Tarçınsız Sütlaç
İnsanın kendini çirkin hissettiği günler yok mudur? Öyle bir gündü işte…
Daha kalkar kalkmaz guguklu saate bağırıp çağırmaya başlamıştım. Solumdan da kalkmamıştım hâlbuki. Her zamanki gibi sağ tarafında yatıyordum yatağın. Sol tarafında o yatmak isterdi çünkü. Belki de, solumdan kalktığım için sinirlenme ihtimalime karşı, yatıyordu sol tarafta. Ama ben bunu aklıma getirmeden, kalbimin de yatağımın da sol tarafında yatıyor diye düşünürdüm.
Hala öfkeliydim guguklu saate, o almamış olsa kırardım da belki. Saate bakmadan doğru tuvalete yöneldim, elimi yüzümü yıkadım. Sonra ocağa, onunla birlikte Kapalıçarşı’da gezinirken ikimizin de aynı anda gözüne çarptığı için aldığımız şirin çaydanlığı koydum. Camdan dışarıya ilişti gözüm; hava kapalıydı. Hiç de sevmezdim böyle günleri… İçim de hava gibi kapkara kesilir, huzursuzluk bütün günümü çalardı. O sabah tek bir kuş görmemiştim gökyüzünde. Gidip balkona ekmek kırıntıları koydum, belki kuşlar gelir umuduyla… Gazete gelmiş. Aldım. Baktım. Gözüme çarpan bir haber görmedim sanırım, öylece tezgâhın üzerine bir yere koydum. Çayı demledim, birkaç dilim peynir aldım, çayın tadı yoktu sanki. Şekeri azdır belki diye üç tane şeker atmıştım. Bu defa da midem bulandı, sinirlendim; içmedim. Kuramadığım kahvaltı soframı tekrar toparlayıp bir müzik açtım. Eve şöyle bir göz gezdirdikten sonra “Önce çalışma odamı toparlamakla başlamalıyım işe…” diye düşündüm. Jehan’ın bu yılki albümünden bir parça açıp odama geçtim. “Gidersen, bana da bir dengini yolla…” diye eşlik ediyordum Jehan’a odamdan. Çok dağınıktı oda. Kitaplar, dergiler, yazılar… Binlerce şey. Bir gün vazgeçebilir miydim bu odadan, bu eşyalardan… Kitaplığa yerleştirdikten sonra kitapları, fotoğrafları da yerlerine özenle dizdim. Gözüm kül tablalarına ilişti. Saydım, o geceden beri tam yüz on iki tane sigara içmişim. Böyle tesadüfler beni kahkaha krizlerine sokardı; sigaradan gelen acil yardım… Ne komikti!
Mutfaktan bir kavanoz getirip izmaritleri içine doldurdum. Leş gibi kokuyordu. Sigara kokusu geceliğime sinmiş mi diye kokladım da kokmuyordum. Odayı toparlamış sayılırdım. Duş alıp Kapalıçarşı’ya gitmek istedim. Beyaz sabun kokusunu sever diye beyaz sabunla yıkanmıştım her zamanki gibi. Çoktandır, banyodan sonra saçlarımı kendim taramıyordum, garipsedim doğrusu…
O gün ilk defa aynaya bakmıştım. O gün ilk defa aynaya baktığımı da aynaya bakınca fark etmiştim. Hatta günlerdir aynaya bakmadığımı da o gün fark etmiştim. Çok gariptim. Gözlerimi, dudaklarımı, burnumu ilk defa bu kadar çirkin bulmuştum. Belki gülümsersem suratım bir şekle girer diye düşündüysem de kendimi şaklabanlık yapmayı beceremeyen bir maymuna, şempanzeye benzetir gibi oldum. Biraz daha incelesem Darvin’le aynı görüşü savunmaya kadar varacaktım. Ergenlik dönemimde olsam normal karşılardım da bu yaşımda neyin sivilcesiydi ki bu! Biraz makyaj durumu da bozulan moralimi de düzeltir diye düşündüm. Sürme, rimel, far… Ne gerekiyorsa yaptım. Şeftali rengi allık da çok yakışıyordu, kırmızı da ruj sürdüm. Tekrar baktım aynaya; aynıydım, bir maymunun makyaj yapmış şekli nasılsa öyleydim. “Yeter artık!” diye bir çığlık attığımı hatırlar gibiyim. Aynayı kırmak yerine odadan çıkmayı, elimi yüzümü yıkayıp rahatlamayı düşündüm. Aynaya bakmadan elimi, yüzümü yıkadım. Sonra kuşlar gelmiş midir acaba, diye balkona çıktım. Kuşlar yoktu; ama çocukların sokaktaki cıvıltısı kuşları aratmadı bana. Eğildim, aşağıya baktım. Beş on çocuk kendi dünyasında oyunlar oynuyordu. Bir tanesi Umut’a çok benziyordu. Sarışın bir çocuktu. Tutamadım kendimi, koştum aşağı. Merdivenleri üçer beşer hoplayarak iniyordum, o çocuğun Umut olma ihtimaline heyecanlanarak. Koştum… “Umut!” diye bağırıp çocuğu boğmaktan sakınarak çekingen, bütün bir annelik sevgimle deli gibi sarıldım. Kokusunu sigaradan çürümüş ciğerime, bir daha nefes alamayacakmışım gibi, çektim… Çektim… Öptüm. Çok öptüm. Ağladım, ama sessizce. Çocuğun hıçkırıklarımdan korkup ağlamaya başladığını fark edince yavaş yavaş çekilmeye başladım. Sonra çocuk koşarak arkadaşlarının arasına karıştı, iki dakika sonra tekrar oyununa dalmıştı bile.
Omuzlarım, ağır bir yükü çekiyormuş gibi çökmüştü merdivenleri ağır ağır tırmanırken… Sanki adım atmıyordum. Bedenim, zorla ruhumu yukarılara çekiyor gibiydi. Kapıyı açıp içeri girdim. Umut’un odası hala umut kokuyordu. Koku, sigara kokularımla karışır da belki bir gün onun kokusunu unuturum diye kapıyı açmaz, bu odaya pek girmezdim. Umut’un yatağına uzandım, saatlerce ağladım.
Kapı çaldı. Açmamaya kararlıydım da gelenin onlar olma ihtimaliyle koşup açtım kapıyı. Gelen bizim kapıcı Ahmet Efendi’ydi. Gözlerimin kızardığını fark etmiş olacak ki beni görür görmez adamın rengi attı, çekingen bir edayla:
- Çöp var mıydı kızım, diye mırıldandı.
- Yok, Ahmet Efendi, yok! diyerek saygılı bir şekilde kapıyı kapadım.
Hava kararmıştı. Elimi, yüzümü yıkadım. Bu defa cesurca bakmıştım aynaya. Aynada kendi içinde kaybolmuş ölü bir annenin masum yüzünü, gözyaşlarıyla arınmış bir yüzün berraklığını görmüştüm. Buna sevinemedim, sevinmiş gibi de yapmadım. Sadece rahatladığımı hissederek gidip balkon kapısını kapadım.
Saate baktım, Kapalıçarşı’ya gitme arzusu hala dürtüyordu beni. Paltomu giydim, izmaritleri koyduğum kavanozu da çantama yerleştirerek merdivenleri ağır ağır indim. Evlerin, apartmanların bacalarından süzülen dumanlar yolları sigara dumanı gibi kaplamış, insanın ciğerini yakıyordu. Tenhaydı sokaklar; hızlı yürüdüm. Bir köpekle kedinin tartışmalarına da kulak misafiri oldum. Gerçi pek de anlamadım dertlerini ama… Sanki bir guguk kuşu ötüyordu. Pek kulak asmadım. Çarşı kalabalıktı, ışıklar, baharatları daha da bir canlı kılıyordu. Öylesine, bir baharatçıya yaklaşıp “yarım kilo tarçın…” dedim. Neden yarım kilo, dedim bilmiyordum; ama sütlacı severdi, üzerine tarçın serpilmişse de iki kâse yerdi. O sever diye değil de evde bulunsun diye almışım gibi yaptım. Biraz ilerledim, çaydanlığı aldığımız dükkânın önüne geldim. Tam durduğumuz yerde durdum. Gözlerimin önüne o “Seni çok seviyorum…” diyen bakışları geldi. Ağlamadım. Gülümsedim. Sonra içini tarçından yapılma, Kapalıçarşı’dan alınma bir huzurla doldurduğum ruhumla çıkıp sahile gittim. Bir iki âşık fotoğraf çekiliyordu, bir simitçi evine gitmek üzere toparlanıyordu. Bir banka oturdum. Denizin kokusunu içime çektim önce, sonra gözlerim semaya dikildi; ışıklardan birinin seslenişini, parlayışını görmeyi bekledim. Aniden kalkıp giden simitçiye yetiştim, bir simit aldım. Acıkmıştım. Yedim simiti. Sonra sigara paketimi, çakmağımı çıkarıp “Bir sigara yakayım” diye düşündüm. Kavanoz aklıma geldi, sigarayı yakmadan kavanozun kapağını açtım. Yediğim simitin sarılı olduğu kese kâğıdına bir bir sayarak dizmeye başladım izmaritleri… Hala yüz on iki taneydi. Eksilmemişti. O izmaritleri arttırabilirdim aslında. Anlamı bozmak istemedim; içmedim sigara o gece. Sigarayı o gece bıraktım. Ağlamayı da o gece bıraktım. Bir tek “Ne zaman gelecekler?” diye düşünmeyi bırakamadım…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.