- 712 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Denememeler
Guguk Lisanından Seçmeler
‘’Tanrı ilk önce bir kemik yarattı insandan. Cismi, şekli belliydi. Kahverengiydi her şey. Saçları uzattı vahiy vahiy. Peygamberler, asfiyalar, evliyalar tükürüğünü çamura damıttı. Nuruyla silsilelerde ahrete uzandı ömür denen kısacık şey. İnsanlar aldandı. İnsanlar aldanmayı sevdi. Sevmekten başka her şeyi seven insanlar, sevmeyi sevmek için, sevmekle alakası olmayan şeyleri sevdi ilk önce. Sevgi arzuladığı kıymeti görmeyince, küstü. Tırmıklarla kazısalar da, bulamayacakları yere saklandı. Saklandığı yerden çıkmaya da pek de istekli değil şimdilerde!’’
…
‘’Kadının teninin her bir hücresine Rab, bir şeytan bağladı. Şeytan olan kadın değildi. Kadını şeytan gösteren, erkeğin öyle aldanma isteğiydi. İnsan aldandı. Kadına suç bulan erkek, aldandı.’’
‘’Şeytanın töresinde sevgi yoktu. Sevgisizlikle yaşlanan İblis idi, büyüyen ise şeytanlardı. Şeytanın işini kolaylaştırdı insanlar ve cinler. ‘De ki, o gün gelip çattığında, size O’ndan başka kimin faydası dokunacak?’ Şeytan saklanmayı da iyi biliyordu. Allah’ı sevmeyen, şeytandan çekinmedi. Azrail’i kötü gösteren şeytan değil, bilakis insanın kendisiydi. ‘’
…
‘Olmak’ ve ‘Ölmek’
Ağır bir yük bizimkisi, hem de çok ağır! ‘İnsanız’ vesselam ve dahası yok. Anlamadığımızı varsayan tüm test sonuçları ise teksir makinesinin hatası. Kül tablasındaki gölgesinden korkan, yaşam tiryakileriyiz. Saatimiz iki kez dahi doğru göstermiyor zamanı. Zaman içinde eriyik halde yüzüveren katılarız biz. Acılarımız, mutluluklarımız sadece gaz birikintisi. Uçup gidecekleri günleri bekliyorlar.
Olmak güzel, var olmak en güzeli hatta! Ama olduranın oldurma becerisini keşfetmek için geç kalmışız. Olmasını istediğimiz güzelliklerde, güzellerin güzeli. Fakat kudretimiz yetmiyor. ‘Ol’ diyemiyoruz hiçbir şeye. Her şey, bir leyli tanıyor ve bir leyli olduran oluyor. ‘Ol’ demesi kadar, iki gözü ağlak tüm ollar sırada ve ‘Öl’ ile tutunuyor yaşamak. ‘Ol’ ve ‘Öl’, hiç de farklı değiller birbirlerinden. Olmanın ölmek olduğunu anladığımızda iş işten çoktan geçmiş oluyor. Evet, olmak için ölmek lazım. İlk olacaksak, ölmeliyiz tamamen. Biz, biz de yeniden doğmak için ölmeliyiz. Olduranın kudreti baki olacağından, ölümün oldurtma becerisine güvenebilmeliyiz. Ama olduranın güvenirliğine inanmak da güçlük çektiğimiz için ne ölebiliyoruz ne de olanların olma halini almaları konusunda tam da yerinde bir bilgi edinmiş oluyoruz. Cehaletimizi bile oldurana suç atmakla kapatmaya çalışıyoruz. Oysa ‘cehalet’ sindirilebilecek bir çöp. Yeter ki gerekli ağırlık da, gerekli sabrı gerektirecek bir dozda ‘cehalet’ denen hurdalığı ezebilecek ve tekrardan onu şekillendirebilecek imanımız olsun.
Tüm ‘olmakla’, ‘ölmek’ arası kendi ruhumun çizikleri arasında sızan suya bakıp, öyle hareket ediyorum. Mesela şimdi farklı bir yazı düzeni sağlamak istiyorum. ‘Doğu’ gibi olmak istiyorum. Hani ‘Batı’nın öldürme emrine karşın, yine de öldürmeye ve de insanlara işkence çektiren canlılara karşı bir düzen. Peki, kime fayda sağlayabilir? ‘Buluta işiyor’ diye seslenebilirim ama hayatin gayesini ‘sevişmeler’ olarak belirten bir kült var! Kült ha? Bu kült de olamaz, sadece hayal kırıklığı ve bedenlerimizin boşa harcanmalarını düzenleme açısından ‘regular’ bir yalvarış! ‘Tanrının’ olmadığını ispatlamak isteyen bir yığından bahsediyoruz. Aslında hepsi de öyle değil! Ama işte insanın uyuşuklaşma anları; zevk ve sefahat ne kadar kandırabilir bir insanı?
Erkek izler, kadın yapar mı?
Saçmalıyor diye düşünebilirsin. Ki bazen düşüncenin içine gömülü kalmak da bir tür saçmalama eylemi. Bunun suçlusu yine biziz, biz insanlar! Doğruyu bilmek hiçbir şeyin çözümü de olmuyor! Asıl mesele şiddet olmadan, asrın imtiyazlı kuşağından uzak da, tüm Avrupalıyı kutsamak mı? Mecbur kalınca kuvvet hak oluyor ve milisler şehit istiyor. Fakat çözüm burada da değil!
Herkes yaşıyor, herkes yaşıyor diye de; herkes gibi yaşamaya yaşamak denmiyor maalesef!
‘Ölmeden’, ‘olmaya’ talip o kadar çoğalmış ki, materyaller içerisinde insanın gömüsü sadece sahip olduğu dünyalıklar olarak sayılabiliyor. Toprağın bile istemediği dünyalıklara, topraktan zeki olduğunu sanan insan, nasıl olur da kanabiliyor? Belki de yanmadan, pişmek için gösterilen bir çaba bu. Ama kül olmadan da insan özgür kalamıyor. Uygar bir demir sanki modern insanın elleri ve tek bildiği çılgın ‘sahiplenme’. Aynilik baki kalmaktan yorgun, ezeli sahibe raci olan şimdi bile insanı tanıyamıyor. En azından gördüğü Âdem’e bile peşkeş çektiriyor iradesi. Basiretsiz ve bir o kadar da pişkin!
...
‘Şiir’ ve ‘Düzyazı’
‘’Mektebe başlayalı bir yirmi yıl kadar oldu. Gökyüzü o günkü kadar mavi mi bilmiyorum, ama insanlar değişti. En azından kendimi biliyorum artık, büyüdüm.’’
Düzyazı namuslu bir bekçi! Şiirini bekliyor, hasretle, öpmek için doya doya onu ve kucaklayıp öpmek için en arî hecelerinden. Kelimelerin dansı, rakkas hanımın canını sıkıyor. Gerçek zahidin gözleri ne meyve de ne de kadın da. Oysa kadının göğüsleri üzerinde iki altın sarısı ince tül! Döndükçe piste ve oynadıkça, sertleşiyor uçları. Zahidin evhamı sevgiliye yazılan şiirin okunmamasıyla beraber onun nasıl bir sevgiliyi sevdiği konusunda insanları inandırabilme becerisi veya denemeleri.
‘Düz yolda sağa sola çarpıp ancak durabilen bir otomobil şoförüne, kaza sebebini ilk başta sormak geliyor Naci dedenin. Naci dede altmış yılını şiir gibi harcamış, şimdi son nefeslerini düzyazıya aktarır gibi. ‘
Düzyazı antika kokar. Şiir gibi hızlı ve çabuk tüketilen değildir.
Şiir yapaycılıkla donatılır. Dudakta yemekten sonra kalan salça izi gibi, peçete ile sildiğimiz zaman şiir biter!
Düzyazının tanrısı entel olmakla beraber, öğrenmeye aç olmaktır.
Ama şiir de sağdan soldan bildiğin en ufak bilgileri bile kullanabilir ve hava oluşturabilirsin. Ne kadar da ahlaksız bir durum değil mi?
Şiir tetikçiler gibidir ve duygularımızı öldürür. Sevinçlerimizi öldürür, hüznü geri getirir. Ama düzyazı sabitselliği korur ve yağmur gibidir. Kimi şiirler de yağmur gibidir ama düzyazının bulutları da, toprağının içindeki solucanları da ve de tüm filmleri de…
...
-İlk önce kendini düşünmelisin, yoksa insanlar senin üstüne çıkmaya ve de seni ezmeye çalışır.
Öğrenmek istediğim hiçbir şey yok! Öğrenmek istediğim çok şey var.
Yazamadığımın farkında olduğunu bilmek de güzel!
Sesler çok, ama sabit bir ritim yakalayamadan tüm sesleri kaybediyorum.
...
Shakespeare demiş ki yani göre ’Önce hayaller ölür, sonra insanlar.’ Nasıl bir paragraf içerisinden alınmış bir cümle ki bu, bizim gerçeklerimiz hiçbir alakası yok. Bizim ülkede sonunda ölmek de olsa, insanlar hayalleri için yaşamaktan vazgeçmezler. Bunun için çabalarlar. İster savaş, ister katliam, eylem ne olursa olsun, düstur gibi değişmez gelir bu durum. 150 m2’lik ev, orta sınıf-az yakan bir araç, full hd televizyon... Hayaller bu kadar kısırlı olduğu için mi, bizim ülke için bu söz pek uymaz bilmiyorum ama ’her şeyi herkesin düzenine göre ayak uydurarak’ yaptıkça, hiç de yaşıyor ya da yaşamıyor oluşumuzun farkı da yok.
Peki, hayallerimizi kuşatan, örgülenmiş, kümelenmiş güzellikleri tanımlamak da boğulup kalan insanlarımızın durumu ne olacak?
...
Birbirinden farklı görünen her nesne, farklı görünebilmek için mi farklı görünürler? Yoksa gerçekten de onlar farklıdırlar mı? Zamanında senedi ittifakı zorunlu bulan alemdarların çöküş senaryosunu andırıyordu duvardaki çatlaklar. Anlamların anlamsız kaldığı an, anında var olan o büyük anlamsızlıktan kaynaklanır. Oysa anlamsız değildi anlamsız zannettiği an insanın. Farklı olan, farklı olmak için değil, farklı görünmesi istenildiği için mi farklıydı?
Denedim çokça olmadı, denememek de en iyisi!
Denememeler Yazısına Yorum Yap
"Denememeler" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
HakkınSesi
@hakkinsesi
Kafa dağınık erbabım, hiçbir şey toparlayamıyorum....Böyle de denerken, denenmeyen şeyler ortaya çıkıyor...
Saygılar her daim...
Saygılar her daim...