- 742 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
İki Tüccar Bin Hayat
Orta halli bir tüccardı Abdullah. Deniz aşırı ülkelere gemiyle kumaş götürür getirirdi.Yine bir gün kumaşları gemiye yükledi.Daha önce gitmediği görmediği ülke olan Endonezya’ya gitmeye karar verdi.Yaptığı araştırma sonrası iyi bir pazar olduğu kanaatine vardı.Hazırlıklar bitmiş mallar gemiye yüklenmişti.Aylarca süren yolculuk sonrası merak ettiği bu adalar topluluğu cennet ülkeye gelmişti.Ülkenin başkenti Cakarta onu bekliyordu.Güzel ve ticareti canlı bir şehirdi.Günlerce süren hazırlıklar sonrası,büyük bir dükkan yeri ayarlamış ve mallarını yerleştirmişti.Günler ardıardına hızlı bir şekilde geçiyordu.Ticaret amaçlı geldiği bu güzel ülkeye iyice ısınmış,işini ve kendisini yöre halkına sevdirmişti. Kumaşları kaliteliydi. Tam da halkın aradığı cinstendi. Kendisi de kanaat sahibi bir insandı. Kazancı az olsun, temiz olsun düşüncesindeydi. Bir gün geç geldi iş yerine.Eleman iyi bir kâr elde etmişti sattığı mallardan. Merak etti, sordu;
-Hangi kumaştan sattın?
-Şu kumaştan efendim.
-Metresini kaça verdin?
-On akçeye.
-Nasıl olur?" diye hayret etti,
-Beş akçelik kumaşı on akçeye nasıl satarsın? Bize hakkı geçmiş adamcağızın. Görsen tanır mısın onu?
Eleman gitti, müşteriyi buldu, getirdi. Dükkan sahibi müşteriyi karşısında görür görmez, ellerini tutarak hakkını helâl etmesini istedi. Elemanın aldığı fazla parayı müşteriye uzattı. Müşteri şaşırmıştı. Böyle bir durumla ilk defa karşılaşıyordu.
"Hakkını helâl et demek" neydi bilmiyordu? Tüccar Abdullah kısaca anlattı.
Olay kısa sürede dilden dile dolaştı. Çok geçmeden Kral’ın kulağına kadar vardı. Sonunda Kral ,kumaş tüccarını saraya çağırdı. Kral, esrarengiz misafirine sordu:
-Sizin yaptığınız bu davranışı daha önce biz ne duyduk, ne de gördük.
Bunun aslı nedir?
Tüccar Abdullah,şöyle dedi;
-Ben sıradan bir Müslüman’ım.Aynı zamanda kumaş tüccarlığı yaparım. İslâm dinine mensubum. Dinim doğru olmayı ve kimseleri aldatmamayı emreder. Dolayısıyla, o müşterinin bana hakkı geçmiş ve kazancıma haram girmişti. Ben sadece bir yanlışı düzelttim o kadar.
Hayret ifadeleri kral’ın ve etrafındakilerin yüzlerinde anbean beliriyordu.
Kral,
-İslâm nedir, Müslümanlık nedir? gibi peş peşe sorular sordu. Birer birer sorularını cevapladı. Kral, ilk defa duyuyordu böyle bir dinin varlığını.Tüccarın anlattığı sözler,ifadeler ve davranışları Kralın benliğini alt üst etmişti.Kral,fazla zaman geçirmeden İslâm’ı kabul etti. Daha sonra kısa süre içinde de halk Müslüman oldu.
İkiyüzelli milyonluk nüfusa sahip olan bugün kü Endonezya’nın Müslümanlığı kabul etmesinde ki sır; sadece beş akçelik kumaştı.
Yapılan tek şey sadece: İnandığı gibi yaşamaktı. Sahip olduğu güzellikleri çevresiyle paylaşmaktı.
Efendimizin müjdesi herkese açık: "Doğru ve güvenilir tüccar,
kıyamet gününde peygamberler, sıddıklar (doğrular) ve şehitlerle beraberdir." Yani, asıl etkili olan söz dili değil, hal diliydi. Konuşmaktan çok yaşamaktı. Anlatmaktan ziyade davranış dilinin devreye girmesiydi.
Bu ceddimin dürüstlüğüyle bir iki asır önce sergilediği davranış sonrası koca bir ülkenin müslüman olmasına sebep olan davranıştı.Bir de günümüze bakalım.Bundan yaklaşık yirmi yıl önce dağılan Rusya’dan ayrılan Müslüman-Türklerin çoğunluğunu oluşturduğu Türki Cumhuriyetlerine bizim yaptıklarımızı gözümüzün önüne getirelim.İslama,insanlığa doksan yıl boyunca susamış bu insanlara neler yaptık bizler? Şöyle bir hafıza tazeliyelim. Onlara İslami hayatı ve dürüstlüğü aşılayacağımıza, karılarını kızlarını -Nataşa -diye empoze edip olayı en iğrenç safhalara kadar götürdük.(İyi niyetli olanları ve dürüst işler yapanları tenzih ediyorum).Doksanların başından günümüze,onlara neler verdik onlardan neler aldık? Bu soruya cevap olacak bir anektotla cümleyi bağlamak istiyorum.
Hiç unutmuyorum. Çok yakın bir arkadaşım birebir yaşadığı olayı sonrasında göz yaşları içinde şöyle anlatmıştı.Dağılmanın arefesinde Gürcistan’dan bir Tüccar mal almaya İstanbul Lale’liye dükkanıma kadar gelmişti.Gözleri pırıl pırıl bir Gürcü’ydü.Yanında iki dilide iyi bilen bir rehberle gelmişti.Bir kaç hasbihalden sonra,Rusya’nın kominist baskılarından uzun uzadıya bahsetti.Dedesinin, müslüman olduğunu söyledi.Baskı sonrası babası ve kendisinin hristiyanlığı zorla kabul ettiğini gözyaşları içinde anlattı.Hatta dedesinin bir ifadesini ağlar vaziyette şöyle anlattı.
Dedem ölmeden önce babama vasiyet olarak şöyle söylemiş,
-Bak oğul,eğer üç kelime dahi olsa Türkçe öğrenir de onu da çocuklarına öğretirsen direkt cennette gidersin.
Bu nasihatı babam da bana anlattı.Şimdi anlıyorum ki dedem; O baskıcı zulüm yıllarında özümüzü ve dinimizi unutmamak adına böylesi bir ifadeyi kutsallaştırarak bizlere aktarmış.
Böylesi bir konuşmanın ardından ticarete geçtik.Adamcağıza en kaliteli kumaşı gösterdim.Kaporasını, siparişini,adresini verdi.Anlaşmamızı yaptık ve çıktı gitti.O gittikten sonra ellerimi ovuşturup depoda bulunan üçüncü sınıf malları alta, birinci kalite mallardan bir sırayı da üste yükleyip gönderdim. Sonrası mı? sonrası ortada...
YORUMLAR
Güzel ve anlamlı bir hikayeydi.
Benimn Azerbaycanda çalışan bir kardeşim var. Zaman zaman Türkmenistan'da da iş yapıyorlar bunlar...Bana dedikleri aynen şu : '' Abi Türkmenistan'da biz Türk'üz diyemiyoruz. Çünkü Türklerden nefret ediyorler. Sebebi onların karılarına kızlarına Nataşa gözüyle bakmamız...Azerbaycanda ise yakında Türkiye Cumhuriyetinden insan barındırmazlarsa şaşmam..Onlarda da yavaşi yavaş oluşuyor bu antipati...Biz bu kadar aklı tenasül organının ucunda bir millet miyiz?''
Yzık...Gerçekten çok yazık...Neler kaybettiğimizin farkına bir varabilsek...
Selam ve sevgilerimle.