleri biriktiren kıyı? Bakışlarımız o kıyıda ters dönmüş yıkık sandal. Hele benim bakışlarım. Ne zaman otobüsün camına yaslasam başımı, ne akıp giden ağaçları, ne de benden kaçarak uzaklaşan bulutları görürüm. Yalnızca hayatım gibi silik yüzümün suretini, donuk bakışlarımı ve aynı yöne bakamayan gözlerimi görürüm. Sanki ikisi birbirinden küs, kıçlarını bile dönmüşler birbirilerine. Evet bir gözüm kör. İnsanlar benimle konuşurken ya nereye bakacaklarını şaşırır ya da ben konuşurken insanlara nasıl bakacağımı şaşırıyorum. Sanki orda yokmuşum gibi havaya ya da sağa sola bakıp konuşmaları yok mu? İşte o zaman onlardan nasıl kaçacağımı düşünürüm. Arkama bakmadan onlardan uzaklaşmak isterim. Bazen de tamamen uzaklaşmak, bedenimden çok çok öteye.
İlk hatırladığım şey; iki üç yaşlarında sandalyenin bir parmağını, ayağını, gözüme sokmasıdır. Kardeşimle sandalyeden masaya tırmanmıştık. Tırmanırken de sandalye ters dönmüş. Nasıl olduysa masadan düşüverdim. Sandalyenin ayağıyla göz göze geldim. Böylece sandalye, göz göze gelen gözümü bir daha geri vermedi. O günden beri bir gözüm kör ve kayık, o günden beri bir gözüm ışıksız ve kayıp. Hep merak ederdim, insanlar çift gözle nasıl görür,nasıl yaşarlar. Çok tuhaf gelirdi bana. Çift göz derinliği sağlarmış ama ben, bu derinlikten yoksundum. (Derinliği algılayamıyordum ama algılarım derin galiba.) Benim de tek korkum bu. İnsanın kaçamadığı tek şeyin kendisi olduğunu, tutkusu ve korkusunun kendisinin olduğunu, böyle zamanlarda anımsarım.
Yol boyunca ,bu ay kadar uzun,elektrik tellerine dizilmiş kara çarşaflı kuşlar.İstikametleri ölüm,saf saf beklemekte.Kurşuna dizilecek kurşuni gagaları.Sonra birer birer düşecekler beyaz ve soğuk ölümün kucağına. Bir kara nokta gibi,ucuna düşecekler, Kar denilen kelimenin.Son bulacak arayışları,korkuları,aşkları;başka çareleri yok, şimdiden kaderlerine razı.Neden öldürmüş Kabil Habil’i.Kargaların şahit olduğu neydi?Toprağa gömülen sır değil de nedir?Bir şair miydi Habil,aşkın kendisi mi?Kabil pişmanlık mı,tutku mu,ilk acı gözyaşı mı?Eğer öyleyse,kargalar bu ihanetin ilk tutanakları,ilk söz,ilk ihtar,ilk feryattı.Kargaların sesi;ah,dur,yapma sözcüklerini çağrıştırmaz mı?Havva ilk ağıt,ilk kaybedenlerden.Kabil,yola düşen,gurbete düşen ilk sürgün.Ölüyü ilk gören,cenazeye ilk gelen de kargalardı;cenazelerde karalar giymek onlardan kalan bir adet, alışkanlıktı.
Otobüs eski bir garaja yanaştı ve durdu. Ben de yola çıktığımdan beri,bana eşlik eden düşüncelerimi durdurdum. Otobüsün içinde yaklaşık dokuz on kişi vardı.Bunlardan bir kaçı kadın, bir kaçı çocuk,geri kalanı da erkekti. Çocukların kucaklarında, içinde civcivler olan bisküvi kutuları vardı. Zorla malını satmaya çalışan simitçilerden sonra yaşlı bir adamla küçük bir kız çocuğu yanıma yaklaştılar.Küçük kız elindeki bilete bakarak: “Dedeciğim,bi, işte burası, on üç numara. Bu amcanın yanı.” dedi. Yaşlı adamın sekiz köşeli kasketi, ağacın gölgesi gibi gölgelemişti bakışlarını. Göz kapağı nerdeyse gözünü kapatacak gibi, göz torbacığı dilimlenmiş mandalina büyüklüğünde, gözünün altında duruyordu. Yanakları çökmüş, elmacık kemikleri belirgin bir şekilde çıkmıştı. Rüzgardan bükülmüş dal gibi ağır ağır yanımdaki boş koltuğa oturdu. Kucağına da küçük kızı aldı:
“Serçawa hewal !” dedi bana dönerek. Anlamadım. Alık alık ona bakarken, yalnızca bir mahcubiyetle başımı selam verir gibi eğdim. Kürtçe bilmediğimi anlayınca: “Merhaba arkadaş!” dedi. Tanıdık bir cümleyle karşılaşınca eski bir dostu görür gibi oldum. Aynı şekilde: “Merhaba.” dedim. “Du mela?” diye sordu Kürtçe ikinci kez. Belli ki yaşlılıktan dolayı dalgın ve unutkandı biraz. Soruyu Türkçe tekrar etti: “İmam mısın?” “Hayır. Öğretmenim” dedim. O da: “İkisi de aynıdır, fark etmez.” dedi ve devam etti: “İkisinde de tükenen siz olursunuz.” Haklıydı galiba,çok şey bildiği de ortada.
Toprak gibi çatlamış elleriyle kucağındaki taze bebek kokulu çocuğun, buğday sarısı fiyonk saçlarını okşarken, yılların attığı çentikli yüzüyle bana döndü: “Nerelisin evladım?” diye sordu. Kasketi çıkarmıştı. Bakışlarını görebiliyordum. Neredeyse ağlayacak gibiydi. Gözlerinin yıldızları kaybolmuş, gayesiz, umutsuz bir bakıştı bu. Allah’ım nedir bu bakışlardaki acı? İçim burkulmuştu. Onu biraz neşelendireyim istedim. Belli ki benden daha çok sevince ihtiyacı vardı. “Henüz evlenmedim. Evlendikten sonra bir memleketim olacak inşallah” dedim. Gülümsedi. Ama gözleri gülmedi. Gözlerindeki kara bulutları dağıtamadım.
Küçük kız çocuğu pencereden dışarıya bakmak için bana doğru yanaştı, onu kucağıma aldım. Bana teşekkür ederek dışarıyı içeriye anlatmaya başladı: “Dedeciğim! Çok büyük dağlar var burada, etraf yemyeşil, taşları üst üste yığan bir çoban var, inekleri bizimkilere benziyor, koyunları ve keçileri de var, kimi otluyor kimi oynuyor. Dedeciğim! Bu çok büyük dağın adı ne? Üstünde kar var, daha erimemiş.” diye sordu. Yaşlı adam da: “Bu Ağrı Dağı’dır. Kar hiç eksik olmaz. Çok yüksektir. Tufandan sonra Nuh peygamberin gemisi orda kalmış.” dedi. “Dedeciğim! Bana bu masalı tekrar anlatır mısın? ” “Bu masal değil yavrum, bu yaşanmış gerçek bir hikaye” “Hadi anlat bana, n’olur?” “Peki. Derler ki Nuh 950 yıl yaşamıştır. Tanrı, Nuh’u 480 yaşındayken kavmine peygamber olarak göndermiş. O, peygamber olduktan sonra kavmini 120 yıl imana çağırmış, 600 yaşındayken gemiye binmiş, gemiden indikten sonra 350 yıl yaşamış.” “Dedeciğim, biz de bu kadar uzun yaşar mıyız?” Yaşlı adam bakışlarını büküp: “Tanrı’nın yazdığı kadarını yaşarız.”dedi ve hikayeye kaldığı yerden devam etti: Babası Nuh’a: “Dağda senden ve benden başka kimse kalmadı, sen vahşet ve yalnızlık hissederek yanlış yola sapanlara uyma” dedi.” “Dedeciğim, bu ne demek?” “Yavrum, insan kendini yalnız, kimsesiz hissederse kaybedecek bir şeyi olmaz diye düşünür, o zaman her türlü fenalığı yapabilir, hem kendine hem de başkalarına” Yaşlı adamın bu söyledikleri kafamda yankılanıp uğuldadı. İnsan yalnız kalmamalı diye düşündüm. Küçük kız sorularına devam etti: “Peki tufan nasıl oldu?” “Nuh, kavmini Tanrı’ya imana çağırıyor, onlara doğru yolu anlatıyordu. Ama O’na çok az kimseler inanmıştı. Tanrı O’na bir gemi yapmasını emretti, O’da gemiyi yapmaya başladı. Herkes onunla dalga geçip gülmeye başlamıştı. Bu çölün ortasında gemi mi yapılırmış? Sen aklını kaybettin galiba demişler. Nuh gemisini bitirdikten sonra yerden sular çıkmaya, gökten sular akmaya başladı. Sokakta sular çoğaldı, çoğaldı. Anne,çocuğunun hayatından korkmaya başladı, çünkü çocuğunu çok seviyordu. Kadın dağa çıkmak istedi, sular dağın üçte birine kadar yükseldi. Sular oraya geldiğinde kadın daha da yukarıya çıktı, fakat su dağın üçte ikisine kadar yükseldi. Su oraya kadar geldiğinde de, kadın dağın tepesine kadar çıktı. Sular boynuna kadar yükseldiği için kadın, çocuğunu eliyle daha yukarıya kaldırdı. Nihayet sular çocuğu ve annesini götürdü. Tanrı Nuh kavminden her hangi birini esirgemiş olsaydı, çocuğun anasını esirgerdi. Nuh canlı hayvanlardan erkek ve dişi olmak üzere birer çift ve iman edenlerden altı kişiyi aldı. Bu altı kişiden başka Nuh’un oğulları, kadınlar ve kendisi dahil hepsi on üç kişi idi. Yalnızca onlar kurtulmuştu.”
Yavrucak hikayeyi dinlerken kucağımda uyuya kalmıştı. Rahat uyuyabilsin diye onu iyice kucakladım. “Uyudu” dedim fısıldayarak yaşlı adama.
Soru sorma sırası çocuktan sanki bana geçmişti: “Bu cennetten gelen melek kim?” diye sordum. Kucağımdaki gök gözlü zeytin tanesi kadar ufak burunlu, yumurta çeneli elmalı şeker yanaklı çocuğun altın saçlarını okşayarak sevdim.” Bu benim torunumdur. Adı Xelin” dedi. Merakla yeniden sordum: “Xelin ne demek?” “Yuva yapan kuştur.” dedi. “Kendisi kadar ismi de güzelmiş. Allah bağışlasın sevdiklerine.” dedim. Gözlerindeki kara bulutlar daha da karardı ve yoğunlaştı, görgüsüzce bakışlarına yerleşti. Başını hafifçe öne eğip anlatmaya başladı.
“Ah oğlum! Biz de Allah bağışlasın, esirgesin, elimizden almasın diye kaç aydır doktor doktor, memleket memleket dolaşıyoruz.” “Hayırdır inşallah! Geçmiş olsun. Nesi var?” diye sordum merakla. Gözlerini belli belirsiz bir yere dikerek anlatmaya başladı: “Torunum lösemilidir. Her iki günde bir hastaneye gidiyoruz. Kan tahlilleri, ilaçları, iğneleri falan var. Onu kurtarabilmek için birkaç ay önce üç ineğimi sattım. Babasıyla beraber ufak bir bakkal dükkandan geçiniyoruz. Bütün aile bakkalın eline bakıyor. Tedavi için daha çok paraya ihtiyacımız var, yakında dükkanı da satacaz. Çok zor günler geçiriyoruz ama, ama Xelin için her şey feda. Yeter ki yaşasın. “Kelimeleri öksürük gibi tok ve sert çıkıyordu. Gözleri doldu. Xelin’e daha bir sıkı sarıldım. Uyandı, göz göze geldik. Yavrucağa baktım. Yaşı çok ufaktı. Okuma yazma bildiğine göre yedi sekiz yaşlarında olmalı. Ufaktı ama belli ki her şeyin farkındaydı. Konuştuklarımızı duymuştu galiba. Ölmekten ziyade ailesinin düşeceği durumdan korkar gibiydi. Başını öne eğdi, kendini sanki suçlu hissetmişti. Elleriyle dedesinin toprak elini tuttu. Sıkıca kavradı onları, ölüp toprağa gireceği günün provasını yapar gibiydi. Dedesinin çatlamış ellerini yüzüne yaklaştırdı, önce onları kokladı, sonra büyük bir minnet ve şefkatle, şekerleşmiş dudaklarıyla öptü. Ani bir hareketle dedesine sarıldı: “Dedeciğim! Korkma! Ben hep senin gözlerin olacağım.” dedi. İkisi de şırıl şırıl akıtmaya başladı boncuk boncuk göz yaşlarını. Boğazım düğümlendi. O anda içim daraldı. Sanki ruhum bir kuş, göğüs kafesimde sıkışıp kalmıştı. Gözlerim ilk defa barışıp, anlaşıp, aynı anda ağlamaya başladılar. Göz bebeklerim yetimdi, açtı,ağlıyordu zırıl zırıl. İlk defa bir insanın yüzüne bakıp rahatça konuşmuştum. Kaçmak istemiyordum. Meğer dedenin iki gözü de ışığa kapalı renklerin varlığından, cisimlerin görünüşünden habersizmiş. O yüzden gözleri kara bulutlu, o yüzden sabit bir noktaya dikmiş bir durumda. Bir yandan halime şükrederek, bir yandan hiç bir şey görememenin nasıl bir şey olduğunu tasavvur ederek, bir yandan da için için hallerine üzülerek bir tuhaf olmuştum. Yaşlı adam, hikayedeki anne gibi, yavrusunu kurtarmak için çabalıyor, onu daha yükseğe çıkartmak için didiniyordu. Bir şey söylemek zorunda hissettim kendimi:
“Allah’tan ümit kesilmez. Her şeyin bir çaresi var, lütfen üzülmeyin artık. Bu güzellikle ne çok canlar yakacak. Bir gün o da yuva yapan bir kuş olacak, adı gibi. Onun da çocukları, torunları olacak. Belki de küçük kız, Nuh’un gemisindekiler gibi kurtarılanlardan olur” diyemedim. Bu sözcükler beynimde uçuşurken ağzımı açamadım. Boğazımda düğümlenip kalmışlardı sanki. İçim yandı,göğsüm daraldı. Ortalıkta motor sesinden başka bir ses yoktu. Körlük gibi her şey sessizdi. Cümleler sanki saklanmışlardı, sözcükler de kör ebeydi.
Motor gürültüsünü, bir Kürt sanatçının türküsü bıçak gibi kesti. Yaşlı adam, o türküyü dinlerken çok ama çok uzaklara daldı. Ben de başımı tekrar cama yasladım, bakışlarımı dışarı sarkıttım. Bu sefer ölüme yolculuk yapan Xelin’in sureti de cama yansımıştı.
Peki ölüme ne demeli?
(Çok sonra bu yanık türkünün Helin adında bir türkü olduğunu öğrenecektim.)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.