- 1056 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ÖZGÜN SANAT
SANATTA ÖZGÜNLÜK
İki yüz haneli bir köyde doğup büyümüştüm. İlkokulu da köyde okumuştum. O yıllarda zorunlu eğitim beş yıldı ve köyümüzde ortaokul yoktu. Eğitimine devam etmek isteyen öğrenciler köyümüze yirmi kilometre uzaktaki Orhangazi ilçesine gitmek mecburiyetindeydi. Ortaokulda okuyabilmek için köyümüzün bağlı olduğu bu ilçeye yerleşmek veya sabah gidip akşam dönmek zorundaydık. Eğitime önem veren velilerle hâli vakti yerinde olanlar çocuklarını okutmak için birleşmiş, köyden ilçeye yolcu taşıyan minibüslerden birini bir yıllığına kiralamıştı.
Biz çocuklar bu gelişmeden çok memnunduk. Çünkü o yıllarda minibüse, otobüse, bisiklete binmek çok önemli bir eğlenceydi bizim için. Sabahleyin minibüse binip ilçeye gidenlere imrenerek bakar, otomobile binme hayalleri kurardık. Bayramlar yaklaşırken bayram kıyafeti almak üzere ailecek ilçeye gitmek, minibüse binmek, ilçenin pazarını gezerken simit, horoz şekeri yemek çocukluğumun en güzel hatıralarıydı.
Artık ortaokul öğrencisi olmuştum. Her gün minibüse binecektim; Orhangazi’de gezecek, istediğim kadar simit yiyebilecek, kitapçı vitrinlerinin önünde dikilip kitaplara bakabilecek, sinemanın afişlerini görebilecektim. En önemlisi de minibüse oturunca ortaokula gitmeyen ilkokul arkadaşlarım bana imrenerek bakarken onlara hava atacaktım.
Kendimi çok önemli, çok büyük bir insan gibi görüyordum. Elektriği, sağlık ocağı, su şebekesi, alt yapısı olmayan bu köyden kurtulup bilimin, medeniyetin merkezi olan bir kente gittiğimi sanıyordum. Oysa o yıllarda Orhangazi beş bin nüfuslu küçücük bir kasabaydı. Fakat daha büyük yerleşim merkezi görmemiş olan biz köylü çocukları için Orhangazi, Paris anlamına geliyordu. Öyle ya orada elektrik, sinema, mağaza, kasap, çarşı-pazar vardı. İki katlı, kaloriferli koskoca bir ortaokulu mevcuttu. Hele bir hükümet konağı vardı ki tam üç katlıydı. Bu bina bizim gözümüzde adeta bir gökdelendi. Çünkü biz köyde tek katlı, derme çatma, ahşap binalar arasında büyümüştük.
Ortaokula başladığımız ilk haftalarda bir öğle tatilindeydik. Hükümet konağının yakınında bir düğün alayı görüp kalabalığa yaklaşmıştım. Önde davullar, zurnalar çalıyor, kasabanın delikanlıları çalınan oyun havasının ahengiyle oynuyor, meraklı bir kalabalık ise oynayanları seyrediyordu. Bu düğün o yıllarda defalarca şahit olduğum sıradan bir köy düğünüydü. Oyuncuların arkasında ata bindirilmiş gelin cibindirik içinde bekliyordu.
Bu gelenek Orhangazi’ye has bir özellikti. Gelin hanım gelinliğiyle ata bindirilir, damat adayının akrabalarından güçlü kuvvetli iki erkek atın baş hizasında karşılıklı atın yularından tutar; yine iki erkek, atın eyer hizasında karşılıklı durarak gelini kollar, atın ürkmesine, kaçmasına, gelinin düşmesine engel olurlardı. Ayrıca bu beş kişilik kafile cibindirik denilen bir kumaş örtü içinde, çalgıcıların ve oynayanların arkasında yavaş yavaş yürürdü.
Cibindirik dediğim şöyle bir şeydi: Dört kişinin dörder metre arayla bir kare oluşturduğunu varsayın. Dördünün elinde de dörder metrelik birer sırık var. Bu sırıklar çepeçevre rengârenk kumaşlarla kaplanmış. Kâbe’yi kaplayan örtünün üst tarafının olmadığını düşünün. At, gelin hanım ve refakatçileri böyle bir kumaş örtünün içinde kız evinden erkek evine kadar seyahat ederdi. Bu yolculuk mesafe ne kadar kısa olursa olsun saatlerce sürerdi. Oyuncu delikanlılar birkaç adım atar, onlarca dakika oynarlardı. Bu arada düğün sahipleri delikanlılara tavuk, içki, meze ikram etmek zorunda kalır; âşıklar birbirlerini görme, işaretleşme, kaçamak da olsa konuşma imkânı bulur, çocuklar da cibindiriğin alt tarafını açarak atı ve gelin hanımı görmeye çalışırdı.
Derken “turistler gelmiş” diye bir fısıltı duydum. Hayatımda hiç turist görmemiştim. Bazı meraklı gözlerin turist dediği kişilere baktım. Altmış yaşlarında ak saçlı, pancar suratlı bir adamla, yine aynı yaşlarda, kot giymiş tombulca bir kadın fotoğraf çekiyordu. İkisi de hâllerinden memnun bazen çalgıcıları, bazen oyuncuları, bazen cibindiriği fotoğraflıyordu. Düğün sahibinden el kol işaretleri yaparak müsaade istediler ve cibindiriğin içine girip orada, at üstündeki gelinin fotoğrafını çektiler.
O anda ben utanç içindeydim. İçim burkuluyordu; eziliyordum, öfkeleniyordum. Kendi kendime “Bunlar Amerika’dan veya Almanya’dan gelmişler; rezilliğimizi, sefilliğimizi belgeliyorlar. Memleketlerine gidince bu fotoğrafları dostlarına gösterip işte Türkler böylesine ilkel sokak düğünleri yapıyorlar.” diyeceklerini düşünüyordum.
Galiba tahminlerimde yanılmamıştım. Çünkü turistler üç dört saman balyasını bir kağnıyla taşıyan bir köylüyü görünce düğün alayını bırakıp ona doğru seğirtmişti. Köylü Mehmet Ağa tek atın çektiği kağnısına saman balyalarını dizmiş, balyalardan birinin üstüne oturmuş; dudağında sigarası, elinde atın yuları takır tukur geliyordu. Turistler onu el kol işaretiyle durdurup fotoğraf çekmeye başladı. Bizim Mehmet Ağa hâlinden memnun sırıtarak poz veriyordu.
Zavallı ben daha da eziliyor, daha da öfkeleniyordum. O fotoğrafları Amerika’daki, Avrupa’daki tüm insanlar görecek ve bizimle alay edecek gibi geliyordu bana. Artık ben düğünü ve okulu unutmuş, bir hafiye gibi turistlerin peşinden gidiyordum.
O anda bana çok garip gelen bir şey oldu. Turistler benim gökdelen gibi gördüğüm hükümet binasının yanından geçip üst tarafta bulunan, yıkılmaya yüz tutmuş olmasına rağmen kubbesi parıl parıl parıldayan eski bir hamamın dış cephesinin fotoğraflarını çekmeye başladılar. “Kendi kendime “Yepyeni ve üç katlı bu harika binanın fotoğrafını çekmiyorlar da eski, yıkık bir hamamın fotoğrafını çekiyorlar. Bunun anlamı geri kalmışlığımızı fotoğrafla belgelemekten başka ne olabilir ki?” diye düşünüyordum.
Aradan nice yıllar geçti, edebiyat fakültesine girdim. Fakültede sanat ve edebiyat eğitimi alırken turistlerin hangi sebeplerle bu fotoğrafları çektiğini anladım.
Şu anda çalıştığım dershane Bursa’nın göbeğindeki büyük bir iş hanının son katında… Sanat ve edebiyatta özgünlüğün ne olduğunu anlatırken öğrencilerime bu hatıramı anlatıyorum ve hepsini pencerenin önüne topluyorum. Ve onlara soruyorum:
–Arkadaşlar, karşıya bakın, bir sürü bina görüyorsunuz değil mi? Bu çarpık, irili ufaklı, görüntü kirliliği oluşturan şekilsiz binaların içinde göze hoş gelen, adeta bu kirlilikte inci gibi parlayan çok farklı, yani orijinal, kısaca özgün binalar görüyor musunuz?”
–Görüyoruz hocam.
–Hangi binalar onlar?
–Yeşil Türbe ve Emir Sultan Camisi hocam…
–Evet, diyorum. Sanatta özgünlüğün ne olduğunu somut örneklerle anladınız. Bu binalarda asalet var, sanat var, bize has olma var, yani özgünlük var.
–Peki, Bursa’nın girişinde otuz katlı bir bina var. Büyük bir iş merkezi… Sizce bir Avrupalı turist “Vay, Türkler ne büyük, ne güzel bina yapmış, şunun önünde bir hatıra fotoğrafı çektirelim!” der mi?
–Demez hocam.
–Niçin demez?
–Çünkü Avrupa’da bu binaların daha güzelleri, daha yüksekleri var. Bizimkiler taklit. Aslı varken taklidi ne yapsınlar?
* * *
Yirmi yıl kadar önceydi. İstanbul’da, Attila İlhan’ın bir edebiyat sohbetini dinleme fırsatı yakalamıştım. Üstat, şiirde özgünlükle ilgili bir hatırasını anlatmıştı biz dinleyicilere.
Attila Bey, gençliğinde Fransa’da şair dostlarıyla sohbet ederken bizde de yetenekli, büyük şairler olduğunu ispat etmek için 1. Yenilerden, 2. Yenilerden bazı şiirleri Fransızcaya tercüme edip onlara okurmuş. Fransalı şairler üstadın tercüme ettiği bu şiirleri saygıyla dinler fakat olumlu ya da olumsuz bir yorum yapmazlarmış. Türk şairlerinin eserlerine olan ilgisizlikleri üstadı hem şaşırtır hem de kızdırırmış. İçinden “Ne kadar da burunları büyük!” diye geçirir fakat tercüme çalışmalarına devam edermiş. Büyük şair kabul ettiğimiz sanatçılarımızın sanat şaheseri dediğimiz şiirlerini dahi büyük bir titizlikle tercüme etmiş ama yine de hiçbirini beğendirememiş.
Ne yapayım, ne edeyim diye düşünürken aklına Yunus Emre ile Fuzulî gelmiş. Sıkı bir çalışmayla Yunus’tan ve Fuzuli’den birkaç şiir tercüme edip sohbet esnasında Fransız şair dostlarına okumuş. Dostlarının hâl ve hareketleri birdenbire değişmiş, şiirleri dikkatle dinlemeye başlamışlar. Bazı sorular sorarak şairlerin ne demek istediğini anlamaya çalışmışlar ve “Biz bu şairleri niçin duymadık, bu özgün şiirleri neden Fransızcaya tercüme etmiyorsunuz? “ diye sitem etmişler.
Atilla İlhan bu hatırasını “İşte o zaman şiirde özgünlüğün ve taklidin ne olduğunu anladım.” diye bitirmişti.
Evet, Fransız şairler haklıdır. Fransız şiirini taklit eden bu moda akımların temsilcileri çok güzel şiirler yazmışlardır(!) Kime göre? Şiir akımlarının beşiği olan Fransız şiirini bilmeyen bize göre. Ben kırk yıl önce üç katlı bir binayı gökdelen zannediyor ve bir turistin bu binanın fotoğrafını çekmeyiş sebebini anlayamıyordum. Oysa o turist Avrupa’dan gelmişti ve orada üç, beş, on katlı nice apartmanlar görmüştü. Fransız şairler de bu turist gibiydi. Nice mükemmel şiirler okumuşlardı Fransa’da, elbette onları taklit eden moda akım temsilcilerimizin taklitçi şiirlerine ilgisiz kalacaklardı. Nasıl ki kırk yıl önce gördüğüm turist bakımsız, yıkılmak üzere olan, kubbeli hamamı özgün bir eser olarak fotoğrafladıysa, Fransız şairler de Yunus’a ve Fuzuli’ye o gözle bakıyorlardı.
Bu iki dev şair her şeyden önce Türk milletinin ruhunu yansıtıyordu. Ele aldıkları temaları bize has bir bakış açısıyla işliyorlardı. Fransız şiirinden esinlenmemişler, onları taklit etmemişlerdi. Kısaca bu şairler özgün sanatçılardı.
Peki diyeceksiniz, özgünlükleri nerede? Fransız şiirinden niçin farklılar?
Meselâ her milletin edebiyatında işlenen ölüm temasını ele alalım. Biz Türk milleti olarak yaşadığımız dünyaya “fani” sıfatını vermişiz. Mezar için “ebedî istirahatgâh” demişiz. Mevlâna ölüm gününe şeb-i arus “düğün gecesi” sözünü yakıştırmış. Yunus “Ölümden ne korkarsın / Korkma ebedî varsın” anlayışıyla şiirler yazmış. Bir başka şiirinde “Ger beni senin çün / Yetmiş kez öldüreler / Bin kez dahi ölem kim / Razı olayım Mevlâ” demiş. Kısaca bizim şairlerimiz ölümü gerçek sevgiliye, yani Allah’a ulaşma yolu olarak görmüş. Kahraman şairlerimiz savaşarak ölmeyi şehadet mertebesi ve dolayısıyla cennete açılan bir kapı kabul etmiş. Ahmet Hamdi Tanpınar, bir şiirinde Yeşil Türbe’yi anlatırken ölümü sonsuz bir huzur olarak ifade etmiş ve orada yatanlara imrenmiş, okuyucuyu da imrendirmiş.
Peki ya Avrupalı? Onlar ölümü nasıl anlatmışlar şiirlerinde? Ölüm bir sondur onlar için, ölüm felâkettir, bu güzelim dünyadan kopuştur. İhtiyarlık; sağlıklı vücudun bozulmasıdır, çirkinliktir, çürümedir. Velhasıl Avrupalı şairler ölümü çıplak gözle görmüşler, ölüm karşısındaki insanın endişelerini, korkularını, bunalımlarını anlatmışlar. Hem de on binlerce defa…
Şimdi Batı edebiyatını iyi bilen bir Fransız’a “Otuz Beş Yaş” şiirini okuyun… Nasıl bir tepki gösterir sizce? Benim kırk yıl önce gördüğüm turist üç katlı hükümet binasına ne kadar ilgi gösterdiyse o kadar değil mi?
Tabii biz burada üç katlı hükümet binasının kötü, çürük olduğunu söylemiyoruz. Çok sağlam bir binadır, hâlâ hizmet vermektedir. Sadece özgün değildir.
Güzellik, güçlülük, zenginlik, bilgelik gibi nice özellikler daima görecelidir. Örneğin ben seksen yaşındaki amcama göre çok gencim fakat on sekiz yaşındaki bir gence göre çok yaşlıyım. Veya benim yedi yaşındaki yeğenim beni çok kuvvetli biri olarak görür ama ağır sıklet boks şampiyonunun yanında ben güç yönünden bir hiçim. Tıpkı bunun gibi özgünlük de görecelidir.
Ne demek istediğimi ölüm temasını işleyen şiirlerden hareketle ifade edeyim. Türk şairleri genellikle ölümden korkmamıştır, ölümü Allah’a vuslat olarak işlemişlerdir demiştik. Yani edebiyat tarihimizde ölümü çıplak gözle anlatan çok az beyit, dörtlük veya şiir vardır. Bunlar onca ölüm şiiri içinde binde bir bile etmez. Ölüm şiirlerinin çoğunda takdir-i ilâhiye tevekkül havası vardır.
Tanzimat edebiyatının ikinci döneminde Abdülhak Hamit Tarhan, eşi Fatma Hanımın ölümünden duyduğu üzüntüyü dile getiren meşhur Makber şiirinde şöyle bir bent oluşturmuş:
Gitti nazarımdan, âh gitti…
Bî maksad ü bî günah gitti.
Her fert cihanda birdir amma
Bir tane değildir, öyle, haşa!..
Bir tane idi o mâh, gitti.
Aylarca olup tebah gitti.
Görsem yeridir seni karanlık
Nurum benim ey İlah gitti.
Bu bentte Tanzimat’tan önceki dönemde görülmeyen bir yenilik vardır. Hamid’in ölüme bakış açısı eski şiirlere nazaran çok farklıdır. İkinci dizede sevdiği kişinin günahsız ve maksatsız öldüğünü ifade ederek eceli, Allah’ın takdir-i ilâhisini sorguluyor. Bendin son dizelerinde ise Allah’a hitaben “Seni karanlık görsem yeridir, çünkü benim nurum” gitti diyor. Kısaca Hamid bu dizelerde Allah’ın varlığından şüpheye düşmekte ve inkâr yoluna sapmaktadır.
Gerçi sonraki dizelerde bu sözleri sarf ettiği için Allah’tan af ve mağfiret dilemiştir.
Niyetimiz Makber şiirini tanıtmak veya tahlil etmek değildir. Bizim anlatmaya çalıştığımız ölümü çıplak gözle görmek, ölüm karşısında insanın acizliğini, korkularını, isyanını ifade etmek bu şiirle başlamıştır ve devam etmiştir. Hamid’in yaptığı farklı bir bakış açısıdır, yani yeniliktir. Kısaca bu şiir Tanzimat döneminde özgün bir şiirdi.
Cahit Sıtkı ise Otuz Beş Yaş şiirinde saçların kırlaşmasından, gözler altındaki halkalardan, vücudun bozulmasından bahsediyor. Sanat şaheseri diyebileceğimiz bu şiirdeki bakış açısı da yenidir, farklıdır, yani özgündür. Kime göre? Türk edebiyatına ait şiirleri okuyan bize göre. Fakat bunun gibi binlerce şiir okuyan Fransız’a göre değil.
Kökleri tarih öncesi devirlere uzanan milletler yaşadıkları zaman zarfında çok özgün sanat ve kültür eserleri yaratmışlardır. Farklı milletlerin halk oyunları ekiplerini aynı sahnede art arda seyrettiğiniz veya müzik topluluklarını izlediğiniz zaman özgünlüğün ne olduğunu somut olarak görebilirsiniz. Fakat bu farklılığı şiirde görmek neredeyse imkânsızdır. Çünkü şiirin temel malzemesi dildir. Farklı milletlerin özgün şiirlerinde ne gibi farklar olduğunu anlamak için birçok dil bilmek gerekir. Bu da imkânsızdır. Bu nedenle bazı şairler başka milletlerin yetenekli şairlerinden alıntılar, çalıntılar yapabilir ve bunu kendi okuyucusu asla sezemez.