İSTANBUL
İstanbul, doğduğum ve içinde büyüdüğüm şehir. Bin türlü sıkıntısıyla ve keşmekeşliğiyle yine de güzel kalabilen, o kadar elin üzerine uzanmasıyla yine de bakir ve el değmemiş gibi kalabilen güzel şehrim. Hep bir giz saklı gibi her sokağında, keşfedilmeyi bekleyen ve yanından gelip geçen insanların farkında bile olmadıkları ama onunla ilgilenenlere kendini sonuna kadar açan elindeki bütün nimetlerini verebilen kırılgan ve boynu bükük şehrim. Ne kadar çok insan asırlarca üzerinde tepindi de hala nasıl ayakta durabiliyor ve mağrur bir edayla ben en güzelim diye etrafına bakabiliyor en çok buna şaşırıyorum. Kadıköy yakasından karşıya geçmek istediğim zaman mutlaka vapura binmek ve içinde mutlaka cam kenarına oturup bir bardak demli çay içmek arzum vardır.
Ya da vapurun yan tarafına kurulup ayaklarımı da bize eşlik eden beyaz dalgalara karşı uzatıp çayımı orada içmek en büyük zevkim olur. Ardımızdan gelen martıların çığlıklarını dinlerken onların atılan simit parçalarını birbirlerinden kapma yarışlarını gülerek izlerim. İki yakanın tam ortasında, işte en büyük keyif orada saklıdır benim için. Bir yanda tarihi yarımada, asil Sultanahmet camii, gizemli Ayasofya, muhteşem Topkapı sarayı, o bildiğimiz klasik İstanbul silueti. Bir yanda uçsuz bucaksız bir nehir gibi uzanıp giden üzerindeki gerdanlığıyla Boğaziçi, karşıda ayrı bir mimari sunumu olan eskisinin Pera’sı yani Beyoğlu yarımadası. Galata kulesinden süzülüp gelen ayrı bir ruh. Hangi yana bakacağımı şaşırırım her zaman. Sanki buraları ilk defa görüyorum ve sanki bakmaya hiç doyamayacakmışım gibi yerimde çakılır kalırım.
Hüzünlü bir İstanbul akşamında galata köprüsündeki bitmez tükenmez sabırlarıyla adeta bir İstanbul klasiği olan balıkçılar arasından yavaşça yürüyün. Ardınızdan akıp giden taşıtların gürültüsünü hiç duymamayı tercih ederek yönünüzü denize çevirin hatta bir de hafiften bir yağmur çiselesin, yüzünüze çarpan küçük damlalarla bakın etrafınıza. Unutun trafik çilesini, unutun insan yığını ve kalabalıkları orada yalnız olduğunuzu varsayın, sadece karşınızdaki sevgi ile çizilmiş ve kırmızının her tonuyla boyanmış guruba karşı içinde yer aldığınız tabloya bakın.
Çöken akşam karanlığında içinizdeki melankoliyi dışarı çıkaran çilekeş vapur haykırışlarını duyun, martıların sabırsızca daireler çizerek arada suya dalıp çıkarak attığı çığlıkları dinleyin. İstanbul’un kendi melodisidir bu. Balıkçıların arada çektiği küçücük balıkları içine attıkları, kovalarındaki azıcık suyun içinde debelenen hayatta kalmaya çalışan o küçük bedenleri içiniz sızlayarak seyredin. Yürüyün sonra Yeni camiinin önündeki yem bekleyen güvercinlerin arasından. Üzerine basmaktan korkarak bir avuç yem serpin onlara. İstanbul damla damla içinizde biriksin.
Bırakın kendinizi gözleriniz başka güzellikler görsün, bir sevda yaşayın bu kentin dar sokaklarında. Kâh Piyer Loti tepesinden haliçe bakın, kâh Çamlıca tepesinden boğazı seyredin. Ya da uzun yürüyüşler yapın boğaz kenarında. Hiç korkmadan ve hiç kaçmadan dikilin karşısına içinizdeki çocuk dışarı çıksın.
Şükran Demirtaş
YORUMLAR
bende bir istanbullu olarak bu yazıyı okudum ve harikaydı..
istanbulun taşı toprağı altın demişler.. öyle yada değil bilmiyorum ama,,
istanbul istanbul böyle der böyle keder görmedi... her yer de yaşanabilir ,,
inanılmaz akılda bırakan eserleriyle gündem olan koskocaman bir şehir..
tebrik ediyorum..
sukdem
şaire şebnem örs
SAYGILAR.
Biz taşradan gelenler için İstanbul büyülü şehir,resimlerini gördüğünüz İstanbul birden karşınızda şaşırıyorsunuz rüya gibi Hatta şiir bile yazıyorsunuz delirmek elde değil diye.
Vah garibim
İstanbulda :
Neden götürmedin abi beni ,
Bakırköye .
Belki yerim ora .
Bu kadar güzellikleri varken ,
Çıldırmamak elde değil .
Tebrik ederim saygılarımla.