Şehla
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Sonbaharın ilk ıslaklığı yakarken sokaklarını Koleranın, ben de nefeslenmek istemiştim kederli ışığın ferahlığı ile. Kalan esnafla muhabbet edip gerçeğe değmekti niyetim. Fotoğraflara ağlamaktan bir nebze ötesi idi istediğim. Film dizi müzikler derken bir kez daha gözler önündeki bu katliamın içinde hissetmiştim kendimi.
Bu kez trenle gelmek mümkün olmadı İstanbul’uma, seferler iptal olmuş binlerce öğrenci telef olmuştu ya, benim bir nostaljiyi canlandırma çabamın bir değeri yoktu öteki acılar arasında…
İnadım inat Harem’de inip vapurla geçtim karşıya. Tünelden sonra başka bir dünyaya ışınlanmış gibi olurum her seferinde. Hem tanıdık hem değil, hem dün hem bu anlıktır yaşanılanlar. Kokusu dokusu farklıdır Pera’nın…
İyi kötü profesyonel veya değil, ihtiyacı var ya da yok her sokak akordeoncusuna mutlaka para atarım. Şanslıydım bu kez ki hem işini bilen hem ihtiyacı olan güzel bir madamdı. Üst kısma yerleştirdiği kadife keseye baktım boştu. Kadının yüzünde on ciltlik bir hüzün, ben de hayata öfkeli bir şaşkınlık bakıştık. Kadın babam oldu ben onun erken ölen kızı. Diz çöktüm tango söyledi bana. Herkes saklambaç oynar gibi gizlendi birdenbire. Tüm cadde sessizliğe yemin etmiş onu dinliyordu. Kalın perdesi hiç açılmayan evlerin içine ışık girdi yıllardan sonra. Tatlı bir yakarışla, yaşlılığın o iç acıtıcı çatlamalı sesiyle ama yine de detone olmadan söyledi madam…
Papatya gibisin beyaz ve ince.
Ara sokaklarda kaybolarak her seferinde değişik bir bina, geçilmemiş bir sokak, başka bir pasaj görmenin verdiği çocuksu sevinçle dolanırken acıkmıştım. Milor’dan öğrendiğim bir söğüşçünün önünde buldum kendimi, bu işin aslı İzmir dediğimde oradakiler de bizim akraba dedi doğru veya değil, enfesti afiyetle yedim. Canım öğle rakısı çekti ama tuttum kendimi akşama daha çok vardı, hepsinin sırası vardı…
Bu kez ki gelişim daha çok bir şahitlik üstüne idi. Sulukule’de yapılanın on mislini yapmaya karar vermiş erklerin marifetine tanıklıktı bu kez ki.
Aklımda yıllar öncenin yaşanmışlıkları, güzel tarihi binalar, çamaşırları bayrak gibi sallanan sokaklar, yokuşlar, eski arabalar, delikanlılar, mahalle abileri…
Kavgalar, kanlar, otlar, cigaralar…
Fotoğraf çekmek için sohbet için can atıyordum.
Karşı kaldırımda çok hoş bir kadının telefonda iken hıçkırarak ağlamasıyla uyandım hayallerimden.
Kadın bizim dünyadan değildi sanki. Bambaşka bir galaksiden gelmiş bir üst düzey yetkilisi gibi üniforma giymiş aramıza karışmış gibiydi.
Feryat figanın, hıçkırmanın öncesi gelen fotoğraf karelerini hatırlıyorum daha çok, ses hızı yavaş olsa gerek gerçekten de.
Balıksırtı motifli gri bir pantolon üstte boğazlı siyah şık bir kazak, pantolonla takım bir yelek, benzer işlemeli bir fular. Kaliteli olduğu belli bir siyah çanta ve aynı desenli ayakkabı, belki kızacaksınız ama hiç yakışmamış bir kokona çorabına varıncaya kadar süzmüşüm kadını.
Buranın esnafı alışkın olacak ki pek oralı olmayıp işlerine devam ettiler. Kadın bayılacak gibi olup sallanmaya başlayınca geçtim karşıya koluna girdim. Sahte sarışın şehla bakışlı biriydi yüzünde bir kamyon pudra vardı. Kokusu bir metre öteden bile burun sızlatanlardandı. Durmadan bağırıyor ve ağlıyordu. Hemen önünde durduğumuz kafeye tüm cesaretimi toplayıp girdim. Zira bizim çaycı burada bir şey içtiğimi duysa beni vururdu. Senelerdir on kuruş zam yaptırmadık çaya diye bize çok sinir oluyordu. Burada ödeyeceğim hesap ile orada yüzlerce çay içeceğime emindim.
İçeride mazlum Çimen çalmıyordu elbette. Sesinden tahmin ettiğim kadar Norah Jones olmalıydı. Şanzelize eskitmesi tabureler sandalyeler masalar koyu renk cilaları ile çok siyah bir isyanın ezgisi gibiydiler. Duvarlarda küçük seramik tabaklar asılıydı, içlerinde eski devir insanlarının siyah beyaz fotoğrafları işliydi. Masalarda örtü yoktu, ahşap kendini bazı yerlerde bırakmış, çatlaklar oluşturmuştu. Mal sahibi bunları kapatmaya çalışmamış ve bence dünya görüşünü açığa vermişti. Girerken soğuk olduğum mekan beni kabul etmişti, ben de onu…
Şarkı ne anlatıyor bilmiyorum ama o ağlamayı kesmişti dinlerken, kesik kesik iç çekse de artık ağlamıyor şarkıya eşlik ediyordu.
Somewhere Over The Rainbow.
Olmayan İngilizcemle bir yerinde mavi kuşlar uçuyor dediğini anladım sadece ama o çok içten söylüyor ve gözyaşları devam ediyordu.
Siyah kar eldivenlerini hiç çıkarmadı ta ki kahve gelene dek. O sırada siyah eldiven çıktı ama altından ince hassas bir eldiven daha olduğunu gördüm. Tebessüm etti ve omzuma bakmaya başladı Şehla. İzin ister gibiydi. Sandalyesini yanaştırdı bir peçete serip omzuma yattı. Bunu neden yaptı bilmiyorum. O peçete neydi anlamış değilim. Çok romantik bir an olmasına rağmen bende daha çok görevini yapan bir sosyal sorumluluk proje elemanı edası vardı.
Evet, hanımefendi şimdi peçeteyi seriyorsunuz evet şimdi on dakika kadar yaslanın…
Elleri devamlı titriyordu, kahvesini içmekte zorluk çekti.
Bir ara bana ismini söyleme ben seni o zannedeyim olur mu dedi.
Sustum ben; en iyi yaptığım işlerden biridir bu, kendim gibi çatlak birilerine rastlamanın tadını çıkarırken bıyık altından gülüyordum farklı bir akşamüstüne…
Norah’ın başka bir şarkısını çevirdi bana sonra.
‘’Yapraklar kahverengi, dönerek düştüler, hatırla
O Eylül, yağmurda
Güneş ölen bir kor misali söndü
O Eylül, yağmurda’’
Biliyor musun yakında ben öleceğim dedi.
Nedense normal karşıladım. Nasıl olsa birazdan hayatımdan çıkacaktı belki ondan, belki tüm acıları yaşamış olduğunu düşündüğümden -yaşayacak acınız kalmadıysa ölünüz-
Yoldan geçen çiçekçinin telefonu çaldı o anda, Volkan Konak son ses haykırıyordu.
Dertliyim kederliyim…
Nadir Keleş
12.11.12